Baku-Tebriz-Iğdır üçgeninde yerleşik Azerilerin yaşadıkları bölgeler Safevi ve Kaçar devletlerinin yıkılmasından sonra üç ülke (İran, Rusya ve Osmanlı) sınırları içerisinde kalmış olup -kaderin cilvesi diyelim- bulundukları ülkelerin vatandaşlığına geçmişlerdir. Ayrı bir ifadeyle Safeviler Devletini kuran Azeriler İran coğrafyasında siyasal ve mezhebi birliği sağlamış, 235(1501-1736) yıl boyunca şimdiki İran’a ilaveten Afganistan’dan Irak’a, Güney Kafkasya’dan Hint Okyanusuna kadar geniş bir bölgede hakimiyet kurmuşlardır.
Yine Azeri kökenli Kaçarlar Devleti(1796-1925) döneminde İran coğrafyasının Aras Nehrinin Kuzeyinde kalan bölgeleri Çarlık Rusyası tarafından işgal edilmiştir. 1917 Bolşevik devrimiyle Çarlık Rusyasının yıkılmasını fırsat bilen Azeriler 1918 yılında kısa süreliğine de olsa bağımsızlık ilan etmiş olsalar da 1990 yılına kadar Sovetler Birliğine bağlı kalmıştır. Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte 1990 yılında Baku merkezli Azerbaycan Cumhuriyeti bağımsızlığına kavuşmuştur.
Bugünkü Türkiye coğrafyasında yaşayan Azeri toplumu ise ya Osmanlı-İran sınırlarının belirlenmesiyle sınırın Türkiye tarafında kalmış veyahut da Rus-Osmanlı, Rus-İran savaşları sırasında Kuzey’den Osmanlı topraklarına göçetmişlerdir.
Azerilerin büyük bir bölümü ister bulundukları coğrafi alan bakımından olsun ister nüfus bakımından olsun İran’da yaşamakta ve siyasal, toplumsal, ekonomik ve kltürel açılardan bu ülkenin en etkili kesimlerinden birini oluşturmaktadırlar.
Türkiyeli Azeriler bulundukları bölge açısından hassas bir konuma sahiptir. Bir tarafta tarihsel düşman sayıan Ermenistan sınırında , bir tarafta ortak tarih ve inançlara sahip oldukları İran’a yakın sınır bölgelerinde yaşamaları ve öte yandan Kürtlerin çoğunlukta olduğu Doğu Anadolu bölgesinde bulunmaları Türkiye Azerileri üzerindeki hassasiyetleri ister istemez artırmaktadır.
Bu hassas coğrafyada olmanın getirdiği konjoktürel durum Azerilerin omuzlarına ağır bir yük bindirmiş olup geçmişten beri kendilerini koruyucu bir güce sığınmak zorunda hissetmişlerdir. 60’lı yıllardan beri ise ırkçı/milliyetçi söylemlerle oyalanmış, çoğu defa siyasal partilerin emellerine alet edilmişlerdir. Vatan, bayrak, milli birlik söylemleri ve bunun yanısıra aşırı bir devlet, ordu, iktidar tutkusu gittikçe mezhebi kimliği gölgede bırakmıştır.
Türkiyeli Azeriler bütün bu baskılara rağmen kendilerini hep Ehlibeyt (as) muhibbi/ taraftarı olarak tanıtmayı uygun gördüler. Ehlibeyt mektebinin öğretileri olan sevgi, hoşgürü, muhabbet, kardeşlik, birlik- beraberlik gibi değerlere bağlı kalmayı tercih etmişlerdir.
70’li yıllardan itibaren yaşam şartlarının da zorlamasıyla yaşadıkları bölgenin dışına taşarak Türkiye’nin dört bir yanına göç etmiş, gittikleri yerlerde kurdukları camiler etrafında kimliklerini korumaya çalışmışlardır. Komşularıyla aralarında mezhep sorunları, fıkhi farklılıklar ortaya çıkınca kendilerini Caferi mezhebine bağlı müslümanlar olarak tanıtmışlardır.
