Rasthaber - Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm
İlahi coz deret der key şinasem
Bé coz cam-é to sager key şinasem
Bé esma vu sıfat cümle sovgend
Bé coz ruy-é to dilber key şinasem
Allah’ım senin kapından başka hangi kapıyı tanıyayım
Senin kadehinden başka hangi kadehi tanıyayım
Tüm isimlerine ve sıfatlarına yemin olsun
Senin cemalinden başka hangi sevgiliyi tanıyayım
Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Bildiğiniz gibi birkaç programdır Mesnevî denizine daldık, aziz üstadımız dalgıçlık yapıyor ve bizler de izliyoruz.
Mesnevî’nin ilk 18 beytini konu aldık. Bu beyitlerdeki irfani incelikleri, edebi ve felsefî hususları üstadın açıklamalarından öğreniyoruz.
Pekâlâ üstad şu beyte gelmiştik:
Ateş-i éşk est kender ney fotad
Cuşiş-é éşk est kender mey fotad
Aşk ateşidir neyin içine düşen
Aşk coşkusudur meyin içine düşen
Öyle gözüküyor ki buradaki ney bir teşbihtir ve Hz. Mevlânâ bunu bahane ederek aşkın iki sıfatını açıklamak istiyor. Buna göre aşk hem ateşlidir hem de coşturucudur; yani hem neydir hem de meydir.
Bu çok güzel bir ifadedir ve Molla Hâdî Sebzevârî de bu konuda Mevlânâ’nın aşkının dinî ve Allah’ın hizmetinde bir aşk olduğunu buyuruyor ve dizginleri boşalmış, serseri bir aşk olmadığını söylüyor.
Üstad benim sorum şöyle: Bu ateşi, Allah’ın tecellisi olarak görebilir miyiz? Nitekim Tâhâ Sûresi’nde Hz. Mûsâ (a.s.) eşiyle gittiğinde ilkin ateşi gördü.
“Hani bir ateş görmüştü de ailesine, ‘Siz burada kalın, ben bir ateş gördüm. Umarım ondan size bir kor ateş getiririm yahut ateşin başında, yol gösterecek birini bulurum’ demişti.” (Tâhâ, 10)
Ateşin yanına varınca, ona şöyle seslenildi: “Ey Mûsâ! Ben şüphesiz senin Rabbinim; ayağındakileri çıkar çünkü sen, kutsal bir vadi olan Tuva'dasın." (Tâhâ, 11 -12)
Üstad, Hz. Mûsâ ateşe yaklaşınca neden orada ‘‘Ben senin rabbinim’’ sesini duyuyor?
Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm. Evet, bakınız, ateş (nâr) her zaman ışıkla (nûr) ile birliktedir. Ateşsiz ışık olabilir belki ama ışıksız ateş yoktur. Işığı olmayan bir ateş bulamazsınız.
Hz. Mûsâ (a.s.) “istinas” ediyor. Burada ayette geçen “ânestu” kelimesi çok önemlidir. “Ânestu” kelimesi “ünsiyet” ile aynı köktendir. Ateşe ünsiyettir, ateşin ışığına ünsiyettir. Burada gitmek, “sülûk”tur ve aynı zamanda da zorludur; ışık ateşsiz değildir.
Siz çok iyi bir meseleyi söz konusu ettiniz. Ben hazır söz bu konuya gelmişken çok dinî bir yönü olmayan, Doğu ile de arası pek iyi olmayan, tam anlamıyla Batıcı bir filozof olan Wilhelm Friedrich Hegel’den bir alıntı yapmak istiyorum. Hegel, daha çok tarihi Batı eksenli olarak gören bir filozoftur ve Doğu ile de pek arası yoktur. Ancak o, bir konuşmasında önemli bir şey söylüyor.
Konunun önemine binaen ben bu vesileyle bu sözü nakletmek istiyorum. Önce sözünü aynen nakledip sonra açıklamak istiyorum. O “Maneviyat, tarihte ilk kez İran’dan dünyaya girmiştir. Çünkü İran’da ateş söz konusu edilmiştir” diyor.
Laricanî: Şehriyar’ın kitabında değil mi?
