İmân, her şeyden önce inanç ve aidiyet değerleriyle insicam
içerisinde bir hayat yaşanmasını zorunlu kılmaktadır. İslâm dininde imân
ilkeleri bellidir. Teorik olarak Müslümanlar bu değerlere imân ettiğini dile
getirmektedir. Ancak iş yaşayış tarzına gelince karşımıza çelişkilerle dolu
farklı manzaralar çıkmaktadır. Kişiye sorduğunuzda, "Evet, ben bir
yaratıcının varlığına inanıyorum, o yaratıcının rızık veren, yağmuru yağdıran,
mevsimleri düzenleyen olduğunu biliyorum" diyor. Oysa Cahiliye döneminde
de insanlar böyle bir inanca sahipti. Nitekim bu gerçeği Rabbimiz şöyle ifade
ediyor: "Şayet o inkârcılara, 'Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı
yasalarına boyun eğdiren kimdir?' diye soracak olsan, hiç tereddütsüz
'Allah’tır' derler. O halde haktan nasıl yüz çevirirler?" (Ankebut: 61)
"Yine onlara, 'Göklerden su indirip de onunla ölü
toprağa hayat veren kimdir?' diye sorsan, hiç kuşkusuz 'Allah’tır' derler. De
ki: 'Hamd Allah’a mahsustur; ama onların çoğu akıllarını kullanmazlar.”
(Ankebut: 63) Ayetlerde belirtildiği üzere mesele, Allah
Teâlâ'nın yaratıcı gücünü kabul etmekle birlikte "hak" ve
"hukuk" kurallarına riayet etmek ve Allah Teâlâ'ya gereğince hamd ve
kulluk etmek gerekmektedir.
Bir başka ifadeyle, elbette Müslümanlar olarak
Peygamberimize, Kûr'ân'a ve ahiret gününe inanmaktayız ancak Kûr'ân
buyruklarını ve Peygamberimiz'in bizler için "usvetun hasene"
(rol-model) olan icraat ve davranış kalıplarına ilişkin örnekliğini kendimize
ne kadar düstur edinmekteyiz? Allah Resulü mescitte sadece namaz kıldıran bir
imâm değildi, aynı zamanda bir aile reisi, bir ordu komutanı ve bir devlet
başkanıydı. Sevgili Peygamberimizin bu özelliği ve bu bağlamda yapıp ettiği
uygulamalar her bir mü'min için ve Müslümanların başındaki siyasîler için
"usvetun hasene" (rol-model) olması gerekmiyor mu? Kulluk ve edim
Allah Resulü'nü sadece namaz ve oruçla taklit ederek olmuyor. Kûr'ân-ı Kerim
bize Sevgili Peygamberimizin örnekliğinde hem aile yaşamımızla ilgili hem
toplumsal düzenimizin tanzimine ilişkin hukuk ölçüleri muvacehesinde bir yaşam
biçimi bir yönetim tarzı sunmaktadır.
Bildiğiniz üzere Allah Resulü Mekke'de 13 yıl verdiği
mücadeleye rağmen orada bir toplumsal doku oluşturulamayınca Rabbimiz hicret
emrini vermişti. Allah Resulü bu emirin gereği Medine'ye hicret etmiş ve orada
yaşayan etnik kökenli ve farklı dinlerden insanların önde gelenleriyle yaptığı
münazaralar sonucu varılan konsensüs/mutabakat ile 52 maddelik bir anayasa
metni hazırlanmış ve "Medine Vesikası" denilen bu "anayasa"
ile hukukun üstünlüğü prensibi esas alınarak lokal anlamda bir devlet
mekanizması, bir devlet düzeni oluşturmuştu. Allah Resulü'nün önderliğinde
tesis etmiş olan bu lokal devlet yapılanmasının en önemli özelliği
"sürdürülebilir" olmasıydı. Ancak ne yazık ki, Sevgili
Peygamberimiz'in vefatıyla birlikte, henüz defin işlemi tamamlanmadan
"Sakife"de vuku bulan "karşı devrim" ile buna engel olundu.
