Rasthaber – Hasan Kanaatlı “Din ve mezheplerin doğmasının sebeplerinden” birinin İHTİYAÇ ve UYUM olduğu ile başladığı yazısında bütün konuları birbirine karıştırmış; peygamberlerin kıssalarını, kadın-erkek eşitliği, insan hak ve özgürlüğü, kutsalların inkarı, ahlakın işlevliği, vicdan ve ruh, özellikle de aklı ön plana çıkarıp her şeyi akıl ile ölçmeye çalışmış.
Bir de yazısında kendisini yenilikçi, akılcı olarak gördükten sonra “Vicdan ekolüne” sahip olduğunu belirtiyor.
Şöyle diyor: “Müslümanlar arasında yeni oluşan “vicdan” ekolüne mensup olanlar da sufi ekolünün kollarından biridir. “Vicdan” ekolü, yenilikçi ve de akılcıdır.”
- Kanaatlı, “Vicdan ekolü” ilkeleri ile yazmış olduğu yazısında “Hurafe/Efsane” konusuna değinmiş ve Kur’an’da hurafe olduğunu iddia etmiştir.
Kur’an’da hurafe olduğu hakkında Şöyle diyor;
“Naslara tabi olan akıl mı, yoksa onlardan bağımsız olan akıl mı? Oysaki biz, naslardan bağımsız olan aklın korunmasını istiyoruz. Çünkü, naslara bağımlı olan akıl, “hurafe akıldır.”
“Bizler yalnızca Kur’an’da geçen hikayeleri tasnif etmeliyiz. Çünkü enbiyanın hikayeleri, şifreli hikâyelerdendir, hatta gerçek de olamayabilirler.”
“Hatta Kur’an’ın kendinde bile birçok hurafeler mevcuttur.”
- Kanatlı’nın yazısında belirttiği konulara kendi tabiriyle bilimsel ve akli yaklaşarak akli ve mantıklı cevap vermeye çalışacağız.
- Kanaatlı hurafe konusuna da Batılı filozofların mitoloji anlayışından, hurafenin kaynağını, nelerin hurafe ve efsane olduğu anlatımından ilham almış olarak Kur’an’a da onların penceresinden bakmıştır.
Hurafe ve efsanelerin doğuşu ve onları doğuran etkenler incelenmeden Kanaatlı’nın Kur’an’da hurafe olduğunu iddia etmesinin sebebini anlamak zordur.
Mitolojinin Tanımı ve İçeriği
Mitoloji sözcüğü, Yunanca masal anlamına gelen ‘Mythos’ ile kavramak fiilini temsil eden ‘Logos’ kelimelerinin bir araya gelmesinden oluşmuştur. Mitoloji; eski zamanlarda yaşamış milletlerin inandıkları tanrıların, kahramanların ve birçok başka varlığın yaşadığı olaylardan bahseden “Mit“ler ve efsanelerdir. (Şefik Can, 2011)
Efsaneler ve Mitler üç katagoride ortaya çıkmıştır;
– Evren, yaratılış ve kainatta vuku bulan olayların kaynağı hakkındadır. Yani bir kültürün evrenin nasıl yaratıldığına ilişkin görüş ve inançlarını açıklayan ve tanımlayan yaratılış mitlerdir. Mitler insan topluluklarının tabiat olaylarını ve evrenin görünüşlerini anlamlandırma ihtiyacından doğmuş anlatılardır.
– Tanrıya ait tasavvur; bütün toplumlarda özellikle de Antik Yunan’da “tanırların varlığı ve onların eylemlerinin sonucu” en fazla konuşulan konudur.
– Soylu kişiler ve Milli kahramanlara dair düşünceler/ Özhan Öztürk. Folklor ve Mitoloji Sözlüğü
Mitler/hurafe/efsaneler bağımsız, zati olarak yoktur.
Bilerek veya bilmeyerek göz ardı edilen bir nokta şudur; hurafe ve efsaneler bir hakikatin tahrifi sonucu ve ona benzemesinden kaynaklanır. Efsaneler kendi kendisine var olan masallar değildir. Tarihte var olan hakikatlerden esinlenerek efsaneler ve hayali karamanlar yaratılmıştır.
Allah, insan tarafından hiç tanınmamış ve bilinmemiş olsaydı insanlar ilahları uyduramazdı. Nemrut, Firavun gibiler ilahlık iddia edemezlerdi. Peygamberler olmasaydı yalancı peygamberler çıkmazdı.
İnsanlık tarihi ilim, akıl ve Tevhide inanan peygamber ile başlamıştır. Yani insanın ilk dünya hayatı ilim ve akıl ile başlamıştır. Mitolojide tanrı tasavvuru ve ilahların uydurulması orijinal Tevhid inancından esinlenerek, ona benzeyerek ortaya çıkmıştır.
Öyleyse insanlık tarihinin tek bir mitoloji tarihi yoktur; yani insanlık tarihi dünyaya tamamen hakim mutlak bir mitoloji dönemi yaşamamıştır; mitler hakikatlerin bir zamanlar hakim olduğu toplumlarda ortaya çıkar. Yani hakikatleri açıklayan her peygamber sonrası o toplumda efsane, hurafe ve cehaletin hakim olduğu bir mitolojik dönem olmuştur. Yunan Mitolojisi de bunlardan biridir. Antik Yunan’da felsefe ortaya çıkmadan önceki mitoloji, “insanlık mitolojisi” değil “Yunan mitolojisidir”.
Batılıların bu dönemi akıl, bilim ve felsefeyle geride bırakmaları sadece kendi mitolojilerinden kurtuluştur. Dikkat edilirse batılı filozoflar Antik Yunan’a hakim mitoloji öncesine pek değinmezler ve mitoloji öncesi o topluma nasıl bir atmosferin hakim olduğunu incelemezler veya incelemek istemezler.
Günümüz batı felsefe ve düşünce tarihi yazarları tarafından oluşturulan yanlış algılardan biri şudur; “insanlar Yunan felsefesi ortaya çıktıktan sonra düşünmeye başlamıştır, dolayısıyla insanlık tarihinin başlangıcı felsefenin ortaya çıkışıyla başlamıştır.” Halbuki insanın düşünmesi var olduğu ilk günden beri vardır ve felsefenin gündeme taşıdığı konular hakkında Antik Yunan’dan asırlar öncesinde beşeri toplumlarda da üzerinde durulmuş, konuşulmuştur.