“Caferi” tabiri daha çok fıkhi-ibadi ağırlığı olan ve genellikle Ehli Sünnet tarafından İmamiye Mezhebi mensuplarına verilen bir isimdir. Çünkü Sünni mezhepleri olan Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli mezhepleri İmam Cafer Sadık(as) dönemine rastladığı için Peygamber(sa), İmam Ali(as) ve takip eden masum imamlarla başlayan İsna Aşeri veya İmamiye mezhebine Caferi mezhebi demeyi tercih etmişlerdir. Türkiyeli Azeri Şiiler de böylece İmam Caferi Sadık (as) ismini kullanmaya alıştılar.
Dünya üzerinde, özellikle de bölgede ortaya çıkan siyasal-toplumsal gelişmeler ister istemez Türkiyeli Azerileri de yeni bir evrilmeye itmiştir. Küresel/bölgesel değişimler Caferilerin de bu değişim karşısındaki duruşlarını etkilemiştir.
İran’da ortaya çıkan İslam inkılabı ile başlayan uyanış, işgal ve sömürüye karşı direniş başta Batı Asya ve Kuzey Afrika ülkeleri olmak üzere dünya üzerinde derin etkiler bırakmış, devamında Arap Baharı süreci birçok ülkede yeni birtakım olumlu veya olumsuz değişimlere ortam hazırlamıştır.
Bölgdeki bu değişim sürecinde Türkiyeli Azeriler, Şii kimliğine doğru evrilmeye başladılar. Dünyadaki müsktebirlere karşı bu direniş ve uyanışı destekleyen, onları teşvik eden ülkenin İran olması ve İran denilince akla gelen ilk şeyin devrim, direniş, müstekbire karşı mücadele ve Şiilik olması ister istemez istikbar karşısında bir duruş sergilemeyi gerektiriyordu. Böylece özellikle genç nesil Azeri/Caferiler de “biz de Şiiyiz” demeye başladılar.
Azerilerin “Milliyetçi Caferiliğe” dönüşümü
Azerilerin dışındaki Türkiyeli diğer Şiilerin İslam İnkılab sonrası varlıklarını hissettirmeleri Şiiliğin daha yüksek sesle dillendirilmesini yardım ediyordu. “Şiilik kimliğini” daha çok üniversiteliler, okumuş kesim, siyasi aktivistler kullanmaya başladı. Çünkü dünyada artık anti emperyalist söylemler, siyasi duruşlar, sokak eylemleri İnkılabçı kesimi de harekete geçirmişti. Yani anti emperyalist duruşun, emperyal güce karşı direnişin simgesi olmaya başlayan “Şiilik kimliğinin” kullanılması rastgele olmamıştır.
Türkiye Azeri toplumunda dini otorite olarak görülen hocaların çoğu ve kırsal kesimdeki halk, Mektebe ibadi ve fıkhi açıdan baktıkları için “Caferi kimliğini” kullanmayı tercih ediyorlardı.
Yaşadıkları bölge itibarıyla milliyetçiliğe eğilim faktörleri baskındı. En küçük bir saldırıyla karşılaştıklarında hemen savunmaya geçip ırkçı/milliyetçi söylemler kullanmak bir seçenek olarak tercih edilir hale gelmişti.
Öte yandan tarihi-coğrafi- mezhebi etnik durumlardan kaynaklanan kaygı ve çekingenliklerden kurtulmak için başvurulan en güvenilir yöntemlerden biri de aşırı devletçi zihniyetti.
Azınlık, farklılık psikolojisi baskılama ve sindirilme korkusunu da beraberinde getirince, kendilerini ırkçı/milliyetçilerin kucağında buldular. Vatan haini damgası yememek en büyük kaygı oluvermişti. Bu endişler sonucunda“Milliyetçi Caferilik” doğmuş oldu.
Dindar kesim dışındaki Azeriler zikredilen etkenlerden dolayı onlarca yıl önceden beri milliyetçi kimliğine bürünmüştü zaten. Ama dindar kesimin çok azı – özellikle de İslam İnkılabından sonra- milliyetçliğe meyl etmişti.
Toplumda etkin olması, halkı eğitmesi beklenen alimlerin zamanı iyi okuyamamaları, küresel/bölgesel gelişmeleri göz ardı etmeleri sonucu 30-40 yıldan sonra bazı alimler çevresinde “Milliyetçi Caferi” bir nesil hortlamış oldu.