Daha sonra Emevîlerle başlayan saltanat sisteminin devreye girmesi İslâmî
yönetim şeklinin tamamen ters yüz edilmesini beraberinde getirdi. 1300 yıllık
İslâm tarihi değişik isimler altında ve fakat aynı yönetim şekliyle, yani
monarşiyle/saltanatla yoluna devam etti. Son yüzyılda ise seküler ulus
devletler devreye girdi, bir kısmı ise Suudi Arabistan örneğinde olduğu gibi
hâlâ babadan oğula geçen saltanatla/krallıkla yönetiliyor. Maatteessüf ki,
İslâm ümmeti tarih boyunca mutlak adalete dayalı ilâhî yönetim şeklini ve gerçek
medeniyet ve uygarlık ilkelerini hayata geçiremedi.
Şu hâlde imânımızı tazelemek adına kendimize sormuş olalım:
Biz İslâm ümmeti olarak sorumlu olduğumuz devlet
yapılanmasına ilişkin ne tür proje ve aktivitelerin içerisinde yer alıyoruz. Bu
minvâl üzere gayretimiz var mı? Merhum Erbakan Hocamız diyor ki: "Hangi
cemaatten, hangi tarikattan, hangi mezhepten olursan ol, eğer adil düzen için,
eğer İslâm birliği için, eğer İslâm'ın hakimiyeti için mücadele etmiyorsan beş
para etmezsin."
Şu hakikati bilmiş olalım ki, Allah Teâlâ'nın buyrukları ve
ilâhî yasalar tatbik edilsin diye vardır. Rafa kaldırılsın, ilga edilsin,
yerine nefsanî dürtüler ve gâvur kanunları konulsun diye değil.
Bildiğiniz üzere 100 yıldan beri bizim ailevî ve kamusal
hayatımıza Batılı gâvurların hukuk kuralları, Avrupa'nın yaşam tarzı yön ve
şekil vermektedir? Bakınız, bizim aile hukukumuz "İsviçre Aile
Hukuku"na göre tanzim edilmektedir. Bizim adlî ve ceza hukukumuz
"İtalyan Ceza Yasaları"na göre karara bağlanmaktadır. Bizim idarî
mahkemelerimiz Fransız İdari Mahkemeleri yasalarına göre tanzim edilmektedir.
Ticarî hukukumuz, Almanya Ticarî Hukuku'na göre "vahşi kapitalizmin faize
dayalı serbest piyasa ekonomisi modeli ile" şekillenmektedir. Oysa faiz
alıp vermek Allah Teâlâ'ya savaş açmak anlamına gelmektedir. (Bakara: 279)
Daha bundan ötesi var mı? Eğitim sistemimiz ise önceleri
İngiltere Eğitim Sistemi'ne göre şekilleniyordu. 1947'den beri ise Amerika
Fulbright ders müfredatına ve formasyonuna göre düzenleniyor. Fakat bir
Müslüman vefat ettiğinde ancak o zaman İslâmî kurallara göre defnedilmektedir.
Bu nasıl ironik durum böyle?
Üzüntü ile ifade etmiş olalım ki, bu topraklarda yaşayan
Müslümanlar olarak son 100 yıldan beri karman çorman bir yönetim şeklinin
muhataplarıyız...
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Emevîler döneminde de yüce
dinimiz ters yüz edilmişti ve insanlar yanlış kapılarda fıkhî sorunlarını
çözümleme derdindeydi. Bunu gören İmâm Cafer, "Bu insanlar bizim kapımızda
neyi eksik gördüler ki başka kapılara gidiyorlar?" diye soruyor. Şimdi de
biz rejimin kurucu iradesine sormuş olalım: "Müslüman bir halka böylesine
ucube ve İslâm'a mugayir bir yönetim şeklini dayatırken İslâm'da neyi eksik
gördünüz?" Batı öykünmeciliği adına, Batı'yı kıble edinme adına 100 yıldan
beri sürdürülen böyle bir yönetim şekli ile insanlarımız imândan men edilmeye
çalışılmaktadır. Nitekim bugün ortaya dinden inhiraf etmiş halk toplulukları
manzarası ortaya çıktı. Bu işi sadece münferiden birkaç gencin deist olmasıyla
geçiştiremeyiz. Yakın çevremizdeki insan toplulukları İslâm'ın yaşam
biçiminden, İslâm'ın adab-ı muaşret kurallarından, İslâm'ın örf ve tesettür
anlayışından, İslâm'ın hak-hukuk gözeten ticaret anlayışından fersah fersah
uzaklaşmış. Merhum Aliya İzzetbegoviç ''Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir.
