Dreniş Şehitlerinin Efendisi Seyyid Hasan..

Allahümme salli ‘alâ Muhammed ve âl-i Muhammed

Günlerdir bir şeyler yazıyor, bir şeyler siliyor, hatta sesli mesajları metne döküyorum. Fakat gerçekten inanıyorum ki, Seyyid Hasan Nasrallah’ın bütün yönlerini ne kadar anlatırsak anlatalım, mutlaka eksik kalacaktır. Hangi özelliğini ele alırsak alalım, diğer yönleri eksik kalacak ve “şu da vardı” diyebileceğimiz bir insan, bir karakter var karşımızda. Buna rağmen bir gerçek var ki, onu tek kelimeyle ifade edebiliriz. Ben İmam Humeyni’nin bir videosunu izlemiştim; videoda bir alim onu övüyordu ve İmam Humeyni şöyle diyordu: “Beni överken beni eski halime döndürme, dua et ki ben adam olayım.” Hakikaten, Seyyid Hasan Nasrallah için de aynı şeyi söyleyebilirim: O, gerçekten adamdı. Tam anlamıyla adamdı. Eğer dini bir terim kullanmak gerekirse, ona uygun ifade “kul” olur; yani tam anlamıyla kul, Allah’a bağlı ve teslimiyet içinde bir kul. Hakikaten, Seyyid Hasan Nasrallah bir kuldu.
Hizbullah denince, dünyada insanların gözünde ilk akla gelen isim Seyyid Hasan Nasrullah’tır. Bu yüzden konuşmama, direnişin kitabı olan Kur’an-ı Kerim’den, bize küçükken “Hizbullah ayeti” diye anlatılan ayetleri okuyarak başlamak istiyorum. İnşallah bu ayetlerde, Seyyid Hasan Nasrallah ve direniş erlerinin karakter ve kişiliklerini ete kemiğe bürünmüş hâliyle göreceğiz.
Mâide Suresi, 56. âyet (Hizbullah âyeti):
“Kim Allah’ı, Resûlü’nü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Hizbullahilerdir.”
Mücâdele Suresi, 22. âyet:
“Allah’a ve âhiret gününe inanan bir toplumun, onlar kendilerinin babaları veya oğulları veya kardeşleri ya da akrabaları olsa da, Allah’a ve Peygamberine karşı gelenlere sevgi beslediklerini göremezsin. İşte onlar, kalplerine imanı yazdığı, katından bir ruh ile desteklediği kimselerdir…”
Seyyid Hasan Nasrallah’ı belki de diğerlerinden ayıran en önemli şey, Arap olmasına ve Araplar arasında çok tanınmasına, hatta onlar tarafından lider olarak görülmesine rağmen, onun velayet-i fakih’e olan mutlak bağlılığıdır. Kendisinin de dediği gibi, başarılarının sırrı işte bu bağlılıktır. İşte bu, onu herkesten farklı kılar.
Seyyid Hasan Nasrallah, Ayetullah Misbah Yezdi ile görüşmesini anlatırken şöyle dedi:
“Bizim velayetten anladığımız şudur: Eğer veli bir işin yapılmasını isterse ona itaat ederiz. Eğer bir şeyden men ederse ondan uzak dururuz. Bazen de ona olan tanıma derecemize göre niyetini sezer, ona göre bir işi yapar ya da ondan uzak dururuz.”
Ayetullah Misbah Yezdi biraz başını salladı ve kesin bir sesle şöyle dedi:
“İşte gerçek velayet budur.”
Seyyid Hasan Nasrallah’ın Velayet-i Fakih’e olan bağlılığını en net biçimde ifade eden sözlerinden biri şöyledir:
“Velayet-i Fakih’e sadakatimiz, zaferimizin anahtarıdır. Bu, İmam Humeyni’nin yoludur; biz onun askerleriyiz ve bu yolda Filistin’e kadar yürürüz.”
Bu söz, onun yaşamındaki gücün kaynağını gösterir: Seyyid Hasan Nasrallah, gücünü Allah’a, Peygamber’e, Ehlibeyt’e ve Velayet-i Fakih’e olan mutlak sadakatinden alır. Onun direniş çizgisi, bu bağlılığın bir tezahürüdür.