Felsefe tarihçileri, felsefenin Yunan’da başlamasından önceki tarihi mitoloji olarak adlandırırlar; yani efsanelerin dünyaya hakim olduğu zaman olarak tanıtırlar. O zamandaki insanlar düşünemez, akıl edemez, bir şeyi gözlemleyemez, bir konu hakkında bilgi edinemez, mağarada yaşıyorlarmış gibi bir imaj oluşturuluyor. Neticede akıl ile bağdaşmayan hurafelerin hakim olduğu toplumlar akla gelir.
İnsanlık tarihi peygamberlerle başlamıştır İlk insan ilim, irfan ve hikmetle dolatılmış bir peygamberdir. İlk düşünce Semavi kelamın beyan ettiği konular olmuştur. Yeryüzüne mutlak cehalet asla hakim olmamıştır. İlim ve hikmetle başlayan insanlık tarihinin tahrif edilmesi hurafe, efsane ve cehaletin doğmasına sebep olmuştur. Cehaletin çıkış sebepleri ve mitlerin oluşma etkenleri incelenmesi gerekirken, semavi ilim ile başlayan yeryüzü yaşantısı metafizik alemle bağından dolayı yargılanır olmuştur.
Hurafe ve efsaneler bu semavi/metafizik öğretiler tahrif edildikten sonra ortaya çıkmıştır. İnsanlık tarihini anlatırken taş devrini, mağara devrini anlatarak insanın cahil, hiç bir şey bilmeyen, düşünmeyen bir varlık olarak dünyaya geldiği ve bütün bilgileri düşünerek ve tecrübe ile ele getirdiklerini ve bunu da kendilerinin yaptığı düşüncesini empoze etmeye çalışıyorlar.
Kısacası insan denen varlık yeryüzüne ayak bastığı ilk günden asla mutlak cehalet dönemi olmamıştır. Taş devri, mağara devri olmamıştır. İnsanlık tarihi ilim, irfan sahibi peygamberlerle başlamıştır.
Mitolojiyi oluşturan etkenler
Mitolojinin oluşmasına sebep olan dört önemli faktör vardır;
1-Vahiyi inkar etmek; Vahiy, metafizik epistemolojisini beyan eder; ilmin kaynağını, cehaletin oluşma sebeplerini, yaratılışın hedefini, ilk insanın yaratılışını, nasıl yaşanılacağını insana öğreten tek hatasız kaynaktır. Vahiyden uzaklaşmak cehaletin ve mitlerin oluşmasına ortam hazırlar. Vahiyden uzaklaşmak sadece inkar etmek değildir, vahyi tahrif etmek, hurafelerle doldurmak özellikle de metafizik epistemolojiyi reddetmek vahiyden uzaklaşmak ve mitlerin oluşmasına zemin hazırlayan en önemli etkendir. Kusursuz ve hatasız bilgi içeren ilahi ilim Vahiy’den uzaklaşılırsa, kusurlu ve hata dolu bilgi gelir ve bu da hurafe ve efsanelerin oluşmasını sağlar.
2-Peygamberlerden uzaklaşmak: Yaratıcının indirdiği vahyi insanlara ulaştıran en güvenilir, sözünde batıl ve yanlış olmayan seçkin insanlardır. Her peygamber için “Resulun Emin” tabir kullanılıyor. Hem vahyi almada hem de pratize edip canlı örneğini göstermede peygambere ihtiyaç vardır.
Peygamberlerin en büyük özelliği yaşadıkları toplumlarda yaşam tarzları, ahlak, ilim ve erdemleriyle en güvenilir ve üstün insanlar görülmeleridir. Peygamberler kendi toplumlarında vahiy almadan önce güvenilir, doğru sözlü, adil olarak tanınırlardı. Müşrik, kafir, putperestlerden hiçbirisi peygamberlerin doğru sözlü, emin, adil olduğunda şüphe etmemişlerdir.
Peygamberden uzaklaşmak doğruluktan, adaletten, doğru sözden ayrılmak anlamına geldiğinden ondan uzaklaşmak hurafe ve efsanelere yönelmeye sevk etmiştir.
Peygamberlerden uzaklaşmaktan maksat fiziki ve coğrafik uzaklık değildir. Peygamberin manevi, ilmi, ahlaki, düşünce ve itikadından uzaklaşmaktır.
3-Aklı kullanmamak; İnsan aklı batini hüccettir. Akıl, hem vahyi anlamada ve kabul etmede, hem de pratize etmede en kamil araçtır. Peygamberler olmasa akıl tek başına her konuyu halledemese de birçok temel konuları idrak edebilir. Hak ile batılı, gerçek ile yalanı, doğru ile yanlışı ayırt edebilecek güce sahiptir. Aklını kullanmayan insanların hurafe ve efsane peşinde koşmaları kaçınılmaz olacaktır.
Kur’an, insanların akıllarını kullanmasıyla ilgili yüzlerce ayet içermektedir.
Hz. Ali (as) peygamberlerin gönderiliş sebebini beyan ederken buyuruyor; “Peygamberler insanların akli hazinelerini ortaya çıkarmak için mebus olmuşlardır….”
4- Diğer toplumların mitlerinden etkilenmek: Milletler ve toplumların kendi mitleri olmasıyla birlikte diğer inançlardan ve mitlerden de etkilenmişlerdir. Her toplum çevre bölgelerde yaşayan toplulukların mitleri ve inançlarından büyük oranda etkileşim gösterir. Arap mitolojisi de Hristiyan, Yahudi inancından ve diğer milletlerin kültürlerinden etkilenmişlerdir. Çünkü tahrif edilmiş Eski Ahid ve Yeni Ahid’in hikâye ve sembollerinde mitolojik öğeler bulunmaktadır bunun sebebi de içerisinde ilâhî-beşerî ilişkilerin anlatıldığı bütün hikâyeler mitolojik bir yapı taşıyor olmasıdır.
“Çoğu efsanenin başlangıç noktası aynı iken değişik coğrafya ve kültürlerden etkilenerek farklılaşmış birden farklı anlatı haline dönüşmüş, orijinal olanı ancak mitologların anlayabileceği kadar kompleks hale gelmişlerdir”. / Özhan Öztürk. Dünya Mitolojisi
Kavram karmaşası
- Kanaatlı’nın bu konuda yaptığı yanlışlardan biri de “Terminoloji” alanındadır. Şöyle ki hurafe, efsane, hayal, kurgu kavramlarını aynı manada kullanıyor. Kendi aklının almadığı, vicdanın kabul etmediği bir konuyu hayal, hurafe, efsane olarak değerlendiriyor. Her kavram çıktığı inanç ve ekol içerisinde ele alınmalı ve o ekolünün terminolojisinde incelemesi gerekir.