Üstad Dînânî: Hayır, bu söz Hegel’e ait. Kitap haline de getirilen konuşmalarının birinde geçiyor bu söz. Birçok konuşma yapıyor, o konuşmalarından birinde bunu söylüyor. Bu kitap olarak da yayımlandı. O diyor ki maneviyat, ışığın söz konusu edilmesiyle dünyaya yayıldı. Işıktan da İranlılar söz ettiler.
Tabii ışıktan söz edince ateşi de söz konusu ettiler. Dediğimiz gibi ışık ile ateş birliktedir. Tarihte hiçbir ülkede veya hiçbir felsefî ekolde bu ateş ve ışık meselesi İranlılardan önce bu şekilde söz konusu edilmemiştir. İranlılar ışık meselesinden söz ettiler ve maneviyat da ışık meselesiyle tarihe girmiş oldu. Çünkü ışık (nûr) ve maneviyat birbirine çok yakındır. Nûr ışıktır, aydınlıktır, huzurdur ve zuhurdur.
Demek istiyorum ki ışık ve ateş birbiriyle ilgilidir ve Hz. Mûsâ’nın “ânestu” dediği işte bu ışıktı. Tabii aynı zamanda ateşti, zaten hanımına ateş getirmek istemişti. Ancak önce ışığı gördü ve ışığa doğru gitti. Işığa doğru yaklaşması, ‘‘sülûk’’tu. Nitekim daha sonra kendisine ‘‘ayakkabılarını çıkar, sen kutsal Tuva Vadisi’ndesin’’ diye hitap edildi.
Siz bir camiye girdiğinizde ayakkabılarınızı çıkarırsınız. Burada “Fehla na’leyke” yani “ayakkabıları çıkar” demek, bedensel arzuları, dünyevi ilgileri, dünyaya olan bağlılıkları gönlünden söküp çıkar, Hak Teâlâ dışındaki her şeyi gönlünden söküp çıkar, demektir. “Fehla naleyke”, Allah’tan başka her şeyden kopmaktır.
Khal’é naleyn-i ten ey Mûsâ can ta ne koni
Key tevan gam zen-i vadi-yi eymen gerdi
Ey Mûsâ! Can, beden ayakkabılarını çıkarmadıkça
Güvenli vadide nasıl gezebilirsin?
Yani o güvenli vadide dolaşabilmen için nefsani ilgilerden ayrılman gerekir. Dolayısıyla evet, ışık ve ateş birliktedir. Şimdi sizin Mevlânâ’dan okuduğunuz şiirde de aşktan ve ateşten söz ediyor. Burada iki şey söz konusudur. Mevlânâ’nın bahsettiği ve içinde ateş olan aşk, yakıcıdır. Aşk alevdir, âşığını yakar.
Birincisi aşk insana ait bir şeydir. Melekler aşkın ne olduğunu bilmezler. Hayvanlar, bitkiler, cansızlar âşık olmazlar. Elbette melekler bir anlamda sevgiye sahiptir. Onlar Allah sevgisine, Allah aşkına sahiptir. Ama dertle birlikte olan aşkı bilmezler. Ferîdüddin Attâr da Hâfız da buna dikkat çekmiştir. Onlarda firak yani ayrılık acısı yoktur. Onlar ayrılık acısı çekmemiştir, dertli değildirler. Dertli aşk, insanın özelliğidir. İnsana özgü olan bu aşk da ateşlidir; yani yakıcıdır. Bu, meselenin birinci anlamıdır.
Mevlânâ’nın şiiri için ikinci bir anlam daha verilebilir. Mevlânâ da muhtemelen bu meseleye işaret etmişti. İlahiyatçı filozofların görüşüne göre aşk ve sevgi kâinata sirayet etmiştir. Âlemin tüm zerrelerinde aşk vardır. İbn Sina’nın Sereyanu’l Aşk fi’l-Mevcudât adlı bir kitabı vardır. Yani aşk, âlemdeki tüm varlıklara “sâri ve câri’’dir. Sonuçta her varlık kendisiyle tenasübü olan bir varlığa aşk duyar. Varlıkların birbirilerine olan bu çekimi, aşktır.