Seyyid Hasan Nasrallah fırsat bulduğu gerekli gördüğü her an da velayet-i fakih’e olan bağlılığını dile getiriyordu. Yine konuşmalarından birinde çok net ifadeler kullandı:
“Biz büyük bir savaşın tam ortasındayız. Amerika ve İsrail komuta çadırımızı kuşatma altına almış durumda. O çadırın gerçek komutanı zamanımızın İmamı Rehber Hamaney’dir. Merkez ise İran İslam Cumhuriyeti’dir. Bu sözler duygusal bir heyecanın ürünü değil; tarihe bırakılması gereken sadakat ve hakikat notlarıdır. O bizim imamımızdır, komutanımızdır, çağımızın Hüseyin’idir. Bu savaşta tarafsızlık diye bir şey söz konusu değildir. Ya Hüseyin’in yanında olursun ya da Yezid’in safında.
Biz Hüseyin’in yolunda iradesi, ambargo, kuşatma, fakirlik ve aşkla asla kırılmayacak bir halkız. Eğer Hüseyin’in komutanı bize dese ki “İşte şimdi sizin için o gece geldi,” biz de Rehber Hamaney’e şöyle deriz: Allah’a yemin olsun ki ey komutanımız, eğer hepimiz bir bir ölsek, ardından cesetlerimiz yakılsa ve küllerimiz rüzgâra savrulsa ve bunu binlerce kez tekrar etseler bile seni terk etmeyeceğiz, ey Hüseyin’in evladı.”
Bütün hayatını, sosyal ve cihadi alanlarda Kur’an ve Peygamber’in Ehlibeyt çizgisinde yürüten Seyyid Hasan Nasrallah, bu yaşamını velayete, yani Velayet-i Fakih’e olan mutlak bağlılıkla ete kemiğe büründürmüştür.
Doğum ve Çocukluk
Seyyid Hasan Nasrallah, 31 Ağustos 1960 tarihinde Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta, yoksul ama onurlu bir ailede doğdu. Babası Seyyid Abdul Kerim Nasrallah, sıradan bir esnaf olarak geçimini sağlıyordu; annesi ev işlerini ve çocuklarını yetiştiren, dindar bir kadındı. Diğer çocuklar oyun oynarken, o Kur’ân okumayı ve anlamayı tercih etti. Bu eğilim, erken yaşta dini merakının ve disiplininin göstergesiydi ve ilerleyen yıllarda hem ilim hem de liderlik alanında temel bir alışkanlık haline geldi.
Seyyid Hasan Nasrallah, Lübnan İç Savaşı’nın başladığı yıllarda henüz 15 yaşındaydı. Güney Lübnan’a göç ettikten sonra, Emel Hareketi’ne (Mahrumlar Hareketi) katıldı. Ancak Seyyid’in asıl tutkusu ilim ve dini eğitimdi. Bu nedenle Necef’e gidip eğitim almak istedi. Necef’e gitme kararı ailesi için büyük bir kaygı kaynağı oldu. Çünkü o dönemde Irak’taki siyasi ortam, özellikle Baas Partisi, Lübnan’dan gelen öğrenciler ve talebeler konusunda oldukça kuşkuluydu; misafir öğrenciler çoğu zaman gözlem altında tutuluyor, hatta bazen güvenlik riskleriyle karşılaşıyordu.
Seyyid Hasan, ailesini ikna etmek için şöyle bir yaklaşım geliştirdi: “Eğer burada kalırsam, sadece Emel Hareketi’nde aktif olacağım, direniş faaliyetlerine katılacağım; ama ilim öğrenme ve derinleşme fırsatım olmayacak. Eğer Necef’e gidersem, eğitimimi sürdürebilirim, akademik alanda da kendimi geliştirebilirim.”
Bu sözler, ailesini ikna etti. Babası ve annesi, başta kaygılı olsalar da, Seyyid Hasan’ın azmi ve kararlılığı karşısında razı oldular.
Burada, dönemin önde gelen âlimlerinden dersler aldı. Özellikle Muhammed Bâkır Sadr ile tanışması, onun hayatında dönüm noktalarından biri oldu. Sadr, genç yaşta ona: “Sen bir lider olacaksın. Sen İmam Mehdi’nin askeri olacaksın.” (Rivayete göre, bu söz genç Nasrallah üzerinde derin bir etki bırakmış, liderlik ve direniş vizyonunu pekiştirmiştir.)
Necef’te daha sonra hayatına anlam katan, gerçek bir önder bir baba olarak gördüğü Seyyid Abbas Musavi ile de tanıştı. Musavi, Nasrallah’a hem ilmi hem manevi rehberlik yaptı. şekillenmesinde önemli bir rol oynadı.
Aynı dönemde bir rüya da onun bilinçaltında liderlik ve sorumluluk duygusunu güçlendirdi. (Rivayete göre, rüyasında bir arkadaşıyla birlikte İmam Musa Sadr’ın yanına gidecekleri sırada kötü niyetli bir adam içeri giriyor; Nasrallah onu durduruyor ve arkadaşının yardımıyla etkisiz hâle getiriyordu. Bu rüya, ona ileride direniş yolunda liderlik sorumluluğu taşıyacağına dair sembolik bir öngörü vermiştir.)
Necef’te 1976’da başladığı talebelik sürecinde, dini ilimlerin ilk bölümünü tamamlamış olan Nasrallah, 1978 yılında Irak rejiminin yabancı Şii talebeler üzerindeki baskıları nedeniyle Necef’i terk etmek zorunda kaldı. Bu dönemde Abbas Musavi ve diğer liderler de baskılar altındaydı; Muhammed Bâkır Sadr ise Saddam Hüseyin tarafından şehit edildi. Nasrallah’ın Necef’ten ayrılması, hem akademik hem manevi yolculuğunda dönüm noktası oldu.