Şöyle diyor: “İnsanların ekseriyeti hurafe şeylere muhabbet besler. Yani insanların çoğu, aklıyla değil, hayalleriyle yaşar. Dinin varlık sebebi de zaten hayaldir.”
Dikkat ederseniz hurafe ve hayali aynı şey sanmıştır. Halbuki “hurafe ve efsane” insanların hakikatlerden esinlenerek uydurdukları şeylerdir ama “Hayal” Allah’ın insana bahşettiği en büyük nimetlerden biridir. Çünkü “hayal gücü” olmazsa insanın sanat, mimarlık, müzik, ressam…vs alanlarda tefekkür, yaratıcılık, üreticilik, yenilik sunması imkansız olurdu.
Sn. Kanaatlı’nın, Kur’an’da peygamber kıssalarını hurafe olarak değerlendirmesinin itikadi sakıncasına ve nakli delillerle batıllığı hakkında alimler gereken cevabı vermişlerdir.
Hurafe ve efsanelerin oluştuğu mitolojiyi inceledikten sonra şunu konuşmak gerekir; Kur’an bu mitlerden etkilenmiş midir, muharref Tevrat ve İncil’den alıntı yapmış mıdır?
Bilinmesi gerekir ki, Peygamberlerin kıssalarının Tevrat, İncil veya diğer kitaplarda zikredilmesi gayet doğaldır çünkü insanlık tarihini incelerken insanlık tarihinin omurgasını peygamberler tarihi oluşturur diğer tarihi olaylar peygamberlerin siretinin etrafında gerçekleşmiştir.
İnsanlar peygamberler tarihini, tahrif olmuş Tevrat ve İncil’den alındığı için hurafelerle doldurulmuş bir peygamberler tarihine sahiptirler. Kur’an’ın mucize yönlerinden birisi de tarihi gerçekleri akli ve vicdani bir beyanla anlatmasıdır. Bu konuların Tevrat ve İncil’de geçmesi Kur’an’ın onlardan aldığı anlamına gelmez. Peygamberler tarihinin tahrif edildiği alanları ıslah etmiş ve hurafeleri yok etmiştir.
Kur’an insanlık tarihini başından sonuna kadar en güzel ve en doğrusunu açıklayan hatasız bir kaynaktır.
„Sana bu Kur’an’ı vah yederek kıssaların en güzelini hikaye edeceğiz ve bundan önce sen elbette onu bilmeyenlerdendin.” Yusuf/3
Kur’an, ilk insan Hz. Adem (as) ile son peygamber Resulullah’ın (saa) arasında gelmiş insanın kaderinde etkisi olan evrensel değerleri beyan eden peygamberlerin kıssalarını anlatır. Bu kıssaların dışında insanlık tarihi yoktur, her ne yazılıp çizilmişse, bölgesel, zamansal, kavmi, milli, ulusal bilgiler ve hikayeler olup evrensel değerden yoksundur.
Bundan dolayı Kur’an kıssalarını, milletlerin, kavimlerin uydurduğu mit, masal, efsane gibi algılamak kasıtlı tahriftir. Milletlerin dini hikayelerden ve Kur’an kıssalarından etkilendiği şüphe götürmez bir gerçektir. Hatta milletlerin mitolojilerinin ilham kaynağı olduğunu söylemek pek yanlış olmaz. Çünkü mitler hakikatlerin tahrifi veya efsaneleştirilmesidir. Ama Kur’an hiçbir milletin mitlerinden etkilenmemiştir. Allah Kur’an’ı koruyacağı vaadinde bulunmuştur.
“Şüphesiz zikri (Kur’an’ı) biz indirdik ve onun koruyucuları da elbette biziz.” Hicr/9
Kur’an’da anlatılan peygamberler kıssası/hikâyelerinin yalan veya hurafe olduğunu ya “kesin akli burhan” ile veya “kesin nakli delille” ispat etmek gerekir. Halbuki Kur’an’da hurafe olduğuna dair ne akli olarak ne de vicdanen bir delil sunmak mümkün değildir.
Kur’an’da mitoloji
Kur’an edebiyatında Mitoloji için “Usture” kelimesinin çoğulu olan “Esatir” kavramı kullanılmıştır.
Esatir, usture kelimesinin çoğuludur. Se-te-re kelimesinden türemiştir. Efsane, masal, hikaye anlamındadır. / Mufredat-ı Rağib /el Mizan, Cilt/12, S.334
Kur’an ayetlerinde “Esatir-ul Evvelin” öncekilerin masalları, efsaneler manasında kullanılmıştır.
Mitoloji/Esatir ile ilgili ayetler, Hicaz‘da yaşayan putperest toplumun ilahi vahiy olan Kur’an’ı efsane ve masal olarak gördüklerini beyan ediyor. Hicaz toplumunun zihninde bir efsane, masal mefhumu vardı bundan dolayı ayetler bu topluma hakim zihniyetin Kur’an’ı da masal, efsane olarak gördüklerini onların dilinden aktarıyor. Onların düşüncesinde Kur’an’ın anlattıkları efsane, hayal ürünü ve gerçek dışı hikayeler olarak algılanıyordu.
Kur’an’da “esatir-ul evvelin” tabiri her dönemde ilahi vahiy ve risalete inanmak istemeyen müşrikler tarafından kullanılmıştır.
Örneğin;
“Ve bunlar, evvelce gelip geçmiş olanlara dair masallar, onu başkalarına yazdırmıştır, bu masallar sabah akşam kendisine okunup duruyor, dediler.” Furkan/5..
“Onlara, Rabbiniz ne indirdi size dense derler ki: Bunlar geçmişlere ait masallardır.” Nahl/24,
“Ona ayetlerimizi okuyunca eskilere ait masallar dedi”. Kalem/15
Müşrikler hem Kur’an ayetlerini masal olarak görüp vahyi reddediyorlar, hem peygamberin risaletini ve hem de mead/kıyametle ilgili öğretileri.