İslam inkılabı ile birlikte ortaya çıkan yeni paradigma/ dünya görüşü ilk olarak üniversitelileri etkilemişti. Büyük şehirlerde bilinçlenen üniversiteliler ile cami hocaları arasında bir fikir uyumsuzluğu başgösteriyordu. Ayrı bir ifadeyle camiler ve hocalar zamanın hızına yetişemiyordu.
Bir tarafta “Milliyetçi Caferiler”, diğer tarafta “İnkılapçı Şiiler” vardı. Bu kutuplaşma zahirde olumsuz gibi görünse de aslında yeniliği toplumda kabullenme sancılarıydı. Türkiyeli dindar Azeriler yavaş yavaş kabuğunu kırıp dışarı çıkmayı başarıyordu. Tabuları da kırmaya başlayarak tekelcilik, yukarıdan emir, abilik gibi klasik gelenekler artık etkisini yitiriyordu.
İktidarın yanında olma telaşı
Küresel değişim özellikle de Batı Asya’daki gelişmeler, direniş cephesinin gittikçe güçlenmesi, Filistin/Gazze meselesi herkesin dikkatini çekmiş, kimse bu gelişmlere kayıtsız kalamıyordu. Her kesim birşeyler söylemek, duruşunu ortaya koymak zorundaydı.
Milliyetçi Caferiler vatan, bayrak, millet, Sakarya sloganlarıyla çoktan iktidarın yörüngesine girmişti. İktidar ne derse o doğruydu, yetkililer neye karar vermişse, tarihin hangi yanında konumlanmışsa ona uyulmalı, itiraz edilmemeliydi.
İnkılap/Direniş hattı Şiilerin bir bölümü de zamanla birlikte değişime uğramaya başladılar; gücün, paranın, makam ve koltuğun tatlılığı onları da mest etmişti. Eskiden siyasi otoriteyle , partilerle işbirliği yapan İnkılap hattına ihanet etmiş sayılırdı. Derken iktidarın ulufeleri , sağladığı kolaylıklar sayesinde çoğu liberalleşmeye başlayınca, rejim oldu meşru, iktidar oldu ortak paylaşım merkezi.
İktidarın çekim alanına girdikten sonra “Caferi kimliğini” mi kullanırsınız yoksa “Şii kimliğini” mi artık fark etmiyordu.
Gerekçe de belliydi; Konjonktür, maslahat, zamanın şartları derken birde baktık ki iktidarın kucağında oturmuşuz.
Söylem antiemperyalist, antisiyonist idi. Anten takılmıştı ama ses var görüntü yok misali.
Bu durumda Velayet ekseni Şiiliğin doğması kaçınılmaz olmuştu. Az sayıda da olsa birileri yeni bir bakış açısı sunmaya başladılar. Bunlar galiba konjonktür, maslahat, şartların getirdiği zornluluklar gibi örülen duvarları yıkmaya kararlıydı. (daha sonra bunlar üzerinde genişçe duracağız).
Kısacası yukarıda değinilen değişimler sonucunda hiç de kabul edilemiyecek bir noktaya gelinmiş bulunuluyor.
Seküler Caferilik
Seküler ülkelerde din yapılanması bilinmeden Türkiye’deki Caferilerin evrildiği noktayı anlamak mümkün değildir.
Avrupa devletleri seküler sisteme bağlıdırlar. Bu sistemde din işlerini “dini cemiyetlere” bırakmışlar, dini merkezlerin, ibadethanelerin yapımı, ihtiyaçları, din alimlerinin eğitim ve ihtiyaçları bu cemiyetler tarafından üstlenilir.
Hırıstiyan Dini cemiyetler görünürde bağımsız olsalar da ontolojik olarak seküler devlete bağlıdırlar. İlke ve prensipleri devlet;, ibadet, dua, nikah, cenaze gibi dini rituelleri cemiyet belirler.
Yahudi dini cemiyetlerin yapısı biraz daha farklıdır. Yahudiler azınlık oldukları ülkelerde teşkilatlanıp tek çatı altında “ Yahudi Cemiyeti“ adıyla toplanmışlardır. Yüksek dini otoriteler, kendi dini kuralları çerçevesinde din adamlarını yetiştirip görev verirler.
Yaşadıkları ülkede her alanda özel statüye sahiptirler. Ne ontolojik, ne de organik olarak devlete bağlı değillerdir.