Lübnan’a dönüşü, genç yaşına rağmen, Emel Hareketi’ne (Mahrumlar Hareketi) katıldı.
O yıllarda Emel Hareketi, Güney Lübnan ve Şii bölgelerde toplumsal örgütlenme, eğitim ve sosyal hizmet faaliyetleri yürütüyordu. O, burada öğretmenlik ve eğitimcilik faaliyetlerine katıldı; gençleri organize ediyor, onlara hem dini hem toplumsal bilinç kazandırıyordu. Mustafa Çamran ve Musa Sadr’ın idealleriyle şekillenen bu hareket, onun siyasi ve toplumsal farkındalığını güçlendirdi.
1982 yılında İsrail’in Lübnan’ı işgali sonrası, Emel Hareketi’nde faaliyetlerini sürdürmek artık daha zor hale geldi. Bu dönemde, hareketin bazı bölümlerinden ayrıldı ve Hizbullah’ın temellerinin atıldığı süreçte aktif rol almaya başladı. Henüz 1982’de, Hizbullah’a katıldığı ilk yıllarda, hem eğitimsel hem de stratejik faaliyetlerle hareketin gelişimine katkıda bulundu.

İran ve İran’dan Lübnan’a Dönüş
1987’de İran’a hem eğitimini tamamlamak hem de Hizbullah’ın İran temsilcisi olarak görev yapmak için İran’a gitti.
Bir gün Seyyid Abbas Musavi İran’a gelir ve Seyyid Hasan Nasrallah’a Lübnan’a dönmesini önerir. Başta Seyyid Hasan Nasrallah, eğitimini tamamlamak istediğini söyleyerek bunu reddeder. Ancak Seyyid Abbas Musavi’nin ısrarı devam eder. Seyyid Hasan Nasrallah, eğitimini sürdürmesi gerektiğini düşünür ve alimlerle görüşür; onlar da “Ne karar verirsen doğru karar odur” diyerek kararı ona bırakırlar. Abbas Musavi tekrar gelir ve “Karar senin, gelebilirsin” der. Seyyid Hasan Nasrallah ise “Eğer karar tamamen benimse, gelmeyeceğim. İran’da kalacağım” der. Fakat Lübnan’da durum giderek kötüleşir; kardeşler birbirine düşmeye başlamıştır ve Emel Hareketi ile Hizbullah arasında ciddi bir çatışma vardır. Hatta ona, Emel Hareketi’nde aktif olan kardeşi Hüseyin’in, Hizbullah’taki kardeşlerini hedef almak için hazır beklediği söylenir. Bu uyarı üzerine Seyyid Hasan Nasrallah, durumun aciliyetini görür, eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalır ve Lübnan’a döner.
Dipnot: Ironik bir şekilde, Seyyid Hasan Nasrallah’ın cezaevine girdiği tek yer İran’dır; yanlışlıkla orada hapse atılmıştır.
Liderliğe Geçiş ve Hizbullah’ın Güçlenme Yılları (1992 ve Sonrası)
1992 yılında, Şehit Abbas Musavi ailesiyle birlikte siyonist İsrail tarafından şehit edildikten sonra, Seyyid Hasan Nasrallah Hizbullah’ın liderliğine geçti. Bu, hem onun hem de hareketin kaderinde büyük bir dönüm noktasıydı.
Nasrallah, liderliğinin ilk yıllarında şunları öne çıkardı:
Direnişin stratejik planlaması
Toplumsal ve eğitim çalışmaları
Siyasi denge ve müzakere
Sadakat ve Velayet-i Fakih ilkesi
1992 sonrası yıllarda Hizbullah, Nasrallah’ın liderliğinde sadece askeri güç olarak değil; toplumsal ve siyasi boyutlarıyla da Lübnan’da kalıcı bir güç hâline geldi.

