Babası balıkçıydı. Ahmed, okuldan arta kalan zamanlarda ona
yardım ederdi. Ağları tamir etmeyi, denizin dilini dinlemeyi, sabrı ondan
öğrendi. Balığın az, İsrail’in ablukasının çetin olduğu günlerde, baba-oğul
sessizce oturur, gözleri ufukta kaybolan gemileri ararlardı. Annesi, Ahmed'in
ellerini sımsıcak zeytinyağlı sabunla yıkarken, "Okuyacaksın Ahmed,"
derdi, "Dünyayı göreceksin." Ahmed de inanırdı. Matematikte iyiydi,
özellikle geometri. Duvarları yıkık okulunda, öğretmeninin anlattığı
mühendislik derslerini büyük bir dikkatle dinler, Gazze'yi yeniden inşa edecek
binaların planlarını zihninde çizerdi.
Futbol tutkusu ise başkaydı. Mahalle arasında top peşinde
koşarken, Mısırlı Salah'ın kıvraklığını taklit etmeye çalışırdı. Ayakkabıları
eskidiğinde, lastiklerle sararak idare eder, topun patlak yerini defalarca
yamardı. Sahadaki o kısa anlar, kuşatılmışlığın ağırlığını unuttuğu tek
zamandı. Kardeşi Leyla'ya, "Büyüyünce seni de maça götüreceğim," diye
söz vermişti.
Sonra, o bildiğimiz ama asla alışamadığımız gün geldi:
Savaş. Gökyüzü yeniden demir yağdırmaya başladı. Sirenler, hayatın ritmini
paramparça etti. Ahmed'in geometri defteri, ailece sığındıkları okulun
sınıfının köşesinde kaldı. Futbol topu, evlerinin enkazı altında kayboldu.
Babasının teknesi, iskelenin yarısı göçtüğü için denize açılamaz oldu.
Hayaller, barınaklarda paylaşılan kuru ekmek parçalarına, susuzluğa, korkuya ve
dayanılmaz bir çaresizliğe dönüştü.
Ahmed değişti. Gözlerindeki deniz mavisi, derin bir hüznün
gölgesiyle karardı. Artık sadece hayatta kalmak, ailesini korumak için mücadele
ediyordu. Su taşıyor, erzak kuyruklarında saatlerce bekliyor, enkaz altından
komşularını çıkarmak için gece gündüz çalışıyordu. Bir gün, en yakın arkadaşı
Ali yardım dağıtım noktasına giderken bir saldırıda şehit düştü. Ahmed, Alin'in
cansız bedeninin başında, sessizce ağladı. O an, mühendis olma hayaliyle futbol
topunun peşinden koşan çocuğun son kalıntıları da gözyaşlarıyla toprağa
karıştı.
Bir sabah, annesinin hastalandığı haberini aldı. İhtiyacı
olan ilaçlar, abluka ve savaş yüzünden ulaşılamaz durumdaydı. Ahmed,
çaresizliğin verdiği bir tür sakin öfkeyle, "Yeter!" dedi. Artık
sadece beklemek, sadece hayatta kalmaya çalışmak yetmiyordu. Hayatını,
geleceğini, hayallerini çalan bu savaşa karşı durmak, direnmek istiyordu.
İnsanların, topraklarının, onurunun savunulması gerektiğine inanıyordu. Babası
göz yaşlarını tutamadı, annesi dua etti, Leyla korkuyla sarıldı. "Gitme
Ahmed!" Ama o, kaderini omuzlarında taşıyan bir ağırlıkla, "Benim
yerim burası artık," dedi. "Sizi korumak için."
Gitti. Bir daha dönmedi.
Şehadet haberi, bir sonraki bombardıman dalgasının ardından,
yaralı bir tanıdık tarafından ulaştırıldı. Bir ambulans konvoyuna yardım
ederken isabet almışlardı. Cesedine bile ulaşılamadığı söylendi. Enkaz altında
kaldığı, parçalara ayrıldığı fısıldandı. Leyla, kardeşinin eskiden denizi
seyrettiği dama çıktı. Artık deniz hala turkuaz maviydi, ama Ahmed yoktu.
Annesi, Ahmed'in çocukken kuşlara attığı ekmek kırıntılarını hatırladı. Babası,
tamir etmeyi öğrettiği ağları eline aldı, ama gözleri görmüyordu artık.
Ahmed'in hayat hikayesi, Gazze'deki sayısız şehidin
hikayesinin bir yansımasıdır. Bir deniz sevdalısı, bir mühendislik umudu, bir
futbol hayranı, bir aile sevdalısı, bir fedakar evlat, bir kahraman kardeş...
Tüm bu potansiyel, tüm bu güzellik, tüm bu sıradan ve olağanüstü umutlar, bir
savaşın acımasız dişlileri arasında yok oldu. Geriye, paramparça bir aile, bir
mahallenin yası, bir defterde yarım kalmış geometri şekilleri ve denizin
hüzünlü mavisi kaldı.
Ahmed, bir istatistik değildi. O, Gazze'nin ta kendisiydi:
Kuşatılmış, direnen, acı çeken, umut eden ve sonunda toprağına karışan... *Ruhu
şad, mekanı cennet olsun.*