Rasthaber - 14 Nisan 2024 günü İran’ın, adını “Va’dun sadikun/ Va’day-ı
sadık (Sadık vaad)” koyduğu İsrail’e düzenlediği saldırıyı nasıl anlamak
gerekir?
Gerek bölgesel politika gerekse Filistin sorunu bağlamında
bu saldırı yeni bir dönemin habercisi olabilir, üzerinde etraflıca durmak
gerekir. Ben elimden geldiğince adil şahitlik ilkesine sadık kalarak maddeler
halinde olayı ve olgu biçimini resmetmeye çalışcağım.
Konuyu “komplo terisi, saldırı başarılı başarısız mı, iki
devletin hukuki tutumu, İsrail mi batı mı, İslam alemi ve Türkiye, doğru teşhis
ve bir gelecek perspektifi” olmak üzere altı başlık altında topladım.
I.
Komplo teorileri
Konuyla ilgili süren polemiklerde iki ana yaklaşım öne
çıktı:
Birine göre İran, Amerika ve İsrail’le danışıklı bir saldırı
düzenledi; bu sayede Gazzelileri daha zor duruma düşürdüğü gibi büyük destek
kaybeden Netanyahu’ya cansuyu vermiş oldu; saldırı bir “tiyatro” idi.
Diğerine göre İran, İsrail’in Şam’daki diplomatik merkeze
yaptığı saldırıya cevap vermiş, saldırının şiddetini, kapsamını ve amacını
kendisi tayin etmiştir.
“İran-İsrail/ABD” işbirliğini savunanların tezi dört
noktadan inandırıcı görünmüyor, daha çok bir komplo teorisini andırıyor. Şöyle
ki:
- Bu
teze göre İran,14 Kasım 1979’dan beri 45 senedir Amerika ile işbirliği
halinde kendine ambargo uygulatıyor
- Suriye,
Irak ve hatta İran’ın içinde İsrail’in en önemli elemanlarına suikastlar
düzenlemesine, tesislerini bombalatmasına ses çıkarmıyor, hatta kendisi
İsrail’e suikast siparişleri veriyor. İsrail, 2010-2020 arası İranlı en
seçkin 5 nükleer fizikçi ve 27 generale suikast düzenledi.
- İran,
apaçık Rusya ve Çin’le sıkı işbirliği içinde iken, Ruslar ve Çinliler bu
“derin işbirliği”nin farkına varamıyor.
- ABD
ve İsrail, bölgedeki en sadık müttefikleri Sünni Suudi Arabistan, Körfez
ülkeleri, Mısır, Türkiye vd. ülkelerin aleyhine Şii İran’la gizli
işbirliği yapıyorlar.
İran’daki devrimi ve bugün içinden geçmekte olduğu süreci
1977’den başlamak üzere yakından takip eden biri olarak, ben olayı şöyle
anladım. Maddeler halinde sıralayayım:
- İran’da,
İslamcılar 1964’ten bu yana İsrail’i dış politikalarının merkezinde
oturtmuşlardır. İran İslamcıları, İsrail’in bölgenin ana problemi olduğu
teşhisini ilk defa 1963 yılında koymuşlardır. İmam Humeyni’nin 1963, 15
Hordat’ta 15 bin kişinin hayatına mal olan ayaklanmayı başlatmasının
sebeplerinden biri İsrail’in binlerce kişiyle İran’da son derece kritik
sahalarda faaliyet halinde olması ve Amerika ile İsraillileri suç
işlemeleri halinde İran mahkemelerinde yargılanmaktan muaf tutmayı öngören
yasal düzenlemeydi.
- Eğer
dış politikanın merkezinde ABD ve İsrail yer alacaksa, Filistin sorunu
politikanın nihai hedefi olmasında bir gariplik yoktur. Nitekim devrimden
hemen sonra İsrail Büyükelçiliği FKÖ’ye tahsis edildi; Yaser Arafat şeref
konuğu olarak davet edildi.
- 1979
İslam Devrimi gerçekleştiğinde İmam Humeyni, İran’ın dış politikasını şu
esaslara dayandırdı:
-
İç ve dış politikada “İslam için İran” ilkesi takip edilecek,
- Amerika
İslam’ın gerçek düşmanıdır, er veya geç yıkılacaktır. İsrail, Amerika’nın
bölgedeki karakoludur.