Fizikçilerin tabiriyle âlemdeki tüm varlıklar arasında etkileme ve etkilenme vardır. Âlemdeki her varlık ya birini etkiler veya birinden etkilenir. Yani eğer iki varlık arasında bu etkileme ve etkilenme olmazsa boşluk oluşması gerekir. Boşluk ise imkansızdır. Boşluğu tasavvur etmek bile mümkün değildir. Hatta boşluk, idrake bile gelmiyor; dolayısıyla biz boşluğu tasavvur bile edemeyiz.
Dolayısıyla fizikçilerin tabiriyle etkileme ve etkilenme olmazsa boşluk olması gerekir, boşluk ise imkansızdır. Etkileme ve etkilenme ise bir tür çekimdir ve aşk ilişkisidir. İşte bu ilahi aşk ve sevgi, âlemdeki zerreden en büyük varlığa kadar her şeye sereyân etmiş, yani yayılmıştır. Çekim ve çaba aşkın özelliğidir.
Burada yeri gelmişken Batılı bir düşünürün bir sözünü nakledeyim. Çok ilginç bir şey söylüyor. Ben geceleri gökyüzü bulutsuz ve açıkken yıldızlara baktığımda büyük bir güzellik görüyorum, diyor.
Gerçekten, özellikle de Bağdat ve Kirman’da hava açıkken gece gökyüzüne baktığınızda yıldızlarla dolu çok güzel bir manzara görürsünüz.
O Batılı bilim adamı fizikçidir ve atom ve molekülden başka bir şey görmediği için ‘‘bunda ne güzellik var, gökyüzünde gördükleriniz atom ve moleküller topluluğundan başka bir şey değil’’ diyor. Yani gördüğünüz o yıldızlar sonsuz sayıda atom ve moleküllerden başka bir şey değil; bunun ne güzelliği var, diyor. Bir başka düşünür ona ‘‘öyle olsa bile, o moleküllerin birbiriyle düzenli bir irtibat içinde olması ve bu sahneyi oluşturması güzeldir’’ diye cevap veriyor.
Dolayısıyla aşk tüm evrende sâri ve câridir. Bu aşk da Hak Teâlâ’nın sevgisinin eseridir. Çünkü Hak Teâlâ mutlak sevgidir. Daha önce bir programda “yuhibbuhum” ayetine değinmiştik. İlahi muhabbet yani sevgi, her yerde sereyân ve cereyân halindedir.
Şimdi biz Mevlânâ’nın bu beytine iki şekilde anlam verebiliriz. Birinci olarak şöyle diyebiliriz: Aşk âlemde sereyân halinde olduğu için Mevlânâ da “Aşk ateşidir neyin içine düşen” diyor. Yani aşk neyde, ağaçta, taşta da vardır demek istiyor. Bu genel bir anlamdır.
Bir başka anlama göre de bu beyitteki ney insandır. İçindeki şehvetleri ve içindeki dünya ilgilerini boşaltmış olan insan kastedilmektedir. İşte Hak Teâlâ aşkı içindeki şehvet ve bağlılıkları boşaltmış olan insanda cereyan etmektedir. Ney, aşkı alabilen insan varlığıdır. O içinde aşkın cereyan ettiği mey de sevgi meyidir. Mevlânâ’nın şiiri bu iki şekilde de anlamlandırılabilir.
Laricanî: Işık (nûr) ve ateş (nâr) izahınız çok güzeldi.
Üstad Dînânî: Ancak yalnızca ateşin yakıcılığını hissedip ışığını göremeyenlerin olması da mümkündür. Cehennem de ateştir (nâr), ışık (nûr) değildir. Ama müminin, ilahi insanların ışığı, ateş özelliğini de ortadan kaldırıyor ve herkesi aydınlatıyor.
Laricanî: Mesnevî’nin bir başka yerinde şöyle deniyor:
Gûyedeş bogzâr z men ey şâh zûd
Hemin ké nûret sûz-é nârem ra rubûd
Pes helak-é nâr, nûr-é mu’min est
Zanké bî zıdd, def’-i zıdd-é lâ yumkin est
Ona dedi beni hemen bırak ey şah
Çünkü senin ışığın ateşimin yakıcılığını kapıp götürdü
O halde ateşi helak eden müminin ışığıdır
Çünkü bir şeyi zıddından başka bir şeyle ortadan kaldırmak imkansızdır
Büyük insanlarla, Allah dostlarıyla birlikte olmanın tavsiye edilmesinin sebebi, şehvetin, nefsin arzularının ateşinin öldürülmesi içindir.
