Nükleer Anlaşma Bitti Ama Zararlar Ve İhanetler Sürüyor

 18 Ekim 2025, yalnızca dünya siyaset takvimine göre değil, İran tarihinin sayfalarına da “acı ve maliyetli bir deneyimin resmen sona erdiği gün” olarak kaydedildi. “Bercam” (Nükleer Anlaşma) adlı bir deneyim, İran milletinin on yılını tüketti, ama ne vaatlerini yerine getirdi ne de siyasi, ekonomik veya güvenlik açısından ülkeye en küçük bir somut kazanç sağladı.

18 Ekim 2025, yani Nükleer Anlaşmadan on yıl sonra, tam da Muhammed Cevad Zarif ve Hasan Ruhani’nin 2015’te büyük bir heyecanla sözünü ettikleri “o vaatlerin” günüydü; O gün, onların ifadesiyle, “İran’ın dosyasının BM Güvenlik Konseyi’nde kapanacağı” ve ülkenin barışçıl nükleer dosyasının “güvenlik dışı” hâle geleceği vaat edilmişti, ancak şimdi, on yılın sonunda, İran dosyası Güvenlik Konseyi’nden çıkarılmadığı gibi, kararlar bölümünün sonu olması gereken 2231 sayılı karar, Güvenlik Konseyi kararlarının geri dönmesinin ve İran’a yönelik yeni tehditlerin habercisi haline geldi.

Nükleer Anlaşma, tüm o renkli vaatleriyle birlikte sona erdi ama zararlar, hatta ondan daha kötüsü olan gerçeklerin çarpıtılması ve siyasi sorumluluktan kaçış hâlâ sürüyor. On yıl geçti, ama bu başarısız deneyimin hesabını vermesi gerekenler, utanmazca hâlâ alacaklı bir tavırla ortalıkta dolaşıyorlar. Oysa kamuoyu bugün çok açıkça biliyor ki, İran’a dayatılan şey “diplomatik bir yanlış anlamanın sonucu değil, tam tersine siyasi safdillik, uluslararası ilişkiler biliminin mantığına güvensizlik, ve “uluslararası anlaşmaların ve uluslararası hukukun bağımsız ülkelerin haklarını koruma konusundaki değersizliğini ve yetersizliğini” kavrayamamaktan doğan bir sonuçtu.

Zarif Ve Ruhani’nin Hep Kaçındığı Soru: Nükleer Anlaşma’nın Amacı Neydi?

Ruhani, Nükleer Anlaşma’nın imzalandığı gün coşkuyla şu açıklamalarda bulunmuştu: “Bugün tüm yaptırımlar kaldırıldı.” Ama gerçek çok başkaydı. Uygulamanın ilk aylarından itibaren yaptırımlar kaldırılmadığı gibi, “füze yaptırımları”, “insan hakları yaptırımları” ve “terör yaptırımları” gibi yeni başlıklarla baskı mekanizmasının tüm yapısının aynen devam ettiği ortaya çıktı. ABD, Avrupa ve onların bölgesel müttefikleri, anlaşmanın yürürlüğe girdiği ilk günden itibaren, metni kendi keyiflerine göre yorumlayarak, İran üzerinde baskı kaldıraçlarını koruyacak yeni araçlar planladılar.

O dönemde Keyhan gazetesi ve çok sayıda bağımsız uzman defalarca şu uyarıda bulunmuştu: “Nükleer Anlaşma, yaptırımların “kaldırılması” değil, sadece küçük bir bölümünün geçici olarak askıya alınması anlamına geliyor o da ancak İran’ın tamamen tek taraflı tavrına bağlı olması halinde. Ama o dönemin müzakere ekibi, eleştirilere yanıt vermek yerine gerçeği basitleştirme yolunu seçti ve her türlü uyarıyı “aşırılık” ya da “engel çıkarma” olarak nitelendirdi.