Diğer bazı ayetlerde kıyameti masal ve mitoloji olarak gördüklerini şöyle anlatıyor;
“Ve kafir olanlar, derler ki: Biz ve atalarımız, toprak olduktan sonra mı mezarlarımızdan çıkarılacağız? Andolsun ki bu, bize de vadedilmiştir, daha önce atalarımıza da vadedilmişti; fakat bu, gelip geçenlere ait bir masal ancak.” Neml/67-68
„Hayır, onlar, hep evvelkilerin dedikleri gibi demedeler. Dediler ki: Öldükten ve toz toprak ve kemik kesildikten sonra mı diriltileceğiz? Andolsun ki bize de daha önce atalarımıza da vadedilmişti bu, fakat bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değil.” Müminun/81-83
Kur’an’ın mantığında mitoloji
Kur’an nazil olduğu toplumun Kur’a’nın öğretilerini, vahyi, kıyamet, yaratılış alemindeki ilahi mucizeleri, peygamberlerin kıssalarını masal ve mitoloji olarak görmelerinin sebebinin cahiliyet olduğunu belirtirken bunu cahiliyet nişanelerini açıklayarak anlatır.
Kur’an, sadece müşriklerin kendi elleriyle tahtadan, taştan yaptıkları ilahlara tapmalarını cahiliyet olarak görmüyor; akla uymayan ve ilahi olmayan her şeyi cahiliyet döneminin kültüründen sayıyor.
“Hala mı cahiliyet devrinin hükmünü aramadalar?” Maide/50
Kur’an cahiliyet kültürünü kınarken iki önemli kavram kullanıyor “La ye’lemun/bilmiyorlar ve la Ye’kilun/düşünmüyorlar.”
Bu ayatte “akli ve ilahi olmayan” hükümlerin peşinden gitmek “cahiliyet” olarak adlandırılıyor.
“Müslümanlıktan önceki bilgisizlik çağında olduğu gibi haksız zanlara kapıldılar.” Al-i İmran/154
İki önemli nokta bu ayette vurgulanıyor; vahiy gelmeden önceki dönemin bilgisizlik dönemi olduğu ve bu dönemde “Yakini/kesin bilgi” yerine “zan ve sanı” ile karar verdiklerini belirtiyor. Bunlar “bilgisizlik ve cahiliyet” çağında olmakla kınanıyor.
„O sırada, kafir olanların yüreklerinde coşup kabaran gayret ve kızgınlık, cahiliyet devrine ait bir gayret ve kızgınlıktı…” Fetih/26
Milli, kavmi ve kabile taassuplarından dolayı kalplerinde besledikleri gayret ve kızgınlığın “cahiliyet kültüründen” olduğunu belirtiyor.
“Ve evlerinizde oturun ve ilk cahiliyet devrinde olduğu gibi sokaklara çıkmayın.” Ahzab/33
Ahlaki yozlaşmayı, kadınların iffet ve hayasını korumamasını, toplumda ahlaki değerlerin umursanmamasını “cahiliyet” olarak tanıtıyor.
Kur’an’da diğer birçok ayetler şirk ve putperestlik, ilahlar edinmek “cahiliyet” özelliklerinden sayılmaktadır.
Arap mitolojisinde de putlar sembolize ettikleri tanrı veya tanrıçalar nedeniyle kutsal sayılan tapınma araçlarıydı.
Resulullah (saa) buyuruyor: “Ben iki cehalet arasında meb’us oldum, ikincisi birincisinden daha kötüdür, daha tehlikelidir.” el-Emali el Şeceri/cilt 2. S.277
Bu rivayette Resulullah (saa) peygamberliği döneminde iki cahiliyete, iki mitolojiye işaret ediliyor. Birincisi hayattayken peygamberliğinden önceki dönem, ikincisi ise kıyamet öncesi ortaya çıkacak cahiliyet dönemi.
“Ve evlerinizde oturun ve ilk cahiliyet devrinde olduğu gibi sokaklara çıkmayın.” Ahzab/33
Ayette geçen “Cahiliyetil Ula/ ilk cahiliyet” kavramının ne manaya geldiği hakkında İmam Sadık (as) sorduklarında İmam Sadık (as) şöyle buyurdu: “Evet, gelecekte diğer bir cahiliyet daha olacaktır.”/ Tefsir Nur es-Sakaleyn.
İranlı düşünür Şehid Murtaza Avini bu ikinci cahiliyet hakkında şöyle diyor: “Beyler bu övündüğünüz çağ cahiliyet çağıdır, bunun diğer cahiliyet çağlarından farkı bunun teorize ediliyor olmasıdır. Bu asır ister kabul edelim ister etmeyelim cahiliyet çağıdır; hurafeler çağıdır. Biz bu modern hurafelerle mücadele etmeliyiz.”
Bu ikinci cahiliyet, modernite, aydınlık çağı, bilim ve teknoloji unvanıyla planlanarak yapılmaktadır. Kıyamet öncesi bu cahiliyet Hz. Mehdi’nin (af) zuhuru öncesi mitolojidir. Her peygamber kendi döneminde kendi ümmetine hakim olan cahiliyeti yok ettiği gibi Hz. Mehdi (af) bütün dünyaya hakim küresel nitelik kazanmış bu ikinci cahiliyeti yok edecektir.
Evet! Kur’an şiddetle hurafe ve efsaneye karşı çıkarken kendisinde hurafe olması akıl ve vicdanla bağdaşır mı?
Öyleyse H. Kanaatlı’nın Peygamberlerin kıssasındaki hikmeti çözmekten aciz olmasının sebebi Kur’an’ın mucize olması, akıl ile ölçülmesinin yanlış olması, peygamberlerin mucizelerinin şifreler ve sırlarla dolu olmasıdır.
Tek seçenek kalıyor peygamberlerin kıssalarında geçen mucizeler hurafe ve efsane değilse o zaman “şifreli ve kodlu” olması gerekir çünkü zahiri insanın yanlış anlamasına müsaittir.
Mucizelerin şifreleri nasıl çözülür?
- Kanaatlı’nın peygamberlerin mucizelerinin hakikatini görememesi, idrak edememesi ve hurafe olarak algılamasının sebebi bu şifreleri “kıt akıl” ve “kör vicdanla” çözmeye çalışmasıdır. Sırları ve şifreleri çözme “Epistemolojisine” sahip olmadığından bu hatalara düşmektedir.
“Epistemoloji Marifet Şinasidir.”
Epistemoloji, bilgi nedir, bilginin kaynağı nedir, bilgi edinme araçları nedir, bilgiyi doğrulama kriteri nedir, doğru bilgi elde etmenin yolları nelerdir gibi konuları beyan eder.
Epistemoloji, ya beşeri/fizik epistemolojidir veya metafizik epistemoloji.
Bilgi elde etme yolu ve aracı hakkında Eflatun’dan günümüze kadar batılı filozof ve bilim adamları ittifak etmemişlerdir. Bilgi edinme vesilesinin “huzuri ilim” ile başladığını belirtip akıl, duyular, gözlem, tecrübe ve sezgi olarak belirtirler.