Üstad Dînânî: Allah’ın velilerinin ışığı inşallah cehennemin ateşini de söndürür. Evliyaya tevessülün anlamı da budur zaten. Şefaat de zaten budur. Allah’ın dostlarının ışığı o kadar görkemlidir ki ateşi gidermektedir. İşte o ışıktan yürümek gerekir.
Laricanî: Gerçekten onların da şehitlerin de kabri insanı nasıl da etkiliyor. Evet üstad, bu beyitler gerçekten anlamlarla dolu ve insan öyle hemen geçemiyor. Bir anlam okyanusuna girdik, bakalım bundan nasıl çıkacağız? Ama başka çaremiz de yok, bir diğer beyte geçelim.
Ney herif-i her ké ez yâri borid
Perdehâyeş perdeha-yé mâ derîd
Ney, dostla bağını kesen kimselerin sohbet arkadaşıdır
Onun perdeleri, bizim perdelerimizi yırttı
Daha önce açıkladığınız anlamlar bunun için de geçerlidir değil mi?
Üstad Dînânî: Ney, içi dünyevi ilgilerden boşalmış olan insan-ı kâmildir. Hak Teâlâ’dan başka her şeyden ilgisini kesince Hak Teâlâ’nın sesini yansıtıyor. İşte bu ney “herif”tir. “Herif”, burada sohbet arkadaşı, “mûsâhip” demektir.
Yani ney, Hak Teâlâ’dan başka her şeyle ilgisini kesmiş olan kimsenin mûsâhibidir. Neyin bu sesi, Mevlânâ’nın kendisi, ya da Mevlânâ’dan da yüce bir insan-ı kâmilden işitilebiliyor. Nefsani ilgilerden kesilmiş ney olan insanın varlık mecrasından çıkan bu sesi, Hak Teâlâ dışındaki her şeyden kendisini koparmış olan kimseler duyabilir.
Yani onu duymak için Hüsâmeddin Çelebi gibi biri gerekir. Onu duyacak biri olmasaydı Mevlânâ da zaten konuşmazdı.
Laricanî: Bir başka yoruma göre de “Ney, dostla bağını kesen kimselerin sohbet arkadaşıdır” ifadesinde kastedilen kimsesi olmayan, yalnız ve garip olan bir kimseye neyin sohbet arkadaşlığı yapmasıdır.
Üstad Dînânî: İnsanın ilgilerini ve bağlılıklarını terk etmesi insanı yalnızlaştırır. İnsan bir anlamda dünyadaki en yalnız varlıktır. Bu âlemdeki hiçbir varlık insanın yalnızlığına sahip değildir. İnsan günlük işleriyle meşgul olduğunda yalnızlığının farkında değildir. Başka her şeyden ilgiyi kesmek yalnızlığın kendisidir. Dolayısıyla ancak ona benzer bir yalnızlığa sahip olan biri onun sözlerini doğru bir şekilde duyabilir.
Laricanî: Buradaki ‘‘perde’’ ifadesini bazıları müzik aletlerindeki perde olarak yorumluyor.
Üstad Dînânî: Böyle yorumlanabilir ama perde birçok anlama geliyor. Bu anlamlar çerçevesinde açıklamak mümkün. Bir diğer anlam da bildiğimiz normal perde olabilir. Yani bir kişi perdeyi yani aradaki engeli kaldırırsa, Mevlânâ’nın neyinin sesini, ya da Hakk’ın sesini daha iyi duyabilir.
Laricanî: Sonraki beyitte yine neyin vasıflarını anlatıyor:
Hemçu ney zehri ve tiryaki ké dîd
Hemçu ney demsaz u muştaki ké dîd
Ney gibi bir zehri ve tiryakı kim gördü
Ney gibi bir sohbet arkadaşını ve özlem çekeni kim gördü
Üstad Dînânî: Burada iki zıt özelliği söz konusu ediyor. Hem ‘‘demsaz’’ yani sohbet arkadaşı, hem de ‘‘müştak’’ yani özlem duyandan, hem ‘‘zehir’’ hem de ‘‘tiryak’’tan bahsediyor. Zehir ve tiryak, derken zehirle panzehirden bahsediyor. Tiryak panzehirdir; yani zehri etkisiz hale getiriyor.