Seyyid Hasan Nasrallah’ın oğlu Hadi’nin şehadeti
Seyyid Hasan Nasrallah’ın oğlu Hadi, 1997’de dört arkadaşıyla birlikte operasyona giderken siyonistler tarafından şehit edildi. Bir süre sonra naaşlarının İsrail tarafında olduğu bildirildi; fakat İsrail, bu kişilerin arasında Hadi Nasrallah’ın olduğunu fark etmemişti. İsrailliler,” eğer Hadi’nin Hizbullah liderinin oğlu olduğunu bilseydik, onu mutlaka canlı ele geçirmeye çalışırdık” demişlerdir.
Seyyid Hasan Nasrallah’a Hadi’nin naaşıyla ilgili defalarca çeşitli teklifler yapılmıştır. O her seferinde, “Gidin, o cenaze onlarda kalsın; bizde bu savaşa kendini adamış Hadi gibi daha çok yiğit var” demiştir.
Bu sözleriyle, kendi oğlunu diğer hiçbir Hizbullah mensubundan ayırmadığını göstermiştir.
Seyyid Hasan Nasrallah oğlu Hadi’nin şehadetinden sonra yaptığı bir konuşmada:
“Şehit ana babalarıyla karşılaştığımda mahcubiyet ve utanç duygusuyla doluyordum. Onların gözlerine bakamazdım. Seyyid Hadi’nin şehadeti bu utancımı azalttı ve mahcubiyetin ağırlığına bir nebze olsa hafifletti.”
Burada Şehid Hâdî’nin bıraktığı vasiyet mektubundan babasıyla ilgili bir bölüm okumak istiyorum:
“Babam, önderim, sahibim ve rehberim, üstadım ve mürşidm. Aynı zamanda babam olan sana selam olsun. Selam olsun doğduğun güne, büyüdüğün, kıyam ettiğin, oturduğun, Kur’an okuduğun, konuştuğun, hutbe okuduğun, uyuduğun ve uyandığın zamana. Varlığımın en derinlerinden sana selam olsun. Kalbim iştiyakla dolu. Selamım sana olsun ki senden peygamber kokusu geliyor. Senden rica ediyorum beni bağışla, hakkını helal et. Yine rica ediyorum helal et. Helal et, helal et ey sahibim ve önderim.”
Seyyid Hasan Nasrallah diyor: “Ben bu vasiyeti okuduğumda Allah Resulü şehid-i şühedâya şöyle buyurmuştugunu hatırlıyorum: ‘Ey Hüseyin, içimi bir ateş yakıyor. Kardeşlerin ve oğulların öldürülecekler. Hatta süt emen bebeğin bile.’ Hüseyin şöyle dedi: ‘Kabul ettim ve razı oldum.’ İşte bu kararlarımızın sırrıdır. Hüseyin’e ağlayarak her musibeti değersiz kılmak.”
Seyyid Hasan Nasrallah’ın inanç temeliydi bu: Teslimiyete ve zulme boyun eğmek yerine inanç ve adalet orada bir güç kaynağına dönüşmeye razı olmak.
Seyyid Hasan Nasrallah diyor: Hadi’nin şehadetinden birkaç gün sonra bir konuşma yapmam gerekiyordu. Kürsüye çıktım. Önümde çok fazla ışık ve kamera vardı. Ter içinde kalmıştım. Terle gözlük camlarım buğulanmıştı, bir şey göremiyordum. Terleri silmek için masadaki kâğıt mendile uzandım. Ancak aniden aklıma geldi; eğer böyle yaparsam İsrailliler gözyaşlarımı sildiğimi, oğluma ağladığımı düşünebilirlerdi. Mendili almaktan vazgeçtim ve yüzüm ıslak kaldı. Ama o gün düşmanımdan küçük bir kuşku bile gelmedi.”
Direnişin Yoğunlaştığı Yıllar ve Stratejik Gelişim (1993–2000)
1992’de liderliğe geçmesinin ardından Seyyid Hasan Nasrallah, Hizbullah’ı hem askeri hem toplumsal olarak güçlendirmeye başladı. Güney Lübnan’daki İsrail işgali, hareketin ana odak noktasıydı ve Nasrallah disiplinli, halkla bütünleşmiş bir direniş hattı kurdu.
1993’teki büyük İsrail operasyonlarında genç komutanları bizzat yönlendirdi, köylerde halkla toplantılar yaparak moral ve istihbarat sağladı. 1996’daki “Cennet Operasyonu” sırasında tünel sistemleri ve yerel direniş birimlerinin koordinasyonu onun direktifleriyle yürütüldü. Sivillerin korunmasına özel önem verilirdi.
Seyyid Hasan Nasrallah, Irak’ta bazen günlerce süren operasyon planları yaptıklarını anlatır. Amerika askerlerine karşı tüm detaylarıyla hazırlanan bu operasyonlar, elimizde olmayan sebeplerle sivil bir araç ya da insan oradan geçtiğinde, “Aman ona bir zarar gelmesin” diyerek iptal edilirdi. Bu, Seyyid Hasan Nasrallah’ın sivillere karşı ne kadar titiz ve sorumlu olduğunu, masumların zarar görmemesine verdiği önemi açıkça gösterir.
Siyonist İsrail, Hizbullah’ın bu muazzam yükselişi karşısında, 2000 yılında 22 yıl işgal ettiği Lübnan topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Bu, Hizbullah için açık bir zaferdi ve hem halk arasında hem de dünyada büyük yankı uyandırdı.
Seyyid Hasan Nasrallah, bu zaferin baş aktörüdür. Tarih boyunca Araplar İsrail’e karşı savaşmış olsa da, onu geri çekilmeye zorlayabilen tek kişi Seyyid Hasan Nasrallah olmuştur.
1998 yılında Hacı Kasım Süleymani ile ilk kez tanışmasini anlatiyot.. diyor ki; ” İlk bakışta kalbinin ona bağlandığını, tüm varlığını saran bir yakınlık hissiyle sanki yıllardır tanıyormuş gibi bir güven veriyordu.”
Düşündüğünde fark etti ki, Hacı İmad ve Hacı Kasım ikisi sahada. Bu iki deneyimin birleştirilmesi, Hizbullah’ı geçmişe kıyasla çok daha güçlü bir yapıya kavuşturabilirdi. Hacı İmad ve diğer Hizbullah komutanlarının da hayranlığını kazanmıştı. Seyyid Hasan Nasrallah, bu etkiyi şöyle özetliyor: “Rehber Hamaney’den sonra hiçbir İranlı bana böylesi güçlü bir etki bırakmamıştı. Ve bu etki yalnızca birkaç saat içinde oluşmuştu.”
Biri anlatıyor: Hacı Kasım’a sormuşlar, “Sen ne yaptın da Seyyid Hasan Nasrallah sana böyle derin bir bağlılık ve hayranlık duyuyor?”
Hacı Kasım : “Ne olmuş ki?”
Anlatıcı devam ediyor: “Ben Seyyid’e sordum: ‘İmam-ı Zaman ve Devrim Lideri’nden sonra kalbinde kim var?’ Seyyid Hasan dedi ki, ‘Hacı Kasım Süleymani.’”