Din/metafizik epistemolojide ise bunlarla birlikte “kalbi şuhud” ve “Vahiy” zikr edilmektedir.
Peygamberlerin hikayelerinin şifreli olduğunu düşünüyorsanız, şifrelerini çözmek için bir yol bulmanız gerekir.
Sn. Kanaatlı epistemolojisini, görüşleri mutlak ve kesin doğru olarak kabul görülmeyen bazı batılı filozofların görüşlerine dayandırdığından, Kur’an kıssalarının şifresini “günaha bürünmüş vicdan”, “kuru akıl” ile anlamaya çalışıyor. Bunlarla çözemediği için mucizeleri hurafe olarak görüp, Kur’an’ın tasnif edilmesi gerektiğini savunuyor.
Kur’an buyuruyor bir şeyi iddia ettiğiniz zaman da inkar ettiğiniz zaman da delil getirmeniz gerekir.
“Hani siz vadinin yakın bir yerindeydiniz, onlar uzak bir kıyısında, kervansa sizden daha aşağı tarafta ve eğer muayyen yerlerde buluşmak üzere sözleşseydiniz gene ihtilafa düşerdiniz. Fakat helak olanın, apaçık bir delil görerek helak olması, diri kalanın da gene apaçık bir delil görerek diri kalması için Allah, olacak bir işi yerine getirmek üzere bunu böyle yaptı ve şüphe yok ki Allah, mutlaka her şeyi duyar, bilir.” Enfal/42
Peygamberlerin kıssalarında belirtilen mucizeler hurafe mıdır, hayali bir senaryo mudur, mecaz mıdır, yoksa akli ve ilmi bir açıklaması var mıdır?
Bu ayet akli ve evrensel ilmi bir kuralı beyan ediyor; “bir şeyi iddia ediyorsanız doğruluğunu ispat için delil sunmanız gerekir, bir şeyi inkar ediyorsanız yine batıl olduğuna dair delil sunmanız gerekir.”
Fizik ve materyalist epistemoloji ile mucizeyi inkar etmek için delil sunulması gerekir.
Denilebilir ki peygamberler mucize getirdiğini iddia ediyor onların ispat etmesi gerekir. Evet doğrudur işte bu Metafizik epistemoloji ile açıklanır. Bu konu “Mucize nedir ve peygamberlerin mucizelerinin akli ve ilmi açıklaması” başlığı altında ayrı bir yazı gerektirmektedir.
Sn. Kanaatlı bunların hurafe olduğu ve Kur’an’dan tasnif edilmesi gerektiğini savunuyor. Kendi delili ve gerekçesi bulunmuyor. Tek gerekçesi de batının da bu işi yaptığıdır.
Şöyle diyor;
“Nitekim geçmişte Batıda bu iş başlatıldı ve efsanelerin kutsal metinlerden çıkartılması gerektiği söylendi.”
Anlayamadığı noktalar şunlardır;
Birincisi batılılar dedelerinin kendi elleriyle yazdıkları Tevrat ve İncil’den hurafeleri çıkarmışlar; yani kendi yalan ve hurafelerini temizliyorlar.
İkicisi, Allah’ın nazil ettiği Kur’an’ın hiçbir kelime ve harfinde değişiklik yapılmamış orijinal vahiydir, beşer eli değmemiş halidir. Allah’ın sözlerini mi tasnif edeceksiniz?
Üçüncüsü Kur’an’da her anlamadığınız şeyi hurafe, hayal ve efsane olarak görüp tasnif edelim derseniz Kur’an’ın tamamını kenara bırakmanız gerekecektir.
Dördüncüsü, dinin ve mezheplerin doğmasının sebeplerinden birinin İHTİYAÇ ve UYUM olduğunu vurgulayıp sonuç alması “İlahi teoloji” ile “beşeri teolojiyi” birbirinden ayırt edememiş olmasındandır.
- Kanaatlı Mitoloji, terminoloji, epistemoloji, sosyoloji gibi bilim dallarına batı gözlüğü ile bakmış o da yüzeysel olarak bakmış ama metafizik epistemolojiden ve ilahi teolojiden uzak kaldığı için Kur’an ve din konusunda maalesef hataya düşmektedir.
Bir daha ki yazımız; Hz. Süleyman’ın (as) kuşdili bilmesi, hayvanlarla konuşması özellikle “Hud Hud kuşu” ile konuşması hurafe midir yoksa akli ve ilmi bir açıklaması var mıdır? Konularını ele alacağız.
Rasthaber – Hasan Kanaatlı Hoca son zamanlarda yayınlanan yazılarında ortaya koyduğu yazılarında sözde reformist bir düşünceye sahip olduğunu ileri sürmektedir.
Görüşlerinin kaynağı ve dayanağı bilinmeden, hangi düşünce akımlarından beslendiği anlaşılmadan yazdıkları okunduğunda dini konularda yüzeysel bilgilere sahip olanlar için ilginç, çekici gelebilir, bazılarının aklını çelebilir, sapkınlığa sevk edebilir.
Hasan Kanaatlı Hoca birinci yazısında ne anlama geliyorsa kendisinin “Nötr” olduğunu söyleyerek Şiiliğin temel inançlarına saldırıyor ve ikinci yazısında ise kendisini “Yenilikçi” olarak tanıtarak İslam’ın temellerini sorgulayıp Kur’an’da hurafeler olduğunu iddia ederek güya itibarsızlaştırmaya çalışıyor.
Yazısının içeriği modernite veya Batı medeniyetini oluşturan köklü tarihi düşüncelere dayanıyor. Batı düşünce tarihi sürecinden habersiz muhatap yeni karşılaştığı bu teorileri ilginç bulabilir ve bu güzel görünen cümlelerle ne kastedildiğini, nasıl bir amaç güdüldüğünü anlamakta zorlanabilir.
Batı felsefesi ve düşünceleri ile az çok aşinalığı olan tahsilli kesimler, batı medeniyetinin etkisinde kalan aydınlar tereddüt etseler de bu iddialara doğruluk payı verebilirler.
Dini konularda medreselerde tahsil görmüş, İslami öğretilerde ilerlemiş veya geleneksel din anlayışına sıkı sıkıya bağlı kesimler tarafından ise bu görüşler inhiraf, batıl ve tahrif olarak algılanacaktır.
- Kanatlı’nın görüş ve iddialarının tarihi süreci çok eskilere dayansa da din sosyolojisini araştıran ve dini öğretilerde uzman olanlar için ne kadar sığ olduğu kolayca fark edilebilir.