Şimdi, on yıl geçtikten sonra, asıl soru şu: “Nükleer Anlaşma hangi amaçla imzalandı ve İran milleti için ne sonuç doğurdu? Ne Ruhani ne de Zarif, bu soruya dürüst bir yanıt vermeye hiçbir zaman hazır olmadılar. Onlara her defasında Nükleer Anlaşma’nın kazançları sorulduğunda, kesin cevap vermekten kaçındılar ve “savaşı uzaklaştırmak” ya da “ilişkileri normalleştirmek” gibi genel ifadelerle başarısızlığı gizlemeye çalıştılar. Ama hatta bu ifadelerin bile doğru olmadığı ortaya çıktı, çünkü 12 günlük savaş, Nükleer Anlaşma’nın bu ülkenin ulusal güvenliğine vurduğu darbeyi kanıtladı.

“Yaptırımların Kaldırılmasından Savaşın Gölgesine; Yenilginin Anlamı Nasıl Değiştirildi”

En azından ilk yıllarda, İran’da on birinci hükümet (Ruhani kabinesi), verdiği sözlerin görünüşünü korumaya çalışıyordu ve sürekli “ekonomik açılımlardan” söz ediyordu. “Yabancı sermayenin ülkeye akışı”, “petrol ihracatının artışı”, “İran’ın küresel bankacılık sistemine dönüşü” ve “Avrupalı dev şirketlerin ülkeye gelişi” gibi vaatler, Ruhani’ye yakın medya organlarında her gün tekrar ediliyordu. Ama ekonominin sahadaki gerçekliği bambaşka bir yönde ilerliyordu. Durgunluk, işsizlik ve enflasyon azalmadı, aksine, daha kronik bir hâl aldı ve üstelik hükümetin yanlış kararları yüzünden ülkenin altın, döviz ve para rezervleri büyük oranda yok oldu.

ABD’nin 2018 Mayısında Nükleer Anlaşmadan resmen çekilmesiyle, zaten kısmen askıya alınan yaptırımlar tamamı yeniden devreye girdi. Hem BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayanan hem de ABD’nin tek taraflı ve ikincil yaptırımları olan tüm sistem yeniden aktif hâle geldi. Bu aşamada Avrupa, görünüşte “arabulucu” rolü oynasa da, gerçekte Washington’un maksimum baskı politikasına tamamen katıldı. Buna rağmen Ruhani hükümeti ve bizzat Zarif, başarısızlığı itiraf etmek yerine, bu defa yeni bir davul çalmaya başladılar ve Nükleer Anlaşma’nın amacının “savaşın gölgesini uzaklaştırmak” olduğunu iddia ettiler. Ama bu iddia da gerçeklerle taban tabana zıttı. On yıllık Nükleer Anlaşma dönemi incelendiğinde görülüyor ki, İran bu süre zarfında ABD ve İsrail’den gelen en doğrudan askerî tehditleri yaşamıştır. Nitekim, dokuzuncu ve onuncu hükümetler döneminde (Ahmedinejad yıllarında), İran’a yönelik tehditler çok daha sınırlıydı. Buna karşın, Şehit General Kasım Süleymani’nin (2019) suikastı, Şehit Muhsin Fahrizade’nin (2020) şehit edilmesi, siber saldırılar, Natanz nükleer tesisindeki sabotaj ve nihayet 2025 yılı Haziran ayında (ABD ve İsrail’in İran’a düzenlediği askerî saldırı, bütün bunlar, sözde Nükleer Anlaşma’nın geçerli olduğu dönemde meydana geldi. Peki, tüm bunlar, “savaşın gölgesinin uzaklaşması” mıdır, yoksa “o gölgenin büyümesi” mi?