Çünkü düşmana benzemekten başka daha zelil bir kayıp yoktur.'' diyor.
İslâm'ın eğitim sisteminden, İslâm'ın örf ve hukukundan
inhiraf eden, İslâm'ın yaşam biçiminden uzaklaşmış olan böylesi bir yönetim
mekanizması, böylesi bir toplumsal doku tedavülde iken biz daha uzun süre
"Ey imân edenler imân ediniz" demeye devam edeceğiz. Ta ki, İslâm
yeniden müesses nizam hâline gelene kadar/İslâm hukuku ile mütenasip yeni bir
anayasal düzen oluşturulana kadar. Bunun uğraş ve çabasını vermek imânî bir vecibedir.
Zira "imân etmek" imâna taallûk eden vecibeleri yerine getirmeyi
vazife bilmektir. Müslümanlar olarak bizim bu eksikliğimiz var.
Vazifemiz/misyonumuz ihmal edilmiş. Bu itibarla, bütün Müslümanlar olarak
"Ey imân edenler imân ediniz" ayetinin muhatabıyız. Her şeyden önce
imana taallûk eden değerlerimizi gözden geçirmeliyiz ve gereğince amel
edebilmemiz için bu değerleri kuşanma azmi içerisinde olmalıyız.
Rabbimiz buyuruyor ki, "Siz insanlar için çıkarılmış
hayırlı bir ümmetsiniz, iyi olanı tesis eder, olumsuz olanı bertaraf
edersiniz." (Âl-i İmrân: 110)
Sadece bu coğrafyada yaşayan Müslümanlar olarak değil 2
milyara varan ve 57 ulus devlete bölünmüş olan bütün ümmet olarak sorumluyuz.
Önce birliğimizi tesis etmeliyiz ki, bu vesile ile oluşturacağımız yaptırım
gücüyle dünya üzerinde garantörlük hakkımız olsun ve bu güç ile dünyayı dizayn
edelim. "Allah ve Resulü'ne itaat edin. Birlik olun. Eğer birlik
olmazsanız gücünüz (otoriteniz) gider." Enfâl: 46)
Birlik olup elde edeceğimiz güç ile dünya halklarına
uygarlık ve medeniyet taşıyalım. Bu güç ile dünyayı yeniden şekillendirip
bayındır kılalım. (Hûd: 61) Bu güç ile dosta güven, düşmana korku salalım. Bu
güç ile her türlü zulüm ve sömürü son bulsun, insanlar huzur ve güvenlik
içerisinde yaşasınlar. Salisen bu itibarla diyeceğimiz o ki, ümmet olarak
imânımızı tazelemeliyiz. Bugün 57 parçaya bölünmüş olmamız zillet ve aşağılanma
olarak bize yetmektedir. İlk kıblemiz işgal altında ve her Allah'ın günü
genişleyen işgal ve zulüm devam ediyor. 75 yıldan beri mazlum Filistin halkının
feryadına koşamıyoruz. Şükür ki, bir İslâm devletimiz var. Hiç olmazsa onlar
direniş gösteren gruplara silah yardımında bulunuyor. Suriye yönetimi ise iç
savaş öncesine kadar bu gruplara İran'dan gelen silahların nakil ve sevkiyatı için
lojistik destek veriyordu. Başta ABD ve Siyonist çete olmak üzere küresel
şeytanî güçler bu duruma tahammül edemeyip kendi eğitip donattıkları DEAŞ gibi
terör örgütlerini devreye soktular ve bugün Suriye bütün şehirleri ve
altyapısıyla tarumar olmuş vaziyette. Buna rağmen Siyonist çete ve büyük şeytan
ABD emeline ulaşamadı. Zira Suriye'de ve Irak'ta insanlık dışı vahşet örnekleri
sergileyen terör örgütleri (ki bu canavarların işledikleri cinayetlerin
videolarını mutlaka izlemişsinizdir), bu iki ülkeyi ele geçirmelerine ramak
kala Hizbullah ve İran'ın devreye girmesiyle bertaraf edildiler.
