Tarihten, insanların tarihten hiçbir şey öğrenmediklerini öğreniyoruz.
Bernard Shaw
28 Şubat’ta Amerika “asker eliyle” İslami kesimi hedef almıştı.
Sebep de, hedef de Erbakan Hoca’ydı…
O, bütün uyarılara rağmen ilk dış ziyaretini İran’a yapmış ve İslam Birliği demekten vazgeçmemişti. Havuz sistemini getirmiş ve hortumcuların kaynaklarını kesmişti. D8’leri kurmuş, Amerika ve İsrail’i dinlememişti…
Bu yüzden cezalandırılması gerekiyordu.
Asker, açıkça karşısına dikildi. Lafı dolandırmadı; “Sana bu ülkeyi yönettirmeyiz” dedi.
Amaç sadece Refah-Yol Hükümeti’ni düşürmek değildi. Aynı zamanda Refah Partisi’ne oy veren kitlenin de tehdit olmaktan çıkarılmasıydı.
3 aşamalı bir psikolojik operasyon devreye sokuldu: Unfreezing[1] (Çözme), change (değişim) ve refreezing (yeniden şekillendirme).
İlk aşama unfreezing (çözme) aşamasıydı.
Bu aşamada İslami kesimde suçluluk duygusu oluşturma ve kendini sorgulama amaçlanıyordu. Müslüm Gündüz, Fadime Şahin, Ali Kalkancı gibi kişilerin ilişkileri aylarca TV ve gazetelerde gündem edildi. Yeşil sermayenin yardımseverlerden topladığı paraları nasıl batırdığı ve hayırseverlerin nasıl dolandırıldığı işlendi. İmam hatipler kapatıldı, katsayı zulmü başladı, Kur’an kursları kapatıldı, başörtülü öğrenciler okullardan atıldı…
İslami kesim, zamanla, bütün bu olup bitenden Erbakan Hoca’yı ve İslamcı söylemi sorumlu tutmaya başladı:
“Kanlı mı olacak tatlı mı?” demeye ne gerek vardı?
“İslam dinarı” gibi hayali bir söylem tutturmanın ne âlemi vardı?
“İslam Birliği” lafı fanteziden öteye gitmiyordu; AB’ye Hıristiyan kulübü demek, yeni bir dünya iddiasında bulunmak, ülkenin gerçekleriyle uyuşmuyordu…
“Biz ve onlar” gibi bir ayrım yapmak, toplumu kutuplaştırıyordu…
Erbakan Hoca kimseye danışmıyor, partide gençlerin önü açılmıyordu…
…
İlk aşama başarıyla tamamlanmıştı.
Sıra change aşamasına gelmişti…
Artık 30 yıllık Milli Görüş geleneğini temsil eden taban “ideolojik” söylemlerden sıyrılmalı ve egemen dünyanın şartlarıyla (liberal demokrasi, serbest piyasa ekonomisi vs.) uyumlu, yeni bir dil ve söyleme hazırlanmalıydı…
Fazilet Partisi dönemi, bu değişim aşamasını temsil ediyordu. Bu dönemde yapılan pek çok konuşma “Biz sizin için tehlikeli değiliz” mesajını taşıyordu. Amerika’ya gidiliyor, AB Büyükelçileriyle toplantılar yapılıyordu. Partinin Genel Başkanı Recai Kutan ABD ziyaretinde: “FP, AB’yi en heyecanla isteyen partidir” demişti. FP’nin değişimci yüzünü yazdığı yazılarla hararetle destekleyen Cengiz Çandar[2] da bu ziyareti öve öve bitiremiyor, Fazilet Partisi’nin Refah Partisi’yle arasında radikal bir fark olduğunu belirtiyordu. Bülent Arınç da FP genel başkanlığına adaylığını koyduğunda “değişim” vaat ediyordu. “İdeolojik partinin şansı yok, değişime ayak uydurmalıyız” demişti.[3]
Partinin bu yeni yüzüne, bu dramatik değişime, taban alışmaya çalışıyordu. O günlerde parti merkezine yapılan şikayetlerden biri bu aşamayı çok net bir şekilde özetliyordu:
“Eski söylemleri bıraktık, yeni söyleme uyum sağlayamadık, ne dediğimiz belli değil.”
O günlerde Ali Bayramoğlu da FP yöneticilerine “Aman ha! change aşamasındasınız, vazgeçmeyin” uyarısında bulunuyordu:
“O zaman mesele bu partinin yok olması değil, değişerek, değiştirici bir rol oynayabilmesidir.”
FP değişimi temsil ediyordu ama “yeni bir kimlik” için uygun değildi. 30 yıllık geleneğin/düşüncenin/reflekslerin terk edilmesi kolay olmuyordu. Üstelik arkada Erbakan Hoca varken bu hiç mümkün gözükmüyordu. Bunun için, yine bu hareketin içinden gelen genç ve yeni bir harekete ihtiyaç vardı.
O zamanlar basın sıklıkla FP’nin içinde böyle bir yenilikçi ve genç bir kanadın olduğunu söylüyordu. Bu kanat, Erbakan Hoca’nın başını çektiği gelenekçi kanattan kopmadıkça partide kimi değişimler yapmak mümkündü ama yeni bir kimlik vermek çok mümkün görünmüyordu.