Bu tenkit yazısında taassuba kapılmadan, adil davranarak bilimsel açıklamalarda bulunmaya çalışacağız, inşallah.
İddialarının tarihi geçmişi:
Biraz gerilere gidelim milattan önceye “Sofistlerin” ortaya çıktığı döneme.
Milet ekolü ve Elea ekolü filozofları dışımızdaki dünyanın varlık kaynağı ve vuku bulan olayların nedenleri hakkında maddi natüralist bir düşünceye sahip olsalar da aralarında birtakım farklı felsefi görüşler vardır. Her iki okul da Naturalizmi savunsa da bakış açılarında büyük farklılıklar vardı.
Bu iki düşünce tarzı (özellikle Pisagor ve Parmenides arasında) birbiriyle çekişme ve kavga halindeyken Antik Yunan’fa dışarıdan cedel/diyalektik metodu uzmanı “Sofistler” ortaya çıkmıştı.
Savaşların, istila ve sömürgelerin olduğu bu dönemde Yunan toplumuna giren bu şahıslar yavaş yavaş Sofizm ekolünün temel taşlarını koyuyorlardı.
Sofizmin ortaya çıkması, Antik Yunan tarihinin en hassas dönemlerinden birini oluşturur. Bu dönemde Yunan toplumunda natüralizm ile rasyonalizm arasında ilmi ve kültürel değişim söz konusuydu. Bunu fırsat bilen Sofistler cedeli gündeme taşımışlar ve yeni bir düşünce ortaya atmışlardı; “Hiçbir hakikat mevcut değildir. Tabiatta hiçbir şeyin hakikatine ulaşılamaz, hiçbir şey hakkında bilgi edinilemez, hiçbir şey tanınamaz”
Sofistler öyle bir noktayı dile getiriyorlardı ki, o nokta felsefe ve düşüncede kilit noktalardan biriydi; “Her şeyin Mizan ve ölçüsü insandır.”
İlk hümanist düşünce sofistlerin şu cümlesinde gizlidir: “Her şeyin mihveri insandır, insan her şeyin merkezinde yer alır.”
Sofistlere karşı en katı tavrı Sokrates almıştır. Sokrates’in ömrünün Sofistlerle mücadele geçtiğini söylemek abartılı olmaz.
Sokrates ilk defa tarihte huzuri ilme işaret ediyordu. İnsanın dışarıdan algıladıkları bilgilerin onun bilgisinin tamamını oluşturmadığını söyleyip, aklı ve ruhunda olan bir bilginin olduğunu da savunuyordu. İnsan içeriden basirete ulaşması ve ilmin insanın içinden coşması, kaynaması gerektiğini düşünüyordu.
Rasyonalizm düşüncesinin ilk taşını Sokrates koymuştur. Sofistlerin safsata yolu ile “hiçbir hakikat yoktur” görüşünü yaymalarının karşısında, hakikatin var olduğunu ve bunu ulaşmanın mümkün olduğunu daha sonraları “diyalektik” diye adlandırılan yol ile ispat etmeye çalışıyordu. Eğer hakikat diye bir şey yoksa, o zaman hiçbir şeyin manası yoktur.
Sokrates’in öğrencisi Platon huzuri ilmin savunucusu ve onun öğrencisi Aristotales ise husuli ilmin temelini atmıştır. Bu iki filozof Antik Yunan felsefesinin temellerini atmış ve ilk defa akılcılığı gündeme taşımışlardır.
Daha sonra gelen Helenestik dönem Yunan felsefesinin en parlak ve zirvede olduğu çağdır. Arkasından da Roma imparatorluğunun hakimiyeti gelir. Hz. İsa’nın (as) dünyaya geldiği döneme kadar rasyonalizm hemen hemen hakim olmuştur.
Hz. İsa’nın (as) istisnai durumu:
Hz. İsa (as) Roma imparatorluğunun hakim olduğu bir toplumda dünyaya geliyordu.
-Dünyaya geliş şekli; babasız olması, beşikte konuşması bir mucize….
-Beşikteyken peygamberlik verilmesi, vahiy indirilip kitap verilmesi bir mucize….
-Toplumda fevkalade işler yapması; ölüleri diriltmesi, körlerin gözlerini açması, hastalıkları iyileştirmesi, göğe çekilmesi ayrı mucize….
Bunların hiçbiri önceki peygamberde yoktu. Her peygamberin mucizesi vardı ve zamanın gereksinimine göre mucize gösteriyorlardı.
Hz. İsa’yı (as) diğer Ulu’l Azim peygamberlerden ayıran diğer bir özelliği de gönderildiği toplumun itikadi, siyasi ve sosyolojik yapısının farklı oluşuydu.
Roma imparatorluğunun hakim olduğu bir toplumdu. Şirk ve putperestliğin yaygın olduğu, imparatorların tanrı olarak veya ilahların/tanrıların yeryüzündeki temsilcisi olarak kabul edildiği bir dönemdi. Yani “Somut insansı Tanrı” inancı hakimdi.
Diğer taraftan Hz. Musa’dan (as) sonra Yahudilik tahrif edilmiş, din adamları Tevrat diye kendi elleriyle yazdıklarını Allah’ın gönderdiği vahiy kitabı olarak topluma kabul ettirmişlerdi.
Yahudi Din adamlarının hegemonyası:
Yahudi din adamları, Hz. İsa’nın (as), Mesih/kurtarıcı olarak geleceği haberini almışlardı. Hahamlar kendilerini, Tevrat’ı ve Hz. Musa’yı (as) peygamber olarak gönderen Allah’ın temsilcisi görüyor ve kurtarıcı gelene kadar tek yetkili kendilerini görüyorlardı.
İsrailoğulları arasında Hz. Musa’dan (as) sonra toplumun dini inancının mühendisliğini Hahamlar yapıyordu.
Hahamlar/din adamları dini öğretilerin mühendisliğinde üretken ve yenilik sunamayınca başkaları daha iyi fikir sunmasının ve mevcut dini otoriteyi sarsmasın diye şu yolu seçmek zorunda kaldılar;
– Dini bizden öğreneceksiniz.
– Dinin temsilcisi biziz.
– Dinin hükümlerini ancak biz beyan edebiliriz.
– Bizden başka kimse dini anlayamaz.
– Allah’ın ve peygamberin temsilcisi biziz.
– Bizim dışımızdaki din anlayışına yaşam hakkı tanımayız.
Hahamlar böylece “din alimleri hegemonyası” oluşturmuşlardı. Kendilerine aykırı bütün dini görüş, hüküm ve düşünceyi batıl görüp sahibini tekfir ediyorlardı.