Bizim bu satırlarda asıl ifade etmek istediğimiz terör
örgütlerine destek olmayan, daha açıkçası ABD'nin dümen suyunda olmayan,
işgalci katil sürüsü Siyonist çete ile iş tutmayan/normalleşme sürecine
girmeyen Müslüman ülkeler kendi aralarında yeni yeni konsorsiyumlar
(birliktelikler) oluşturup "İslâm Savunma Gücü"nü tesis etmeliler ki,
bölge coğrafyalarımız huzura kavuşsun ve Filistin toprakları işgalden kurtulmuş
olsun.
Atalarımız ne demiş? "Bir elin nesi var, iki elin sesi
var." "Birlikten kuvvet doğar." Bütün İslâm ülkeleri yek vücut
olmalı ki Filistin kurtulsun. İslâm ümmeti ancak bu şekilde izzet ve şerefine
kavuşabilir. Bakınız, "Direniş Cephesi" ancak bu kadar varlık
gösterebiliyor. Oysa biz İslâm ümmeti bütün yeryüzünde vuku bulan kötülükleri
bertaraf etmek için görevlendirilmiş bulunmaktayız. "Yeryüzünde fitneden
(her türlü kötülükten) eser kalmayıncaya ve din hükümleri Allah adına tatbik
edilinceye kadar cihad ediniz." (Bakara: 193)
Bu mesuliyetin bilincinde olmak zorundayız. Savsaklanamaz ve
ertelenemez bir sorumluluk bu. Bunun ön şartı ise İslâm Birliği'ni tesis
etmektir. Müslüman halkların başındaki siyasiler Merhum Erbakan Hocamız gibi bu
işin uğraş ve çabasını vermek zorundadır. Müslümanların başındaki siyasîler
eğer böyle bir uğraş ve çaba içerisinde değillerse hem Allah Teâlâ'nın muazzez
dinine hem İslâm ümmetine ihanet etmiş olmaktadırlar. Müslümanlar siyasî
tercihlerini bu şekilde belirlemelidir. Müslümanlar kimlere, hangi siyasî
partiye vekâlet vereceklerini bu kriterlere göre belirlemelidir. Bu ümmet
geçmiş tarihlerde liyakat sahibi olmayan entrikacılara ve saltanat sahiplerine
"teba" oldular. Yüzyıllarca bu yanlış devran böyle devam etti. Bari
bundan sonra bu hengâme böyle devam etmesin. Son yüzyılda ümmet parçalanmış
ulus devletlerin tasallutunda ve geri kalmışlık zilleti altında idame-i hayat
etmektedir. Bu onur kırıcı hâl devam etmemeli. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki:
"Güç ve izzet Allah'ın, Resulü'nün ve mü'minlerindir."
(Münafikûn: 8)
Allah'ın ve Resulü'nün güç ve izzetini bütün insanlık âlemi
görüyor ve itiraf ediyor, ancak Müslümanlara bahşedilmiş bu sıfat koşullu
olduğu için gereği ve koşulu ihmâl edilmiş olduğundan dolayı bugün ümmet bu
vasıftan fersah fersah uzak. Binaenaleyh ve bu yüzden diyoruz ki: "Ey İmân
edenler, imân ediniz." Ümmet kendine gelmesi, olması gereken yerde olması
için imân tazelemeli ve gereğince yeni bir yapılanmaya gitmeli. Vesselâm...