Artık yavaş yavaş refreezing aşamasına geliniyordu…
Lâkin bu kanadın FP’den ayrılıp yeni bir parti kurması tabanda çok olumlu algılanmayabilirdi. FP’nin kapatılması bunun için bulunmaz bir fırsat olmuştu. Partinin kapatılmasının akabinde Recep Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç ve Abdullah Gül’ün liderliğinde AK Parti kuruldu.
Milli Görüş ise Saadet Partisi’ni kurdu. İlk seçimlerde AK parti tek başına iktidar olurken, Saadet %2,5 oy almıştı. Erbakan Hoca’dan intikam alınmıştı. 40 yıllık Milli Görüş tarihe gömülürken, siyaset sahnesine çıkan “yeni” bir parti Milli Görüş tabanını “muhafazakar demokrat” yapıvermişti. Halbuki Erbakan Hoca ömrü boyunca Demokrat Parti, Doğru Yol Partisi, ANAP gibi partilerle temsil edilen bu muhafazakar demokratlarla uğraşmıştı. “Biri meyhaneye sağdan, diğeri soldan giriyor ne fark eder; yok bunların birbirinden farkı” derdi.
AK Parti’nin kuruluşunun akabinde “yeni bir kimlik” ve “yeni bir dil” oluşturulduğunu ortaya koyan pek çok yazı, belge, konuşma bulunmaktadır. Ancak Parti’nin kurmaylarından Vecdi Gönül’ün Avrupa Konseyi Siyasi İşler Komisyonu raporuna koyduğu şu ifadeler bu durumu belgelemesi açısından çarpıcıdır:
“Refah Partisi laiklik karşıtı eylemleri nedeniyle kapatıldı. Onun yerine kurulan Fazilet Partisi de aynı gerekçeyle kapatıldı. Fazilet’ten sonra da bu partilerin devamı niteliğinde Saadet Partisi kuruldu. Faziletli bir grup milletvekilinin kurduğu AKP ise laik Cumhuriyete ve Atatürk ilkelerine saygılıdır.”
Yani Gönül, “Milli Görüş’ü temsil eden başka bir parti var. Biz artık yeni bir kimliği temsil ediyoruz; kapatacaksanız bizi değil onları kapatın” demeye getiriyordu.
***
AK Parti ilk yıllarını Milli Görüş’çü değil, “muhafazakar demokrat” olduğunu kanıtlamaya çalışmakla geçirdi. Eleştiriler devam ediyor, yazar-çizer takımı kuşkuyla yaklaşıyordu. Sonraki yıllarda partiye kapatma davası açıldı, ardı ardına darbe planları ve girişimleri devreye sokuldu. Bu arada Milli Görüş partilerine hiçbir zaman destek vermemiş olan Cemaat, AK Parti hükümetinin hep yanı başında oldu.
AK Parti zorluk ve sıkıntı yaşadıkça Cemaat’in yetişmiş kadrosuna daha fazla ihtiyaç duyuyordu. Böylelikle Cemaat de tarihinde hiç olmadığı kadar AK Parti’yle birlikte büyüdü.
Ne var ki, AK Partinin durumu, “kendisine darağacı olacak ağacı sulamak” gibi bir şeydi.
Hükümet klasik darbecilerin vesayetini bitirirken, “kendi darbecisini” kucağında büyütmüştü.
Belki de asıl kumpas buydu:
Bir darbeciyi tasfiye etmenin bedeli, bir diğer “darbeciyi” var etmekti…
Belki de asıl kumpas;
Milli Görüş’ü AK Parti’ye, AK Parti’yi Cemaat’e tasfiye ettirmekti…
***
Özetle,
28 Şubat ve 17 Aralık arasında pek çok fark var. Ama bir tek ortak nokta var ki, diğer farkları önemsizleştiriyor: Her iki operasyon da ABD yapımıdır.
Bugün ülkemize karşı yine uluslar arası Siyonist lobilerin yürüttüğü bir operasyon var.
Bu operasyon sürecini planlayanlar henüz unfreezing aşamasını işletiyorlar…
Ama tarihten ibret alabilenler için, şer gibi gözüken bu süreçte bir hayır olabilir.
Her hesabın üstünde Allah’ın hesabı, her tuzağın üstünde Allah’ın tuzağı vardır. Allah’tan niyazımız, Amerika ve İsrail’in karşısında duranların yardımcısı olmasıdır.
***
Vefatının 3. Yıl dönümünde Erbakan Hoca’yı rahmetle, özlemle anıyoruz…
[1] İngilizce “freeze” kelimesi, donmak/dondurmak anlamına geliyor. Buzdolapları için kullandığımız “difriz” (deep freeze) derin dondurucu anlamına geliyor. Donmuş bir buz kalıbının çözülmesi işlemine ise “unfreezing” deniliyor. Refreezing ise yeniden dondurma/yeniden şekil verme anlamına geliyor.
[2] Aynı Cengiz Çandar bugün, hükümetin kasetle düşürülmesi operasyonuna hararetle destek veriyor.
[3] Özellikle Fazilet Partisi dönemi ilişkin ayrıntılı bilgiler için bkz.: Siyasetin Sonu, Mehmet Bekaroğlu, Elips Yay.