Hatta kendilerine gönderilen peygamberi dahi dini farklı tefsir ediyor ve şeriatı tahrif ediyor diye dışlayıp yalanlıyorlardı.
Kısacası, Hahamlar/Yahudi din adamları toplumda kendi din anlayışlarından oluşan bir dünya yaratmışlardı.
Bu dünyalarına bir de dokunulmazlık elbisesi giydirerek hem kendi din anlayışlarını sigortaladılar hem de kendilerini eleştirilemez, dokunulamaz kılıp kutsallaştırdılar.
Diğer taraftan dünya ve siyaset işlerini de krallara, imparatorlara, kaiserlere bırakmışlardı.
Kendileri de siyasi iktidar ile birlikte hareket ediyor, karşılıklı ilişkiler ile biri siyasi iktidarını, diğeri de dini otoritesini sürdürüyordu. Muhaliflerini beraberce devre dışı bırakıyorlardı.
Hz. İsa (as) bu iki grupla mücadele etmek zorundaydı. Tahrif edilmiş Tevrat’ın hükümlerini İncil ile ihya etmek, diğer taraftan somut ilah olarak görülen Roma imparatorlarının hakim kıldığı şirk düzenini yıkmak.
Hem siyasi otorite Roma imparatorluğu hem de kendilerini ilahi din temsilcileri gören Yahudi din adamları Hz. İsa’yı (as) peygamber olarak kabul etmek istemiyorlardı, ama Hz. İsa’nın (as) dünyaya gelme mucizesi ve diğer mucizelere karşısında da dayanacak güçleri yoktu, bundan dolayı yeni bir yol buldular; onu ilahlık makamına çıkarıp Romalıların tanrıları gibi “somut insansı ilah” konumuna getirdiler, daha sonra da çarmıha gerilmesi gerektiğini söyleyecek kadar ileri gittiler.
Fetva din adamlarından, icrası kraldan.
Hz. İsa’nın (as) Allah tarafından gökyüzüne çekilmesinden sonra gerçek muvahhid dindarların karanlık günleri başlamıştı.
Hz. İsa (as) dünyaya geldikten 200-300 yıl sonra Roma imparatorluğunun Hristiyanlığı kabul etmesiyle Yunan felsefesi din ile birleşiyordu. Antik Yunan felsefesi yerine Skolastik felsefe/düşünce akımı hakim oluyordu. Bin yıl süren bu döneme Orta Çağ denilir.
Skolastik felsefenin hakim olduğu Orta Çağ’da iki önemli konunun incelenmesi gerekir; din ve felsefe. “Din ve felsefenin sentezinden” oluşan Skolastik felsefedeki “din ve felsefe” nedir?
Orta Çağda hakim olan ve Roma İmparatorluğunun kabul ettiği Hristiyanlık nedir? Hıristiyanlık, Hz. İsa’nın (as) peygamber olduğuna ve İncil’in kutsal kitap olduğuna inanılan bir dindir.
Ama bilinmesi gerekir ki, Hz. İsa’ya (as) nazil olan İncil doğumundan 200 yıl sonra yazılmıştır. Roma imparatorluğu tarafından Hıristiyanlık resmi din olarak kabul edildikten sonra Hristiyanlar hem önceden tahrif olmuş Tevrat’ı hem de şimdi kendilerinin yazdığı İncil’i kutsal kitapları olarak kabul etmişlerdi. Orta Çağda dini öğretilerin kaynağı bu iki tahrif edilmiş kitaptı.
Yahudiler hem Roma hem de diğer imparatorluklar döneminde hep arka planda kalmışlardır. Yahudi din adamları varlıklarını devam ettirmek için Hristiyanlığın resmi din olarak kabul edilmesini fırsat bilerek Hristiyanların arasına karışarak Tevrat’ın öğretilerini; fıkıh, kelam, şeriat hükümlerinin büyük bölümünü Hristiyanlığa yamadılar.
Yahudiler Hristiyanlığın hukuk, şeriat mühendisliğini üstlenmişti. Böylece kendilerini Hristiyanlığın içinde gizlemesini bilmiş ve hayatını onların içinde devam ettirmiştir. Tevrat’ı da Hristiyanlara kabul ettiren Yahudilerdi.
Orta Çağ Hristiyanlığında “Ahdi Kadim ve Ahdi Cedid” dedikleri “Tevrat ve İncil” bu dönemde ilahi vahiy ve kitap olmaktan çıkmış tamamen beşeri özelliğe sahip kitaplara dönüşmüştür.
Hıristiyanlık bu dönemde kendi içinde iki mezhebe ayrılıyor; Katolikler ve Ortodokslar
Katolikler, papa ve kilisenin hatadan beri olduğuna inanmaktaydılar. Bir din adamı papalık derecesine ulaşmışsa artık hatasızdır, masumdur. Papanın etrafına bir dokunulmazlık duvarı çekiyorlar, kimse itiraz edip karşı gelemesin diye.
Ortodokslar buna karşı gelirler. Diyorlardı ki, eğer böyle olursa kilisede her türlü yozlaşma ve yolsuzluk meydana gelir. İtikadi, ekonomik, ahlaki, siyasi sapmalar kaçınılmaz olur.
Ortodoksluk, usullere/ilkelere bağlı; nas ve yazılı kutsallara bağlı, köktenci manasındadır.
Orta Çağ’da Skolastik filozoflar genellikle kelamcılardan oluşuyordu. Bu filozoflar hem papaz hem de kelamcıydılar. Dolayısıyla Hristiyanlığa “akılcılık” boyutunu eklemek istiyorlardı.
Ortodokslar içlerinden “Palama” diye bir mezhep çıkardılar. Dine akılcılığı sokmak isteyenlere karşı bir hareket başlattılar. “Kimsenin dini akıl ile ölçmeye hakkın yoktur”, dediler. Orta Çağ’ın kelamcı filozoflarından olan St. Agustin, Thomas Aquinas, Anselm gibilere karşı kesin tavır aldılar.
Palama, dini akıl ile ispat etmeye ve kelami bahisler açılmasına karşı çıkıyordu. Bunlar Ortodoksların ana gövdesini oluşturuyorlardı. Ortodokslar Hristiyanlığın usullerine/ilkelerine bağlıydılar ve iyi savunuyorlardı ama akılcılığa karşı çıkmalarıyla duraklamaya başladılar ve bunun neticesinde putperestliğe/ Hz. İsa’ya (as) tapmaya başladılar.