O halde ney, neyin sesi mekmen-i gaybdan, vareste ve pak insanın içine geliyor. Bu bir anlamıyla zehirdir, dert vericidir. Ama aynı zamanda bu ses onun tiryakı yani panzehiridir. Yani o derdi tedavi ediyor.
Mevlânâ bu tür tezatları çok kullanır. Mesela bir şiirinde şöyle diyor:
Eger yek dem béyasayem revan-é men neyasayed
Men an lahza béyasayem ké yek lahza neyasayem
Ben bir an rahatlasam da benim ruhum rahatlamaz
Ben bir an rahatlamadığım anda rahatlarım
Yani onun rahatlığı ve huzuru, rahatsızlığında ve huzursuzluğundadır. Onun derdi, ayrılık derdidir; kavuşma ve kavuşma umudu ne kadar rahatlatıcıdır. Dolayısıyla derdin kendisi aynı zamanda derdin devasıdır.
Laricanî: Üstad izninizle kısa bir aradan sonra devam edelim.
***
Üstad çok ince bir noktaya değindiniz. Buyurdunuz ki ney hem zehirdir hem tiryaktır. Hem sohbet arkadaşıdır hem de özlem çekendir. Ben böylesi bir yorumu daha önce görmemiştim, bana çok güzel geldi. Molla Hâdî Sebzevârî de ‘‘ney, insan-ı kâmilin sıfatıdır ve onun hem kahrı hem de lütfu vardır. Günahkarlara göre zehirdir, sâlih insanlara göre de panzehirdir’’ diyor.
Üstad Dînânî: Ancak ben kendisine olan tüm sevgime rağmen Molla Hâdî Sebzevârî’ye katılmadığımı belirtmek istiyorum. Derdin kendisi aynı zamanda devadır.
Laricanî: Sonraki beyit de çok anlam dolu. Diyor ki:
Ney hadis-i rah-é pur khun mi koned
Qésseha-yé éşq-é Mecnun mi koned
Ney, kan dolu bir yolun haberini veriyor
Mecnun’un aşkının hikayelerini anlatıyor
Üstad Dînânî: “Kan dolu yol” Hâfız tarafından şöyle ifade edilmiştir: “Her şebnemi der in reh sad bahr-é ateşin est” Yani “bu yoldaki her çiy damlası yüzlerce ateş denizidir.” Mevlânâ’nın bu ifadesini, Hâfız başka bir şekilde söylemiştir.
Kan dolu yol, tehlike dolu yol demektir. Kan, tehlikenin alametidir. “Bu yoldaki her çiy damlası yüzlerce ateş denizidir.” Yani bu yol çok tehlikeli ve sarp bir yoldur, dikenlidir.
Der biyâbân ger bé şovq-é Kâbe khahi zed qadem
Serzenişha ger koned khâr-é muğiylan gam mekhor
Çölde Kâbe’nin şevkiyle adım atacaksan
Devedikenleri sana eziyet etse de üzülme
Ancak kavuşma umudu olduğu için bu tehlikeli yoldan insan-ı kâmiller, Allah’ın velileri gittiler, yürüyerek gittiler. Dikenli yollardan geçtiler ve sonunda ulaştılar. Bu elbette herkesin yapabileceği bir iş değildir. Burada kan dolu derken, gerçekten de kan doludur ve tehlikelerle doludur. Her an tehlike vardır, kanlı tehlikeler vardır.
Mecnun’un ne hikayeleri vardır, neler neler yaşamıştır. Bir ömür boyunca Leyla’nın ayrılığını çekmiştir.
Denir ki babası artık Mecnun’un aşkından aciz kalır, ne yapacağını bilemez, her doktora götürür ama çare bulamaz. Sonra biri ‘‘onu Mekke’ye götürün ve Kâbe’nin perdesine tevessül edin ve dua edin, ki o bu aşk onun zihninden çıkıp gitsin ve normal insanlar gibi yaşasın’’ der.