- Amerika
ve İsrail’le, akıllı diplomasi ve gerektiğinde sıcak çatışmayı göze alarak
mücadele edilmelidir.
II.
Saldırı başarı mı, başarısız mı?
- İran,
bugüne kadar Lübnan ve Yemen’deki taraftarları üzerinden yıpratma savaşı
yolunu seçerken, ilk defa İsrail’e kendisi ve doğrudan saldırı düzenledi.
- İran,
bu saldırı ile İsrail tahriklerine devam etmesi halinde daha büyük ve
gerçekten yıkıcı saldırılar düzenleyebileceği mesajını vermiş, yüksek
savaş kapasitesine sahip olduğunu göstermiş, Amerika ve genel olarak
İsrail destekçisi Batı’ya İsrail’i denetlemeleri gerektiğini söylemiş
oldu.
- Gerek
7 Ekim Hamas’ın, gerekse İran’ın saldırısıyla İsrail’in çok da güçlü
savunma sistemine sahip olmadığı, demir kubbesinin hamurdan olduğu gerçeği
ayan beyan ortaya çıktı. Öteden beri Hamas, Hizbullah ve Husiler demir
kubbeyi yumuşatan saldırılar yapıyorlardı. Saldırıları etkisiz hale
getiren İsrail değil, Amerika, İngiltere ve Frnasa’dır. İsrail gazetesi
Yediot Aharano’a göre 14 Nisan saldırısı “İsrail’i gülünç duruma düşürmüş,
korkudan felç etmiştir.”
- Bu
perspektiften bakıldığında, misilleme Netanyahu’ya yaramış değil, aksine
onun itibar kaybına yol açmıştır. Dünya saldırgan, kural tanımaz ve
Amerika ile batıyı ısrarla savaşa sürükleme stratejisini takip eden
Netanyahu ve kabinesinin başında olduğu İsrail’in ne büyük tehdit
oluşturduğunu anlamış bulunmaktadır.
- İran
2.000 km’den mesafeden fırlattığı füzelerle Negev’deki Nevatim ve Ramon
havalanlarına büyük hasarlar verdi, bir nükleer santrali tahrip etti.
- Misillemenin
İsrail’e maliyeti, 1,3 milyar, İran’a 62 milyon dolardır.
- İran’ın
misillemesini bir türlü beğenmeyen Sünni mezhepçi ve milliyetçi çevreler,
İsrail’e olan maddi ve politik desteklerini aralıksız devam ettirirlerken,
misillemeyi itibarsızlaştırmak suretiyle aslında kendi acziyetlerini
örtbas etmeye çalışmaktadırlar. Bazı gruplar ise İsrail’e karşı savaşmak
için “müslüman olması”nı bekliyorlar.
- İran’ın
blok halde salt Filistinliler veya Kudüs için mücadele etmediği yönünde
ciddi şpheler var. İmam Humeyni’nin “İslam için İran” parolasinden “İran
için İslam”a doğru bir kayma olduğu açık; Şii ve İrani-milli refleksler
eskisine göre daha önde. Ama bu durum
- Bizi
de mezhepçi ve millici yöne savurmamalı
- İran
alerjisi bizi İsrail savunucu yapmamalı
Polemik düzeyinde İran’ın saldırısını beğenmeyenlere
veya İran’ın attığı her adımı kötü niyetine yoranlara haklı olarak söylenecek
söz şudur: “Buyrun, siz daha iyisini yapın. İsrail orada duruyor!”