Seyyid Hasan bununla yetinmemiş. Diyormuş ki, “Eğer Azrail şu an gelse ve sorsa, ‘Senin mi canını alayım yoksa Hacı Kasım’ın mı?’ Benim canımı alır. Çünkü Hacı Kasım, Rehber için çok önemlidir.”
Hacı Kasım ise cevaplamış: “Ben de Seyyid’e karşı aynı hisleri taşıyorum. Rehberden sonra, Seyyid bizim için Allah’ın hüccetidir. Tahran’da Rehberin huzuruna gittiği zamanlarda tüm görüşmelerde bulundum. Rehberin Seyyid’e karşı selamı ve kucaklaması o kadar sıcaktı ki, şimdiye kadar Seyyid’den başkasıyla böyle bir davranışta bulunduğunu görmedim. Ben, Rehberin Seyyid’i bu kadar çok takdir etmesine gıpta ediyorum.”
Bu diyalog, ikisi arasındaki bağlılığın ve derin saygının, aslında Allah’a, Peygamber’e ve velayet-i fakih’e olan teslimiyetlerinden kaynaklandığını gösteriyor.

2006 Savaşı
2006 yılında sınır hattı operasyonunsa Hizbullah, 3 İsrail askeri öldürdü ikisini esir alındı. Siyonist İsrail, bunun üzerine Lübnan’ı işgal etmeyi planladı ama Hizbullah’ın sert direnişi karşısında bir adım ilerleyemedi. Bu 34 günlük savaş, Seyyid Hasan Nasrallah’ı Arap dünyasında karizmatik ve kahraman bir lider olarak taçlandırdı.
Bu savaşta hacı kasım Süleymani bizzat kendisi Seyyid Hasan Nasrallah’ın yanında oldu.
Hacı Kasım, Seyyid Hasan Nasrallah’ın yanına gelince, Seyyid Nasrallah ona sarılarak şöyle dedi:
“Hacı Kasım, inanmazsın belki ama yanımda olmadığın bir gün bile yıllar gibi geliyor, Komutan Seyyid Hamanei nasıl?”

Hacı Kasım cevap verdi:
“Seyyid, benim için de senden ve direniş dostlarımdan uzak kalmak çok zor… Hele ki bu şartlarda. Buraya savaş bitene kadar sizin yanınızda olmak için geldim. Komutan Rehber Hamanei her zamanki gibi size ve cephedeki evlatlarına dua ediyor.”
Ardından ekledi:
“O kesin zafer sözü verdi. Dedi ki: ‘Bu savaş Ahzab Savaşı’na benziyor. Bütün küfür ele ele verilmiş, kalpler ağızlara gelmiş. Ama tevekkül edin; dim dik durun, zafer sizindir. Bu savaştan sonra siz sadece bir direniş değil, bölgesel bir güç haline geleceksiniz.’”
Seyyid Nasrallah, bu müjdeyi duyunca: “Bu müjde bize yetti,” dedi.
Hacı Kasım devam etti:
“Ayetullah Behçet de size mesaj gönderdi. Emin bir şekilde buyurdu ki: ‘Seyyid’e ve direniş askerlerine iletin: Siz kesinlikle bu savaşın galiplerisiniz.’”
Bu savaş, Seyyid Hasan Nasrallah’ın Lübnan halkı ve Arap dünyası tarafından bir kez daha takdir edilmesini sağladı. 2000’den 2006’ya kadar geçen bu dönemde, Seyyid Hasan Nasrallah sadece bir direniş lideri olarak kalmadı; aynı zamanda Arap dünyasında güvenilirliği, stratejik zekâsı ve cesaretiyle saygı duyulan bir lider hâline geldi ve Lübnan’da direnişin simgesi oldu.