O, bunun iyi bir fikir olduğunu düşünür. Babası Mecnun’u alıp Kâbe’ye götürür ve ona “dua et de şu aşk zihninden çıksın ve diğer insanlar gibi rahat bir hayat yaşa” der. Mecnun ellerini kaldırır ve şöyle dua eder: “Ey Rabbim! Âlemin neresinde aşk varsa onu al ve benim Leyla’ya olan aşkımı arttır.’’
Aşk onda bir karakter olmuştu; o, aşkı yaşıyordu. Tüm âlemi getirip Mecnun’un eline koysalar ve ona ‘‘bunu al ve Leyla’nın aşkını ver’’ deseler sizce o bu takası kabul eder miydi?
Laricanî: Onun malı değildi ki kabul etsin?
Üstad Dînânî: Evet, çok doğru; ama bunu yapmanın onun elinde olduğunu farz etsek bile o böyle bir şeyi yapmazdı. O yakıcı aşk, onun için dünyadaki her şeyden daha tatlıydı.
Laricanî: Evet, ayrıca şu çok güzel bir ifadedir: Mecnun aslında Leyla’dan başka bir şey değildir.
Üstad Dînânî: Evet, Mevlânâ bir başka yerde buna değiniyor. Şimdi tam yeri gelmişken söyleyeyim. Mevlânâ, Leyla ile Mecnun aşkının azametinden çokça bahseder. Bir şiirinde şöyle anlatır:
Mecnun’a hacamat yapıyorlar. Mecnun bu sırada feryat ediyor, bağırıyor. Hacamat yapan kişi şaşırıyor ve ona “Sen onca zaman çöllerde dolaşmışsın, o kadar çile ve acı çekmişsin. Öyle nazlı biri değilsin, neden küçücük bir iğneden dolayı bu kadar bağırıp feryat ediyorsun?” diyor. Mecnun ‘‘hayır ondan dolayı değil, beni hacamat ederken neşterini Leyla’ya vurmandan korkuyorum. Çünkü benim varlığım Leyla ile doludur. Ben kendim değilim ki’’ diyor.
Laricanî: Bir başka yerde de Mecnun toprağa yazı yazıyor. Ona ne yaptığını soruyorlar o da şöyle diyor:
Meşq-é nâm-é Leylî mi konem
Khater-é khod ra teselli mi konem
Çon müyesser nist men ra kâm-é u
Eşqbazi mi konem bâ nâm-é u
Leyla’nın adını temrin ederim
Kendi kendimi teselli ederim
Alamayacağım için kavuşmanın tadını
Ben de sevmek istedim adını
Allah’a âşık olan birinin sözünde, davranışında, bakışı ve dilinde Allah bilinci câri olmalıdır. Ben Allah’ın kuluyum, müminim, mütedeyyinim dediğim halde davranışım bu iddiamla uyumlu değilse bu olmaz. Yani bu şekilde de yorumlanabilir.
Pekâlâ üstad, Mevlânâ’nın sözleri zaten derin ama artık giderek daha da derinleşiyor. Bir sonrakinde diyor ki:
Mahrem-i în hûş coz bî hûş nîst
Mer zebân ra müşteri coz gûş nîst
Bu bilincin mahremi, bilinçsizden başkası değildir
Dilin de kulaktan başka müşterisi yoktur.
Üstad Dînânî: Bu beyit bir bakıma şimdiye kadar okuduğumuz beyitlerin bir tefsiri niteliğindedir. Bu bilinç, neyin mecrasından geçiyor. Yani içi boştur ve başka her şeyden ilgisini kesmiştir. Mevlânâ’nın sözlerinin mahremi olabilecek kişinin de onun gibi bilinçten uzaklaşmış yani başka şeylerden kopmuş olması gerekir. Bu, hemen hemen önceki beyitlerin tefsiridir.
“Dilin de kulaktan başka müşterisi yoktur.” Dil bir söz söylediğinde bunu duvara söylemiyor. Dile “sen niçin konuşuyorsun” diye sorsak onun vereceği cevap, “ben bir kulak için konuşuyorum” olur. Dile ‘‘dünyada herhangi bir kulak yoktur’’ dersek o artık söz söylemeyecektir. Dil, kendisini dinleyecek bir kulak olduğu beklentisiyle konuşur. Kulaktan başka dilin sözünü anlayacak bir şey de yoktur.