- Reel
politik kural ve tarihi tecrübe şunu göstermiştir: Kim ortak düşmanı hedef
alıyorsa, liderliğe en kuvvetli aday kendisi olur. Beylikler birbirini
yerken, Osman Bey, akıllı bir politika takip ederek mümkün mertebe iç
çatışmalara girmeden ortak düşman Bizasns’ı hedef seçti ki, bu akıllı
politika onu Osmanlı imparatorluğunun kurucu babası yaptı. İran, liderliğe
oynayabilir ve bu amaçla Filistin ve Kudüs’ü araçsallaştırabilir. Buna
karşı alınacak en doğru tedbir, İran’ın Şiiliğine karşı Mısır Süniliği,
Türkiye’nin laikliği, Arabistan’ın Vehhabiliği, El Kaide’nin Selefiliği;
Fars milliyetçiliğine karşı Türk veya Arap milliyetçiliği değil, mezhepler
ve milliyetler üste İlami Vahdet’tir. Bu Vahdet, bölgenin temel sorunu
olan istilacı ve talancı güçlerin tasallutuna, İsrail’in katliamlarına ve
coğrafyamızı beşeri ve iktisadi yönden çökerten Kürt sorununa doğru çözüm
olacaktır.
- İran’ın
misillemesinden sonra, neredeyse her an Refah’a saldırı düzenleyeceğini
ilan eden İsrail “şimdilik Refah’a saldırı”yı askıya aldığını açıkladı.
III.
Yasal devlet haydut devlet
- Kendi
toprakları vurulmuş olması dolayısıyla İran’ın saldırısı yasaldı,
İsrail’in 1 Nisan’da Şam’daki büyükelçiliği vurması İran’ı saldırıya
mecbur etti. İran, bu saldırıyı yapmasaydı küçük duruma düşmüş olurdu.
Böylelikle İran, BM tüzüğünün 51. Maddesi ile güvence altına alınan
diplomatik topraklarının hedef alınmasına karşılık verme hakkını kullanmış
oldu.
- İran’ın
yıllardır takih ettiği “stratejik sabrı” sona erdiren bu eylemine
“kontrollü diplomatik askeri saldırı” demek mümkün.
- İran
saldırıdan önce bölge ülkelerini bilgilendirdi. 1648 Wesfalya kuralına
uydu, İsrail ise bu kurala uymadan İran toprağına saldırdı. Biri kurallara
uydu, diğeri haydutluk yaptı. Bilgilendirme bazılarının zannettiği gibi
acziyet değil, uluslar arası hukuki prosedür, devlet olma kuralıdır.
IV.
İsrail değil, batı
- Geçmişte
1948, 1956, 1967 ve 1973’te Araplar İsrail’le değil Batı ile savaştıkları
gibi, bugün de Filistinliler, İran ve destekçileri yine Batı ile
savaşmaktadırlar.
V.
İslam alemi ve Türkiye
- Bu
önemli olayda İslam aleminden Malezya hariç Sünni ülkeler İran’ın yanında
yer almadı, Ürdün aktif olarak ABD, İngiltere ve Fransa gibi İran
füzelerinin havada imha edilmesine yardım etti. Azerbaycan, Ceyhan
üzerinden petrol aktırmaya devam etti.
- İran
yanında Irak, Suriye, Lübnan Hizbullahı (sürekli İsrail’i attığı füzelerle
taciz etti, demir kubbeyi yumuşatmaya çalıştı, yaklaşık 500 şehit verdi),
Yemen Husileri (97 gemi veya tankeri vurdu, Kızıldeniz’i İsrail gemilerine
kapattı, İsrail’e füze attı) ile Sünni Malezya (limanlarını İsrail
gemilerine kapattı) aktif tavır koydular.
- Özellikle
Sünni ülkelerin tutumunda dört faktör rol oynadı;
- ABD
ve Avrupa’dan korkuları,
- Milli
çıkarları
- Mezhep
asabiyeti
- Tarihteki
kavgalar
- Türkiye
- Batıya
bağlı bir NATO ülkesi olarak zaten açıktan taraf olamazdı
- Ekonomisi
kırılgandır
- Mavi
Marmara’da şehit edilen 10 vatandaşının dahi haklarını savunamadı
- İsrail’le
süren diplomatik, askeri ve ekonomik ilişkileri, artan ticareti kesmedi,
İsrail vatandaşlarına vize bile uygulamadı.
- Filistin
davasını en yüksek perdeden dile getirdiği halde, Gazze’de soykırım devam
ederken İsrail’e askeri mühimmat ve malzeme dahil her türden mal ve emtia
satmaya devam etti ki, 31 Mart yerel seçimlerde ağır yenilgi almasının bir
sebebi de İsrail’e süren ticaret oldu.