Seyyid, o günlerden kritik bir anı şöyle anlatır:
“Önümüzde çok zor bir görev vardı. Yeraltındaki füzeleri çıkarıp hedeflere ulaştırmalıydık. Ama gökyüzünde İsrail’in casus uçakları, Akdeniz’de savaş gemileri hazır bekliyordu. Benim öldüğüm söylentileri halkın moralini sarsıyordu.
Güvenli bir hat üzerinden Hacı İmad ve Hacı Kasım’a ulaştım. İmad dedi ki: ‘Konuşmanı kaydedelim. Konuşma yayınlanırken füzeler ateşlensin. Sözün ekrana düşmeden hedef vurulursa, düşmanın kalbine korku, halkın kalbine umut iner.’
Hazırlıklar başladı. Füzeler tünellerden çıkarıldı, rampalara yerleştirildi. Ben kısa bir uykuya daldım ve o sırada rüyayı gördüm.
Rüyamda masum imamlar beni bir diğerine yönlendiriyor, nurdan bir zincir gibi Hz. Fatıma’nın huzuruna taşıyordu. Başımı eğmiş, yorgunluktan kederlenmişken Hz. Fatıma elini semaya kaldırdı ve içime bir ferahlık doldu.
Tam o anda uyandım, Hacı İmad ve Hacı Kasım’ın tekbir sesleri kulaklarımda. Odaya koştum; Hacı Kasım gözleri dolu, nefes nefese dedi ki: ‘Seyyid, rampada arıza vardı ama sen “Şu an karşınızda İsrail savaş gemilerini görüyorsunuz” dediğin anda füze fırladı ve hedefi vurdu.’
O gemiler en ileri teknolojiye sahipti; radar, sinyal karıştırıcı, füze saptırıcı… Ama o an, rüyada Hz. Fatıma’nın verdiği işaret ve bizim irademizle her şey tersine döndü.
Ben o an şunu anladım: Bu savaş sadece toprak için değil, hak ile batılın savaşıydı. Eğer Allah’a, Resulüne ve Ehlibeyt’e dayanırsak hiçbir zaman yalnız kalmayız.”

2011 Suriye Olayları
2011 yılına gelindiğinde Ortadoğu, “Arap Baharı” adı verilen ve birçok ülkede rejim değişikliklerine yol açan büyük bir dalganın içine girmişti. Arap Baharı’nın başlangıcı 2010 yılının sonlarında Tunus’ta ortaya çıkmış, kısa sürede Mısır, Libya, Yemen ve diğer bölgelere sıçramıştı. Ancak bu dalga, dışarıdan bakıldığında halk hareketi gibi sunulsa da derinlerde çok daha büyük bir planı taşıyordu. Direnişi doğrudan çökertemeyen İsrail ve bölgesel müttefikleri, direniş eksenini içeriden yıkmak için bu süreci bir fırsat olarak gördüler.
Arap Baharı birçok ülkede rejimleri değiştirdi fakat Suriye’de aynı sonuç alınamadı. Bunun nedeni;
Beşşar Esad’ın beklenenden güçlü duruşu,
İran’ın stratejik desteği,
Hizbullah’ın bölgesel tecrübesi,
Rusya ve Çin’in siyasi korumasıydı.
Arap Baharı’nın Suriye’de başarılı olamaması üzerine proje ikinci faza geçti. Bu defa sahaya ABD tarafından desteklenen radikal tekfiri örgütler sürüldü. Suriye-Irak hattında IŞİD/DAEŞ projesi devreye sokuldu. Amacı çok açıktı: Suriye’yi çökertmek, Beşşar Esad’ı devirmek ve İsrail-ABD ekseninin çıkarlarına hizmet edecek kukla bir rejim kurmak.
Tam da bu noktada Seyyid Hasan Nasrallah’ın uyarısı tarihe kazındı:

“Eğer Suriye tekfircilerinin ve Amerika’nın eline düşerse, direniş kapana kısılacak ve İsrail Lübnan’a girecektir. Suriye düşerse, Filistin davası da kaybolur.”
Bu söz, direniş ekseni için Suriye’nin ne anlama geldiğini özetleyen en güçlü cümlelerden biridir. Çünkü Suriye; İran–Hizbullah–Filistin arasında kurulan koridorun ana omurgasıdır.
Aynı dönemde Suriye ve Irak’taki tekfirci yapılara dair Seyyid Hasan Nasrallah çok net bir tanimla yaptı;

“Bunların ne dini var ne mezhebi, ne vatanı var ne milleti. Bunlar ne Suriyeli ne Arap ne Müslüman ne de Sünni. Bunlar, kalpleri, gözleri ve basiretleri kör olmuş, katillerden oluşan bir tekfirci grubudur… Bunlar, katillerin zihniyetinden beslenen katillerdir.”
Bu ifadeler, tekfirci çetelerin neye hizmet ettiğini ve sahadaki karakterlerini çok net açıklıyordu.