Tabii bazı büyük kimseler vardır ki onlar için tüm âlem bir kulaktır. Kimileri için kulak bir dost, yakın, arkadaştır; kimileri için ise tüm âlem bir kulak olabilir. Rivayetlerde de nakledildiği üzere Hz. Emir (a.s.) kuyulara konuştuğu zaman onu bir kulak dinliyordu. O da bir kulağın onu dinlediği beklentisiyle konuşuyordu. Kulak olmaksızın konuşmuyordu.
O ses çok iyi bir şekilde duyuldu. Hak Teâlâ o sesi duydu, bizler de yüzyıllar sonra onu naklediyoruz. Hz. Mevlâ’nın (a.s.) mazlumluğunun sesini tüm âlem duydu. Hatta Cebrail, Mikail duydu. Dilin tek müşterisi kulaktır. Bir yerde dinleyecek kulak yoksa o sesin hiçbir anlamı yoktur.
Hatırlarsanız daha önce Mevlânâ’nın en başında “dinle” diye başladığını söylemiştik. Mevlânâ “dinle” dedi, “bak” demedi. Mevlânâ en başında kulağı esas aldı.
Laricanî: Pekâlâ üstad, diğer beyte geçelim:
Der gam-é mâ rûzha bîgâh şod
Rûzha bâ sûzha hemrah şod
Bizim kederimizde günler, zamansız oldu
Günler yanmalara yoldaş oldu.
Üstad Dînânî: Mevlânâ’nın burada kullandığı “bîgah” yani “zamansız, ansız” kelimesi çok acayip bir kelimedir. Gün, zamandır; anlardan zamanlardan oluşur. Her gün anlardan meydana gelmiştir. Burada ‘‘bizim hakiki sevgiliden ayrı kalmanın gamı olan gamımızda günler ansız, zamansız oldu’’ diyor. Günün ansız olması, günün bildiğimiz zaman olmaması, zaman üstü olması demektir.
Gün, “an”lardan oluşmasına rağmen nasıl “an”sız olabiliyor? Yani bizim gamımız öyle bir gamdır ki artık ezel ve ebed kendi ölçeğinde değildir. Ezelden ebede kadar geçen zaman, bizim gamımızın içine sığabileceği bir şey değildir. Yani bizim ayrılık gamımız o kadar ağırdır ki günler ansız oldu; bir başka deyişle günler günsüz oldu. Zaman zamansız oldu.
Laricanî: “Günler, yanmalara yoldaş oldu” yani aşk doğdu.
Üstad Dînânî: Evet, o yakıcılık, günleri yaktı. Bizim yanışlarımız, günleri yaktı. Artık gün de gece de kalmadı, artık zaman ve mekân üstüdür. Zaman ve mekân, bizim yanışımıza, firkatimize tahammül edebilecek kapasiteye sahip değildi, o yüzden de ansız oldu.
Mevlânâ’nın düşünce tarzı, diyalektik bir düşünce tarzıdır. Yani daima bir zıttan diğer zıtta gider. Mevlânâ’nın düşüncesinde de bu var. Mevlânâ, yüreği yanan bir âşık ve âriftir.
Laricanî: Bir sonraki beyitte şöyle diyor:
Rûzha ger reft gu ro bâk nîst
To béman ey ân ké çon to pâk nîst
Günler geçerse varsın geçsin korkacak bir şey yok
Sen kal ey temizlikte eşi benzeri olmayan
Üstad Dînânî: Zaman geçiyor, günler geçiyor, ömür geçiyor bundan korkacak bir şey yok, geçerse geçsin. Yani zamanın geçmesini hiç önemsemiyor. Sadece “sen kal, ey temizlikte eşi benzeri olmayan” derken de demek ki onsuz geçen günleri temiz saymıyor. Onsuz geçen anlar temiz değildir.
Laricanî: Allah ile olmadan geçen günler temiz değildir.
Üstad Dînânî: Evet, sevgili olmadan âlemin tamamı pak değildir. Başka her şeyin geçip gitmesinden dolayı endişe edecek bir şey yok, hatta tam tersine varsın geçsin. Ancak sen kal ey temizlikte eşsiz olan. Çünkü senden başka hiçbir şey temiz değildir. Senin dışındaki her şey şirktir. Şirk ise kirliliktir. İşte halis tevhid budur.