5.Bir kere daha anlaşıldı ki halkı müslüman ülkeler
a.Bir ümmet bilincine
sahip değildirler,
- Dış
güçlere bağımlı olarak ayakta durabilmektedirler
- Gerçek
düşmanları yerine, birbirleriyle boğuşmaktadırlar
- Filistin
davasını iç siyasetlerinde istismar etmektedirler.
- Süren
Gazze katliamı bu ülkelerden bazılarının ne kadar acziyet içinde
olduklarını, bazılarının ne kadar ikiyüzlü davrandıklarını açıkça
göstermiş oldu. “Hüseyin için ağla, Yezid’le iş tut.”
- İslam
ülkelerinin korku veya ekonomik çıkar saikiyle İsrail’le çatışmayı göze
almamaları onları gelecekte İsrail tehdidinden koruyamaz. İsrail,
Filistin’de tam hakimiyet sağladığında, sıra ile komşulardan başlayarak
Ortadoğu ve İslam ülkelerinin tamamına diz çöktürecektir ki, bunun hem
Yahudi hem Hıristiyan siyonizminin dini referansları vardır.
VI.
Doğru teşhis ve bir gelecek perspektifi
- Filistin
ve İsrail sorununa salt “seküler/din dışı perspektif”ten bakmak bizi eksik
bilgi ve yanlış kanaate götürür; seküler açıklamalar çoğu zaman sorunun
gerçek mahiyetini örtbas etmektedir. Siyonist siyasetçi ve yöneticilerin
ezici çoğunluğu atesit-deist olmalarına rağmen askeri ve politik hatt-ı
hareketlerini tayin eden dini metinlerdir.
- Tarihte
müslümanların yaşadığı tecrübe ve aralarında giriştikleri kavgalar, bugünü
belirleyemez. Tarih miladi 636 Kadisiye ve 1514 Çaldıran’da donmuş değil.
Olup biten olaylar müslümanları tekrar yeni tür milliyetçiliğe veya
mezhepçiliğe, tarihi kötü mirasın ısıtılıp ısıtılıp gündeme getirilmesine
yol açmamalı.
- Mevcut
çelişki ve çatışma Arap-Sasani veya Osmanlı-Safeviler arasında değil,
İslam ile işgalci ve talancı Batı arasında cereyan etmektedir; hanif ruhlu
seküler, Yahudi ve Hıristiyanlar bu cürüm blokuna dahil değildirler,
aksine İsrail’in pervasız katliamına müslüman ülke halklarından daha çok
tepki vermektedirler.
- Osmanlı-Safevi
kavgası İslam’a büyük zarar verdi; Maveraünnehir İslam rönesansının
Bağdat, Mezopotomya, Bilad-ı Şam, Hicaz, İstanbul, Mısır ve Endülüsle
irtibatını (iletişim ve ulaşım) kesti. Osmanlı Safevi rekabeti İslam
havzalarının, hem ekonomik hem fikri ve ilmi faaliyetler bakımından
fakirleşmesine sebep oldu.
- Geçmişte
olup bitenler (tarihi miras) bugün kendimize yeni hatt-ı hareket çizerken
“etkili” olsa da belirleyici rol oynamaz. Tarih kader değildir. İnsan
özgür iradesiyle kaderini kendisi seçer, seçtiğini amel etmesi için Allah
hayır ve şer fiili halkeder. Biz atalarımızın aklıyla hareket etmek
zorunda değiliz. Çoğu zaman atalarımızın aklı hırslarının arkasından
koşturuyordu.
- Bugün
İslam alemini zillet içinde tutan güçlere karşı halkı müslüman hiç bir
ülke kendi başına karşı koyabilecek güçte değil; ne İran ne Türkiye ne
Mısır vd. Amerika dahi yanına nedimesi İngiltere, Fransa vd. alır da öyle
saldırır. İsrail, modern Moğol ve Haçlı saldırılarının bölgedeki karakolu,
kolluk kevvetidir.
- Çözüm
milliyetçiliğin, mezhepçiliğin ve kötü tarihi kavgaların ötesinde
kelami/felsefi, ahlaki ve toplumsal boyutları olan yeni bir siyasi
birliktir.