Nükleer Anlaşma: Ne Güvenlik Sağladı Ne Ekonomi

Müzakere ekibinin en temel bahanelerinden biri, İran’ın nükleer meselesinin “güvenlik dışı hâle gelmesi” iddiasıydı. Zarif ve yandaşları, Nükleer Anlaşma imzalandığında, İran’ın dosyasının BM Güvenlik Konseyi kapsamından çıkacağını ileri sürmüşlerdi ama pratikte, tehdidin sonu olacağının söylendiği 2231 sayılı karar, İran’a baskının devam etmesi için hukuki bir araç hâline geldi. Nükleer Anlaşmada ve bu kararda öngörülen “tetik mekanizması (snapback)”, nihayetinde anlaşmanın fiilen içten içe çökmesine yol açtı.

Batı, İran’ı güvenlik açısından “normal” hâle getirmek bir yana, Nükleer Anlaşma çerçevesini kullanarak ülke üzerinde tehdit ve baskı araçlarını korudu. Şimdi, on yıl sonra, Batı’nın Nükleer Anlaşmada asıl hedefinin barış ve işbirliği sağlamak değil, İran’ın güç üretme kapasitesini sınırlamak ve ülkenin bilimsel ilerlemesini engellemek olduğu net biçimde ortaya çıkmış durumdadır.

Uluslararası ilişkiler teorisine göre, “güvenlik konusu hâline getirilmek” ilk adım ve potansiyel savaş için hazırlık anlamına gelir. İlginçtir ki, 12 günlük ABD-İsrail saldırısı, Ahmedinejad ve Cevad Celili döneminde ve Nükleer Anlaşma öncesi BM Güvenlik Konseyi kararları sırasında değil, tam da Nükleer Anlaşma’nın on yıllık döneminde ve 2231 sayılı karar kapsamında gerçekleşti. Bu, İran’ın nükleer meselesinin normalleşmediği, hatta Nükleer Anlaşma ile İran’a yönelik tehdit ve baskıların meşruiyetinin sağlandığı anlamına geliyor.

Tetik Mekanizması: Anlaşmanın Tabutuna Çakılan Son Çivi

Nükleer Anlaşma aslında 18 Ekim 2025’ten çok önce ölmüştü. ABD’nin 2018’de tek taraflı çekilmesi ve Avrupa’nın görünüşte “INSTEX” vaadinde bulunup gerçekte Washington’a tamamen uyum sağlamasıyla, bu anlaşmanın sadece kâğıt üzerinde var olduğu anlaşıldı. Tetik mekanizmasının nihai uygulamasının devreye girmesi, Nükleer Anlaşma’nın resmi ve hukuki olarak sona erdiğinin işaretiydi. Ama ilginçtir ki, bu açık başarısızlığa rağmen, Nükleer Anlaşma’nın mimarlarından hiçbiri sorumluluk almak istemedi. Ruhani, konuşmalarında Nükleer Anlaşma’nın siyasi kazanımlarından söz ediyor, Zarif ise Nükleer Anlaşma karşıtlarını nankörlükle suçluyor! Oysa bu yıllar boyunca, savaşın gölgesi İran üzerinden kalkmadığı gibi, düşmanlar çok daha pervasız ve açık bir şekilde tehdit dilini kullandılar.

Cevap Vemek Yerine Tepki

Son on yıldır, 11. ve 12. hükümetlere ve Batı yanlısı liderlere Nükleer Anlaşma’nın neden başarısız olduğu sorulduğunda, verdikleri cevap bir iç saldırı oldu. Parlamentoyu ve füze savunma sistemlerini “sabotaj” ile suçlamaktan, medyayı ve devrimci kurumları eleştirmeye kadar, müzakere ekibinin kendisi dışında her şey suçlandı!

Yaptırımlar kaldırılmadığında, “sorumlu füzeler” dendi. Avrupalı şirketler yatırım yapmadığında, “siyasi ortam” suçlandı. ABD Nükleer Anlaşmadan çıktığında, “Trump öngörülemezdi” denildi. Tetik mekanizması etkinleştiğinde ise, yine Rusya ve Çin sorumlu gösterildi.