Seküler Batılı ülkelerde din devlet işlerinden ayrıdır ve din devletin kontrolündedir.
Türkiye’deki Ceferi alimleri şimdiye kadar Şii geleneği doğrultusunda hareket etmiş, hiç bir hükümete, hiç bir kuruma, hiç bir partiye bağlı olmamıştır. Mektebin ilkeleri doğrultusunda Siret-i Ulema ilkesini takip ederek geleneği korumuşlardır.
Ancak son yıllarda devletin ve siyasetin alanına girdikten sonra bazı alimler partilerle, iktidarla, muhalefetle ikili ilişkilere girmekten kaçınmamışlardır. Devletin ve İktidarın çekim alanına girdiniz mi yavaş yavaş ekolojik yapınız da değişmeye başlıyor, mevsimler gibi zamana göre değişiyorsunuz. Dini kriterler yerini devlet menfaatine bırakıyor, siyasi kriterler ölçü oluyor. Böyle bir durumda artık önceliğiniz devlet ve iktidar olur. Devletin güvencesi, himayesi altında, onun emrinde hizmet vermeye başlarsınız, yani devlet dinden ve inançtan önce gelmeye başlar.
Bu düşüncenin terminolojisi de üretilmiş; “devlet herşeyin üstündedir, devlet ne derse o olur, kimse devletten üste değildir, devlet olmazsa din olmaz, biz devlete bağlıyız, din devletin güvencesinde olmalıdır” gibi söylemler “Seküler Şiiliğin” doğuşunu haber veriyor.
Bu noktadan sonra düşünülen tek şey “şimdi Caferilerin din işlerini devletin şemsiyesi altında nasıl devam ettirebilirim,” olur.
Yasal engellere bakınca işler biraz zorlaşıyor. Çünkü devlet bütün din işlerini Diyenet diye bir kuruma bırakmış. Diyanetle aynı mezhebi paylaşmıyor, devletin din işlerinden sorumlu kurumunu onaylamıyorsanız size birr ara formül sunulur veya ara formül arayışına girersiniz.
Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı olmayan doğrudan Cumhurbaşkanlığına veya bir bakanlığa bağlı bir başkanlık da teklif/talep edilebilir. Adı ne olursa olsun, hangi makama bağlı olursa olsun Devletin şemisyesi altında „Caferilerin Din İşlerini” yürütecek bir kurum olması da yeterli görülebilir.
Son zamanlarda Caferiler adına çaba ve çırpınmalar ile bu amaçlanmaktadır. Ön hazırlıkları; yer, kadro, cemaat, yan kuruluşlar vs devlete sunuma hazır imajı veriliyor.
Devletin şemsiyesi altında Caferi diyaneti diye bir kurum oluşursa bu “Seküler Caferiliktir”.
Ulema ve mektebi hassasiyeti olan aydınların dikkatini bu tehlikeye, aşağıdaki hususlara çekiyorum:
– Masum İmamların İmamet ve Velayetlerinin öğretileri ve siyasi boyutları milli, ırki ve kavmi menfaatlerin güdümüne sokuluyor.
– Masum İmamların öğretileri dünyevî aidiyetlerden soyutlanıp halis evrensel manaları beyan edilmelidir.
– Cübbeli olayında Caferilerin imametin hakikatini henüz idrak edemedikleri anlaşılmıştır.
– İmamet milli, dünyevî, kavmi çıkarlara kurban ediliyor.
– Azeri/Caferilerin siyasi duruşunu bazıları yyanlış çizgide yönlendiriyor.
– Vahdet bahanesiyle siyasi otorite ve kurumlarıyla uzlaşmak/işbirliği yapmak mektebin ilkelerini hiçe saymaktır. Ortada vahdet yapılan Sünnilik adna bir kitle/muhatap yok ki adına vahdet denilsin, vahdet diye yapılan şey siyasi otorite ve kurumlarıyla uzlaşmadan başka birşey değildir
– Kendini alim, aydın, politikacı, kanaat onderi vb diye tanitanlar sadece kendi kurum, teskilat ve derneklerini temsil ederler, asla bu mektebin sözcüsü ve temsilcisi değildir.
Sabahattin Türkyılmaz