- İran her
şeye rağmen bu canavara karşı kontrollü bir tepki verdi; bu saldırıyı
milli/mezhepçi saiklerle veya komplo teorileriyle itibarsızlaştırmak adil
şahitliğe aykırıdır.
- İran
yalnız bırakılır da diğer Sünni Arap ve Arap olmayan ülkeler ona karşı
tavır almaya devam edecek olurlarsa:
- Bu
ülkeler Batı’nın daha çok kontrolüne girecekler
- İran
daha çok Şiiliğe ve Pers milliyetçiliğine savrulacak
- İran,
reel politik takip edip Rusya ve Çin’e daha çok yakınlaşacak, giderek
Şanghay’ın bir parçası haline gelecek. Bizim bakış açımızdan Batı Bloku
ile Doğu Bloku arasında fark yoktur.
- İran’ın
yalnızlaştırılması Osmanlı Safevi veya Arap Fars çatışma potansiyelini
aktif hale getirecek; müslümanlar Batı ve İsrail’in hesabına birbirlerinin
kanını dökeceklerdir.
- Kısaca,
ya bir olup sırtımız pek, alnımız ak, karnımız tok yaşayacağız veya
birbirimize düşüp yok olacağız. Zilletten izzete giden yol vahdetten
geçer. Ümmetin lideri Araplar, Türkler, Farslar veya başkası değil,
ümmetin kendisidir. “Ümmet” Müslüman-muahid gayrımüslim olan her insan
grubunu içine alan Siyasi Birliktir. Binaenaleyh Birlik baskı gören bütün
etnik grupları olduğu gibi muharip olmayan gayrımüslimlerin tamamını
(Yahudi, Hıristiyan vd.) ile şu veya mezhep grupları kubbesi altında
toplar. Allah’ın arzı geniştir, mülk Allah’ındır; canlıların yuvası bu
gezegen hepimize yeter.
- Türkiye,
İran ve Mısır bir araya gelip büyük bir siyasi birliğin kurucu çekirdeği
olma azmini göstermek zorundadırlar. İlk halkadaki bu üç ülke bir araya
gelebilirse, ikinci ve üçüncü halkadaki diğer ülkeler de mecburen Birlik’e
katılacaklardır. Bizlere düşen görev korkuyu, paranoid milliyetçiliği,
mezhepçiliği ve tarihi kavgaları bir kenara bırakıp Sosyo-politik Birlik
için kamuoyu oluşturmak, siyasileri ve yöneticileri buna ikna etmeye, ikna
olmayanları değiştirmeye çalışmaktır.
- İsrail,
bir işgal devleti olduğundan rahat durmayacak, “Va’d edilmiş topraklar”a
ulaşıncaya ve daha sonra yeryüzü üzerinde tam egemenlik kuruncaya kadar
(Seçilmiş kavim gereği) saldırılarına ve katliamlarına devam edecektir. Bu
perspektiften bakıldığında halkı Müslüman ülkelerin önünde iki seçenek
var: Ya Birlik olup izzeti, ya da birbirleriyle boğuşup zilleti
seçeçeklerdir. Yunus bunu şöyle özetlemişti:
Bölüşürsek tok oluruz
Bölünürsek yok oluruz
- Olayı
mümkün mertebe objektif/adilane resmetmeye çalıştım. Son paragrafların
neredeyse herkese bir ütopya geleceğini biliyorum. Müslümanların üzerine
ölü toprağı serpilmiş; milliyetçilikleri, mezheplikçileri basiretlerini
bağlamış; kalp gözleri kör, kulakları Gazze’deki katledilen kadınların,
çocukların feryatlarına sağır. Geçen yüzyılda Mehmet Akif şöyle diyordu:
“.. Ey bu toprakta birer nâş-ı perişan bırakıp
Yükselen, mevkib-i ervâh! Sakın arza bakıp
Sanmayın: Şevk-ı şehâdetle coşan bir kan var
Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!..
Eğer yüce Allah birlik olmayı emrediyorsa, bizden gücümüzün
üstünde bir şey istemiyor demektir (2/286). Birlik/Vahdet mümkündür. Bu Birliği
ona ehil olan salih kullar kuracaktır. Allah’ın va’di haktır, mutlaka
gerçekleşecektir.
farklibakis.net