Bu öngörüler, Nükleer Anlaşma mimarlarının zihninde temelde hata kabul etmeye yer olmadığını gösteriyor. İran halkına dürüst bir cevap vermek yerine, sadece “kaçırılan fırsatlardan” bahsediyorlar ve ülkenin nükleer kapasitesinin büyük bir bölümünün kapatılması karşılığında tam olarak ne kazanıldığını asla açıklamıyorlar. Milletin karşısında dürüst cevap vermek yerine, yalnızca “kaybedilen fırsatlardan” söz ettiler ve hiçbir zaman, nükleer kapasitenin büyük bir bölümünden vazgeçmenin karşılığında ne elde ettiklerini açıklamadılar.

Bahaneler Sunarak Başarısız Bir Deneyimi Yeniden Yazma Çabası

Zarif ve Ruhani, tüm bu yıllarda, NükleerAnlaşmayı başarısızlıktan diplomatik bir deneyime dönüştürmeye çalıştılar. Ama gerçekler, anlatılardan daha zordu. Nükleer Anlaşma, küçük bir hata değil, stratejik bir hesaplama yanlışıydı. Batıya güvenmek ve gücün önemini göz ardı etmek üzerine kurulmuş temel bir hataydı. İlk günden itibaren, Keyhan Gazetesi ve birçok devrimci uzman, Batı ortak değil, stratejik bir rakip ve düşmandır diye uyarıda bulunmuştu. Ama Batıya güvenenler, sadece Washington’un aldatıcı vaatlerini duymakla yetindiler. Gülümseme ve müzakerenin, düşmanı işbirliğine zorlayabileceğini düşündüler. Oysa Batı, gülümsemeyi zayıflık olarak gördü ve baskıyı artırdı. Şimdi, on yıl sonra, Nükleer Anlaşma hedeflenen amaca ulaşamadığı gibi, tahmin edildiği gibi, İran’ın nükleer, ekonomik ve siyasi ilerlemesini sınırlayan bir araç hâline gelmiş oldu.

Zarif Neden, Batı Karşısında Sessiz Kalıyor Ve Doğu’ya Saldırıyor?

Muhammed Cevad Zarif’in son on yıldaki ve özellikle son bir yıldaki tutumuna dikkatle bakıldığında, çok önemli ve düşündürücü noktalar ortaya çıkıyor. İran milleti, ABD’nin en ağır yaptırım dalgası, İsrail’in nükleer tesislerde organize sabotajları, Şehit General Süleymani’nin suikasti ve nihayet 12 günlük ABD-İsrail savaşıyla karşı karşıya kaldığında, bir diplomat olarak Zarif’ten beklenen tavır, bu açık düşmanlar karşısında durmak olmalıydı. Ama Zarif, tüm bu olaylar sırasında eleştirisini ne Washington’a, ne Londra’ya, ne Berlin’e, ne Paris’e yöneltti, aksine Rusya ve Çin gibi ülkeleri hedef aldı. Bu tutum, Zarif’in hâlâ Nükleer Anlaşma temelleri üzerine kurulu yanlış zihniyetle düşündüğünü gösteriyor. Yani, Batı üzerinden açılım sağlama inancı ve ABD’ye bağımlı olmayan küresel güçlere güvensizlik. Oysa Rusya ve Çin, Batı’nın aksine, baskıya rağmen İran ile siyasi, ekonomik ve stratejik ilişkilerini kesmedi. Zarif, Rusya’yı nükleer meselenin normalleşmesini engellemekle suçluyor, oysa sorulması gereken soru şu; Nükleer Anlaşma krizinin asıl sorumluları Batı değil miydi? Hangi ülke İran’a en büyük zararı verdi; ABD mi, yoksa Rusya ve Çin mi? Zarif, şu basit soruya yanıt veremiyor: Son 22 yılda İran’a uygulanan yaptırımların tasarımcısı, uygulayıcısı ve sürdürücüsü kimdi? İran’a karşı tek taraflı ve ikincil yaptırımları Rusya ve Çin mi, yoksa ABD mi, koydu? Rusya ve Çin mi, Natanz ve Fordo tesislerinde sabotaj yaptı? Onlar mı, Şehit Süleymani’yi ve Şehit Fahrizade’yi şehit etti? Onlar mı İran’a ve askeri tesislerine saldırdı? Yoksa ABD mi?