Suriye’deki olaylar Kuseyr bölgesine geldiğinde iş tamamen değişti. Tekfirci gruplar buraya yönelip sivilleri katletmeye başlayınca Seyyid Hasan Nasrallah’ın açık tehdidi geldi . O günlerde yaptığı açıklama, direnişin Kuseyr’de neden savaştığını açıkça ortaya koydu:
“Elinde silah olana karşı silahla savaşın. Ama sivillere silah doğrultursanız karşınızda bizi bulursunuz. Kuseyr’e girerseniz bunun bedelini ödersiniz.” bu sözleri o gün tekfirci çetelerden ciddiye alan olmadı ama ABD ve İsrail seyyidin asla yalan ve boş konuşmadığını biliyordu…

Hizbullah’ın Savaşa Girmesi ve Gidişatın Değişmesi 2013
Kuseyr’in ardından Hizbullah savaşın içine tamamen girdi. O günlerde uluslararası çevrelerde “Suriye düşüyor” kanaati hâkimdi. Fakat Hizbullah’ın müdahalesi, Seyyid Hasan Nasrallah’ın kararlı liderliği ve direniş ekseninin ortak duruşu Suriye’deki savaşın kaderini o gün için değiştirdi…

Seyyid Hasan Nasrallah, yıllar sonra Suriye savaşındaki duruşlarını şu cümleyle özetlemişti:
“Hesap gününde Allah’ın huzuruna çıktığımızda bütün âlem şahit olup görecek ki, biz Hizbullah olarak Suriye’de sadece tekfircileri öldürdük. Ben bunları söylemekten mesulüm. Tekfirciler Sünni değildir. Onların ne dini ne mezhebi ne de vatanları vardır.”
Bu tarihi cümle, Hizbullah’ın Suriye sahasındaki pozisyonunu net bir şekilde açıklıyordu.
Hacı Kasım Süleymani’nin Etkisi
Bu dönemde Şehid Hacı Kasım Süleymani’nin sahaya bizzat inmesi, koordinasyonu yönetmesi ve operasyonları yönlendirmesi ABD-İsrail planını neredeyse tamamen çökertti. Suriye ve Irak’ta direniş hattının ayakta kalması ve toparlanması onun sayesinde mümkün oldu.

Aksa Tufanı Sonrası
7 Ekim’i zaten biliyorsunuz… Hamas’ın Kassam Tugayları öyle bir baskın yaptı ki, gerçekten İsrail’in “kırılmaz” dediği bütün duvarlar bir anda çöktü gitti. Yani öyle bir gündü ki, İsrail kendi evinde bile kendini güvende hissedemedi artık. Bu olay, Filistin tarihi için neyse, İsrail için de kara bir gündü. Tam anlamıyla dönüm noktasıydı.
Ve bakın, Hamas o operasyonu yaptıktan sadece bir gün sonra, yani 8 Ekim’de, Hizbullah hiç tereddüt etmeden savaşa girdi. “Gazze yalnız kalmayacak” dedi ve gerçekten de yalnız bırakmadı. Hiç durmadı, hiç ara vermedi. Sınır hattında İsrail’e resmen savaş ilan etti.
Hizbullah Aksa Tufanı döneminde çok büyük işler yaptı. Özellikle kuzeydeki o Siyonist yerleşimlere öyle darbeler indirdi ki… Sen yıllarca Filistinlileri mülteci yapanları bilirsin ya… İşte o insanlar bir süre sonra, Hizbullah’ın füzelerinden ve dronlarından kaçıp kendileri mülteci olmaya başladılar. Bu ironiyi tarih yazdı.
Seyyid Hasan Nasrallah’ın savaşın başında verdiği talimat çok netti:
“Filistinlileri mülteci yapanlar bugün kendileri mülteci olacak.”
Hakikaten de öyle oldu. Bazı bölgeler tamamen boşaldı, insanlar korkudan bir daha evlerine dönemedi.
Hizbullah’ın böyle güçlü girmesinin bir sebebi daha vardı: İsrail’in ordusunun bir kısmını kuzeye çekmek, böylece Kassam’ın Gazze’de daha rahat hareket etmesini sağlamak. Yani Hizbullah’ın saldırılarının tamamı stratejikti; “Gazze nefes alsın” diye.
Bu süreçte bir şey daha çok net ortaya çıktı: Hamas’a fiilen destek veren gerçek anlamda tek taraf Şii direniş hattı oldu. Sünni ülkeler ortada yoktu… Ama Yemen’de Seyyid Abdülmelik el-Husi vardı — Allah ona güç kuvvet versin, selam olsun. Adam öyle bir Kızıldeniz ablukası kurdu ki, İsrail’in ekonomisini resmen dizlerinin üzerine çökertti. Bedeli de ağır oldu: Yemen bakanları, komutanları, hatta hükümet üyeleri şehit oldu. Ama geri adım atmadılar.
İran en üst düzeyde komutanlarini şehit verdi. Ve fiili 12 günlük bir savaşa girişti ve canlı yayınla tarihte ilk kez tel Aviv dahil bir çok siyanist isgalcinin başına günlerce yoğun şekilde füze indi.