Senden başka temiz yoktur ve her temiz olan da senin varlığının, senin rahmetinin eseridir. Yani, O’ndan başkasına yüz döndürürsen, yüz çevirdiğin şey pak değildir, o şirktir. Yalnızca sen temizsin ve senin tecellilerin temizdir. Eğer bir kimse Hak Teâlâ’nın tecellisini göremiyorsa sadece temiz olmayanları görüyordur. Ama eğer Hak Teâlâ’yı görürse her şeyi temiz görür.
Laricanî: Bundan sonraki beyit de çok güzel:
Her ké coz mâhi z âbeş sîr şod
Her ké bî rûzî est rûzeş dîr şod
Balıktan başka herkes kendi suyuna doyar
Günü olmayanın günü geç olur
Üstad Dînânî: Gerçekten müthiş bir söz. Mevlânâ burada çok önemli bir şeyi ifade ediyor. Demek istiyor ki herkesin sınırlı bir kapasitesi var. Suyu, denizi Hak Teâlâ’nın rahmetine benzetecek olursak suya hiçbir zaman doymayan ve hayatı suda olan tek varlık balıktır.
Balık suda yaşıyor, burada balık suda yaşayan tüm canlıların bir sembolüdür. Balık ezelden ebede kadar da denizin derinliklerinde yaşasa bir an bile suya doymaz. Ancak diğer canlılar ne kadar susamış olursa olsun her canlının bir kapasitesi vardır. Örneğin insan iki bardak su içer ve doyar ve ona yeniden su verseniz içmez. Çünkü suya doymuştur artık. Hatta susamamış bir insanın su içmesi ona eziyettir.
Suya doymayan ve hayatı suda olan tek varlık balıktır veya suda yaşayan diğer canlılardır. Burada demek istiyor ki her varlığın bir kapasitesi vardır. Aşk tecellisine doymayan sadece ve sadece Hak Teâlâ’nın âşığıdır. Çünkü onun hayatı bu aşktır, o her an yeni bir tecelli görür. Bu doyulabilecek bir şey değildir, bu zamansal veya mekânsal bir şey değildir. Bir, beş, on yıllık değildir, sonsuza kadardır.
Balık suda ne kadar kalırsa taze kalır, Hak Teâlâ’nın âşığı da ne kadar olursa olsun sevgilinin bu tecellileriyle yenilenir, tazelenir. İkinci mısradaki “günü olmayan” ise aşk günü olmayan, aşktan nasibi olmayan demektir. Buradaki “günü geç olur” ise iki anlama gelebilir. Birincisi aşkta nasipsiz olanın günü bıkkınlık vericidir. Günü bomboştur ve uzadıkça uzar.
Diğer anlama göre ise acıkmış, susamış olan insanın günü olmaz, eline bir şey geçmez ve günü uzadıkça uzar. Onun için de hayat sıkıntı verici ve bıktırıcıdır. Adeta hayatı yoktur, ölü gibidir, onun hayatı sıkıntı ve eziyet vericidir. Ama aşk sahibi olan bir kimse tıpkı sudaki balık gibi taptazedir.
Laricanî: O halde şöyle bir sonuca varabiliriz. Allah’a inanan, muvahhid ve halis bir âşık olan bir insanın Allah’la ilişkisi sudaki balık gibidir. Balık nasıl su olmadan yaşayamıyorsa o da Allahsız bir şekilde yaşayamaz.
Üstad Dînânî: Evet, Hak Teâlâ’nın aşkı olmadan yaşayamaz.
Laricanî: Ayrıca balık da sudayken, hayatının suya bağlı olduğunu bilmiyor, suyun dışına çıkınca hayatının neye bağlı olduğunu anlıyor. Bizler de gerçekten tevhid denizinde yaşıyoruz ama hayatımızın O’na bağlı olduğundan gafil oluyoruz.
Evet, vaktimiz doldu. Hikmet dostlarının, üstadın anlatımlarından istifade ettiklerini umuyoruz. İnşallah sonraki programlarda bu beyitlere devam edeceğiz.
Bir sonraki programda bizimle birlikte olun. Yeniden buluşuncaya kadar aziz üstadımızla birlikte sizlere hoşça kalın diyoruz.
Medya Şafak