Cevap açık: ABD ve Batı. Ama Zarif, düşmanın asıl adını söylemek yerine, stratejik ortakları hedef almayı seçiyor. O, Rusya’yı Nükleer Anlaşmada olumsuz bir rol oynamakla suçluyor, oysa asıl soru şu: ABD, İran’a yönelik tüm baskı ve yaptırımları kaldırma niyetinde olsaydı, Rusya ve Çin bu yolu nasıl tıkayabilirdi? Aksine, Zarif’in atıfta bulunmak yerine sessiz kaldığı veya muğlak ifadelerle görmezden geldiği, ABD ve Avrupa’nın ihanetine ve verdiği sözleri tutmamasına dair çok sayıda resmi kanıt mevcut.

22 Yıllık Deneyime Rağmen Yanıt Yok

Gerçek şu ki, son on yılda, İran her defasında Batı’ya güvenip iyi niyet gösterdiğinde, sonuç hakaret ve daha fazla baskı oldu. Reform hükümeti döneminde zenginleştirme faaliyetlerinin gönüllü olarak askıya alınmasından, Ruhani hükümeti döneminde birçok nükleer faaliyetin durdurulmasına kadar, İran’ın her geri adım atmasına yeni bir yaptırım ve tehdit dalgası eşlik etti. Reform hükümeti döneminde iki yıl süren müzakereler ve Ruhani’nin ardı ardına yaptığı geri çekilmelerden sonra, Batı, Guvernörler Kurulu’nun İran aleyhine 7 karar almasına rağmen, bu iyi niyete en ufak bir olumlu yanıt vermemekle kalmadı, İran’a şer ekseni denildi ve nihayetinde İran’ın konusunun Güvenlik Konseyi’ne sevk edilmesi için gerekli zemin Batı tarafından dokuzuncu hükümet döneminde değil, Reform hükümetinin sonunda sağlandı.

Zarif şu soruya yanıt vermeli: Bu 22 yıl içinde ABD veya Avrupa en ufak bir iyi niyet belirtisi gösterdi mi? Batı, Hatemi hükümetindeki gönüllü askıya alma sırasında baskıyı hafifletti mi, yoksa Guvernörler Kurulu’nun yeni kararlarıyla baskıyı yoğunlaştırdı mı? ABD, İran’ın Nükleer Anlaşma taahhütlerinin tam olarak uygulanması sırasında taahhütlerini yerine getirdi mi, yoksa aynı yarım yamalak başarıyı tek taraflı olarak geri çekilerek yok mu etti? ABD’nin anlaşmadan hiçbir ceza vermeden çekilmesine ve İran’a Nükleer Anlaşma öncesine göre daha ağır yaptırımlar uygulamasına, anlaşmadaki taahhütlerini en ufak bir şekilde yerine getirmemesine Rusya ve Çin mi sebep oldu?

İran’a yönelik düşmanlık azaltılacaksa, Tahran’ın Nükleer Anlaşmadaki tüm taahhütlerini beklenenden daha hızlı yerine getirdiği bir dönemde yapılması gerekirdi. Ancak gerçek şu ki, bu gerçekleşmedi, İran’ın güven inşası ve iyi niyetinin ardından Batı’nın talepleri arttı ve kibirleri daha da belirginleşti. Bu da sorunun İran’ın politikalarında değil, hiçbir bağımsızlığa tahammül etmeyen hegemonik sistemin doğasında olduğu anlamına geliyor.

Büyük Yalanın Tekrarı: Rusya Ters Veto ve Tetik Mekanizmasının Faili Mi?