Hizbullah ise bu savaşta çok ağır bedel ödedi. En sarsıcı olaylardan biri de şu meşhur “telsiz patlaması” saldırılarıydı. İsrail’in casuslukla düzenlediği bu saldırı binlerce savaşçıyı hedef aldı. Toplamda yaklaşık 5000 Hizbullah savaşçısı şehit oldu, binlercesi gazi. Kimisi gözünü kaybetti, kimisi kolunu…
Ve bütün bunların ardından Seyyid Hasan Nasrallah’ın yaptığı konuşma… Ben onu hayatım boyunca hep metanetli, hep dimdik, hep güçlü gördüm. Ama bu sefer yüzünde bambaşka bir acı vardı. Gerçekten yüreği yaralıydı. O kadar şehidin yükünü taşıyan bir babanın, bir liderin hüznü vardı yüzünde. O gün, onu ilk defa bu kadar kırılmış gördüm.

Ve o karanlık gün… nasıl anlatılır bilmiyorum. 27 Ekim 2024. O gün Siyonist İsrail, Seyyid Hasan Nasrallah’ın üzerine 80 ton bomba yağdırdı. Evet, tam 80 ton… Yanındaki birçok komutanla birlikte şehadet şerbetini içtiler. Hatta sadece bomba da değildi; kurtulma ihtimaline karşı ikinci bir saldırıyla üzerlerine gaz attılar..
Dünya öyle birini kaybetti ki, bunu tarif etmek gerçekten zor. Hayatım boyunca dostlarıma hep şunu söyledim: Ben Seyyid Hasan Nasrallah’a baktığımda Resûl-i Ekrem’i Emîru’l-Müminîn Ali Aleyhisselam’ı imam Hüseyin Aleyhisselam’ı görüyorum ve Onda, Velayet-i Fakih’e mutlak bağlı bir karakteri görüyorum diyordum. Şimdi ise yok ve ben kime bakacagimi nereye bakacagimi hiç bilmiyorum..
Vallahi imanım şuydu: O ölmeyecekti. İmam-ı Zaman’ın ordusunda komutanlık yapacak kişiydi. İnanışım böyleydi. Bu yüzden gidişi bende tamiri imkansız yaralar açtı…

En son ekranlarda gördüğümüz son konuşmasının son bölümü

“Kıılıca galip gelen kanın zaferi ile görüşürüz.
Şehadet ile görüşürüz.
Sevdiklerin arasında görüşürüz.
Allah’ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun.

Şehadetinden sonra yazmaya başladım; içimden taşan ne varsa döktüm. Sandım ki bu duyguları sadece ben bu kadar yoğun yaşıyorum, belki abartıyorum… Sonra Lübnanlı bir yazarın satırlarına baktım; benim cümlelerimin aynısını, hem de daha bilge bir dille yazıyordu. O an anladım ki bu acı, bu yas, bu sevgi sadece benim değil bütün iyi insanların ortak duygusuydu…
Bugün bile “şehit” demekte zorlanıyorum. Çünkü “şehit” dediğim zaman, sanki tarihte kalmış bir kahraman olacak… Oysa Seyyid Hasan Nasrallah dediğimde hâlâ yaşayan bir önderi, hâlâ nefes alan bir direniş ruhunu hissediyorum.
Vallahi bilmiyorum, Allah’ın huzuruna hangi yüzle çıkacağım… Ama bildiğim bir şey var: Seyyid Hasan Nasrallah’a ve aziz Rehberimize —Allah ömrünü bereketlendirsin— duyduğum sevginin, ahirette bana mutlaka fayda sağlayacağına imanım tamdır.

Seyyidim…
Bana dediler ki: “Seyyid Hasan Nasrallah’ı anlat.”
Ben yıldız mıyım ki ayı anlatayım,
ne de ayım ki güneşi anlatayım.
Ben ki senin sevginle Allah’ın huzuruna gitmekle övünen aciz bir kul..

Kendime bile seni tam anlatamamışken,
Seni nasıl anlatayım ki eksiksiz olsun?
Sen bir bakışınla milyonları ayağa kaldıran,
direnişin ta kendisi oldun.
Sen siyonizmin kabusu,
Abd ve siyonizmin planlarını bozan,
Kürsüde konuştuğunda Peygamberden (saa) ve Ali’den (as) esintiler getirirdin…

Seyyidim…
Seni anlatmak için kelimeler yetmez,
ömür yetmez.
Sen yasarken bile,
bir sembol,
bir bayrak,
Bir kiyam idin.
Bugün bedenen aramızdan ayrılmış olabilirsin ama Filistinli her çocuğun, her mazlumun zafer çığlığında yaşıyorsun..
Adın anıldıkça zalimler korkuyor,
müslümanlar umutlanıyor.
Seyyidim.
Allah senin kanını yerde bırakmasın.

Lebbeyk ya Nasrallah…
Lebbeyk ya Nasrallah…
Lebbeyk ya Nasrallah…

Bu Haberi Paylaş
Yorum Bırakın