Nükleer Anlaşma yanlıları, sorumluluktan kaçmak için, “Rusya, ters veto (reverse veto) ve tetik mekanizmasını tasarladı” yalanını ortaya attılar. Bu iddia, ilk kez Nükleer Anlaşma yanlısı çevrelerce dile getirildi ve ABD’li diplomat Wendi Sherman’ın belirsiz bir açıklamasına dayanılarak Rusya suçlandı. Ama bu yalan, Ali Ekber Salihi’nin (o dönemin Atom Enerjisi Başkanı) net açıklamalarıyla çürütüldü. Salihi, son aylarda Rusya’nın böyle bir mekanizmaya başından beri karşı çıktığını, çünkü ters vetonun Rusya ve Çin’in Güvenlik Konseyi’nde İran’a verdiği desteğin fiilen ortadan kalkacağını açıkça belirtmişti. Ancak İran müzakere ekibi, ulusal çıkarlarda ısrar etmek yerine, Amerika’nın taleplerine boyun eğdi ve nihai metne bu zarar verici maddeyi ekledi.

Yani bir diğer ifadeyle, eğer bugün veto mekanizması çalışmıyorsa, suçlu Moskova değil, hızlı ve dikkatsiz kararlarla tehlikeli hukuki maddeleri imzalayan ekip ve sonrasında sorumluluk almayan ekiptir.

Ulusal Çıkarlar mı, Yoksa Batıya Kör Güven mi?

Uluslararası sistemde tüm ülkeler kendi çıkarları doğrultusunda hareket eder. Rusya ve Çin de bu kuralın bir istisnası değildir, ancak fark şu ki, İran’a karşı asla kılıç çekmediler ve ABD ve Avrupa’nın aksine, İran milletine karşı savaş, saldırı, terör ve sabotaj araçlarını kullanmadılar.

Şimdi sormamız gereken şu, son 22 yılda İran’a en çok kim zarar verdi? İran milletine karşı tarihin en büyük ekonomik, askeri ve güvenlik baskı kampanyasını başlatan ABD mi, yoksa yaptırımların ve devam eden teknik ve güvenlik iş birliğinin en zorlu döneminde İran’ın yanında duran Çin ve Rusya mı? Basit bir bankacılık yükümlülüğünü bile yerine getirmeyen Avrupa mı, yoksa ABD tehdidine rağmen İran’la uzun vadeli ekonomik sözleşmeler imzalayan Çin mi?

Ancak Zarif, tüm pozisyonlarında asıl düşmana odaklanmak yerine eleştirilerini Doğu ülkelerine yöneltti. Yaptırımların tasarımcılarını ve terörün komutanlarını saymak yerine, Moskova ve Pekin’den yakındı! Bu, Batı yelpazesinin Batı’yı aklamak ve Batı dışı diplomasiyi zayıflatmak için yıllardır sürdürdüğü tehlikeli yanıltmanın ta kendisidir.

Saf Diplomasi

Kendini uluslararası ilişkiler teorisyeni olarak tanıtan Zarif, Rusya ve Çin’in Nükleer Anlaşmayı yok etme gücüne sahip olduğuna inanmasının ardındaki mantığı hiçbir zaman açıklamadı. Sonuçta, Nükleer Anlaşma’nın ana tarafları Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’ydı. Washington, beklenmedik bir şekilde yaptırımları kaldırmayı gerçekten planlasaydı, Moskova veya Pekin bunu engelleyebilir miydi?

Bu saf düşünce, uluslararası ilişkilerdeki güç mekanizmasına aşina olmamaktan kaynaklanıyor. Zarif ve ekibi, düşmanı “gülümsemelerle” ve “diyalogla” değiştirebileceklerini düşünürken, karşı taraf gülümseyen diplomasiyi bir zayıflık işareti olarak görüp baskıyı yoğunlaştırdı. Hatalarını meşrulaştırmak için Nükleer Anlaşmayı her ne pahasına olursa olsun korumak gibi iddialara başvurdular, ancak bu görünürdeki korumanın bedeli, ülkenin endüstriyel, ekonomik ve bilimsel kapasitesinin önemli bir kısmının kaybı oldu.

Tarihi Dikkatsizlik Ve Francesco Faciası

Bu dikkatsizlik örneklerinden biri, “Francesco Faciası” olarak bilinen olaydır. Nükleer Anlaşma yanlıları bile bugün bundan bahsetmekten utanıyor. Aşırı dikkatsizlik, her ne pahasına olursa olsun bir anlaşma imzalama arzusu ve maddelerin hukuki ve siyasi derinliğinin kavranmaması, ulusal çıkarların muğlak ve yoruma açık bir şekilde teslim edilmesinden başka bir şeye yol açmadı, üstelik sistemin kırmızı çizgileri müzakere ekibine defalarca vurgulanmıştı. Kendilerini “dünya diplomasisinin efendileri” olarak tanıtanların bu seviyedeki dikkatsizliği ihmalden değil, Batı’ya bakışlarındaki temel bir hatadan kaynaklanıyordu.

Nükleer Anlaşma Bitti, Ama Zararları Sürüyor

Şu an Ekim ayındayız ve Nükleer Anlaşmanın sadece bitmediğini, aynı zamanda geri dönüşü olmayan bir itibarsızlık noktasına ulaştığını gerçekçi bir şekilde söylemek gerekir. Ancak Nükleer Anlaşmanın kendisinden daha endişe verici olan, onu yaratan aynı düşüncenin siyasi yaşamının devam etmesidir. Bu düşünce, ulusal güce ve gerçek ortaklara güvenmek yerine, kritik anlarda Batı’ya bakmaya devam ediyor. Her zaman kaybeden bu ekibin ve caydırıcılık karşıtı düşüncesinin ülke diplomasisine ve dış politikasına geri dönmesi, son 22 yılda ne yaptırımları kaldıran, ne ülkeden tehdit ve savaş gölgesini kaldıran, ne de ülkeyi geliştiren, aksine birçok yasal hakkından gönüllü olarak mahrum bırakılmasına rağmen İran’ı en yüksek yaptırım, saldırı, sabotaj ve düşmanlık siciline sahip ülke haline getiren bir yolu devam ettirecektir. 22 yıllık müzakerelerin sicili ve birçok anlaşmaya rağmen en fazla askeri, güvenlik, ekonomik vb. tedbirin alınması, diplomaside tek bir gerçek başarı bile elde edemeyen bir ekibin şaheseridir.

On yıllık acı deneyim, İran milletinin bir kez daha aldatılmasını önlemeye yeter. Batı ne bir ortak ne de bir dosttur. Ancak bugün İran, on yıl öncesinin aksine, güçlü bir konumdan konuşuyor; füzeleri güvenlik garantisi haline geldi ve diplomasisi onur, çıkar ve bilgeliğe dayanıyor.

Nükleer Anlaşma sona erdi, ancak kayıplar ve ihanetler hâlâ şu tarihi bir dersin hatırlatıcısıtır:  Ne zaman müzakerelere içeriden saldırarak ve eli boş kalarak girilirse, ne pahasına olursa olsun anlaşmaya çalışışırsa, ne zaman içeride öfke, dışarıda gülümseme olursa, ne zaman önceki deneyimlere rağmen Batı’ya güvenilirse, sonuç geri kalmışlık, yaptırımlar ve tehditlerden başka bir şey olmamıştır ve İran kendi gücüne güvendiğinde düşman geri çekilmiştir. Bu deneyim, unutulacak bir anı değil, Batı ile anlaşma hayali kuran herkes için bir uyarı olarak geleceğe ışık tutmalıdır.

Keyhan Gazetesinden Tercüme Edilmiştir

Bu Haberi Paylaş
Yorum Bırakın