O kadar ileri gittiler ki taptıkları tanrının ete kemiğe bürünmüş “insansı somut tanrı” olduğuna inanmaya başladılar. Peygamberlerin getirdiği ilahi dinde ilk defa böyle bir keskin bir inhiraf gerçekleşiyordu.
Palama mezhebi, Hristiyanlığın sorunlarını halledip kurtaramadığı gibi daha fazla şirke sürüklemiş oldu.
Orta Çağ’da büyük bir “iman buhranı” söz konusu oluyor; iman, metafizik bir olgu olduğundan ve metafiziğe imanı ne görmek mümkündü ne dokunmak; Allah’a, meleklere, cennete cehenneme imanı anlamak zordu. Dolayısıyla metafizikle iman sorgulanmaya başlandı; metafizik alem hakkında bilgi edinme şüphesi ilk adım olmuştu.
Tevrat ve İncil’de geçen kelami/metafizik konularını fiziki konular gibi tebyin etmek mümkün değildi. Sadece metafizik aleme iman edilmesi isteniyordu. Akıl da zaten devre dışı bırakılmış akli konulara girmek de yasaklanmıştı.
Dini ve imanı akli olarak incelemek isteyen, akıl ile anlamak isteyen bilim adamlarını tekfir edip öldürüyorlardı.
Kiliseler engizisyon mahkemeleri kurmuşlardı muhalifler bu mahkemelerde yargılanıp idam ediliyorlardı.
Yavaş yavaş imanı akli olarak tebyin etme imkanının olmadığı hissedilmeye başlandı. İman aklın karşısına koyuldu.
Kavga şuydu; acaba saf iman, saf akıl var mıdır? Hangisi hangisinin altında yer alması gerekir? Bu ikisinin ilişkisi nedir?
Tevrat ve İncil’in içeriği bunların cevabını verip savunabilecek kadar sağlam değildi. Din adamları da darda kaldıkları zaman akla müracaat ediyorlardı.
Bunun neticesinde üç düşünce ortaya çıktı;
1-Akıl, imanın lehine bir yana çekilmelidir; iman edilen metafizik akıl ile anlaşılmaz.
2-İman, aklın lehine çekilmelidir; akıl ile açıklayamadığımız konularda iman bir yana çekilmelidir.
3-İkisini beraber yürütmek mümkündür; birini diğerine tercih edecek delil yoktur.
St. Agustin, Thomas Aquinas…vs bu görüşü savunuyorlardı.
“Skolastik felsefe” denilen bu dönemin de önemli bir eksikliği vardı; Skolastik felsefede tefekkür ve taakkul yoktur, okul ve medrese ne derse ona uyarsınız. Düşünce, eleştiri, görüş belirtme yoktur. Skol denmesinin sebebi “öğrenci yetiştiren yer” henüz düşünme, fikir yürütme derecesine ulaşmamış sadece öğrenmesi, ezberlemesi gereken okul demektir; günümüzde ilk, orta, lise derecesindeki çocuklara “öğrenci” denildiği gibi.
Skolastik felsefede düşünce şuydu; diyorlar ki, “siz bundan daha ileri gidemezsiniz, sadece bizim söylediklerimizi ezberleyeceksiniz. İlerleyebileceğiniz en son nokta bizim düşüncemizin seviyesinde ve doğrultusunda olabilir.”
Bu büyük bir buhran oluşturmuştu. Kilise çıkmaza girmişti çünkü düşünce ve ilim üretilmiyordu. Gidişat geleneksel gidişattı.
Diğer taraftan Kilise ve papazlar yolsuzluk ve fesada batmıştı, böyle bir kiliseden siyasiler gelip iktidarları için teyit ve onay alıyorlardı.
Kilise ile Kaiser arasında bir mutabakat ve ilişki vardı, öyle ki halk artık bu durumdan bıkmıştı. Kilise ve Kaiser birbirlerini kolluyor, birbirlerinin her alandaki fesatlarını örtbas ediyorlardı.
Böyle bir durumda M. Luther ortaya çıkıyordu.
- Luther çok dindar ve katı bir papaz idi.
Ms.1500 yıllarında M. Luther’den sonra batıda yeni çağ başlamış oluyor. M. Luther reformist bir papaz olmasına rağmen dini ihya etme, hurafelerden arındırma akla uygun bir din sunmak istiyordu.
1511 yıllarında Almanya’da bir mesuliyet ve görev almak için Almanya’dan görevli olarak Roma’da bulunan Vatikan’da yüksek eğitim almak için gönderilen M. Luther’in ilmi ve dini bilgi derecesi o zaman yüksekti ve daha yüksek bir derece almak için Roma’ya gidiyordu.
Roma’ya vardığında 6-7 yıl orda kalır. Tevrat ve İncil’de okuduklarının aksine çok farklı bir din anlayışı görür. Kilisenin gidişatı, papazların durumu din ile bağdaşmıyordu. İçine şüphe düşmeye başlamıştı.
Luther, Papazın huzuruna çıkıp günah çıkarma, para ile af biletleri satma, hatta kiliseye papazın huzuruna çıkmaya gerek bile kalmadan biletleri alıp kendini affettirme gibi konularla karşılaşıyordu.
Kilise bu yolla büyük paralar kazanıyor ve servet sahibi oluyordu. Bunları Roma’da yakından gören M. Luther döndüğünde bunların caiz olmadığına, insanların almaması gerektiğine 59 ayrı konuda kanıt sunuyordu.
1518 yılında bir bildiri yayınlıyordu.
- Luther’in bu faaliyetlerinden haberdar olan Papa Lui, 1517 yılında ihtar mektubu gönderse de M. Luther bunu dikkate almaz.
Vatikan İki yıl sonra M. Luther hakkında tekfir/kafirlik hükmü verir.
- Luther’den sonra temelini atmış olduğu Protestanlık böylece üçüncü mezhep olarak ortaya çıkıyordu.
Hıristiyan din adamları asırlar sonra tahrif edilmiş, toplumsal sorunlara cevap veremeyen ve hatta bireysel hayat tarzını dahi düzenleyemeyecek bir hal almış, akıl ve ilimden uzaklaştırılmış Hristiyanlığı ve onun merkez ve temsilciliğini yapan kiliseyi ıslah etme hareketine başladılar. Tabi ki böyle bir hareket hemen birkaç yılda gerçekleşemeyecekti, kendilerinin dahi tahmin edemedikleri bir zamana ihtiyaç vardı. Bu hareketin başlangıcı 1300’lü yıllar ve bitişi ise 1700’lü yılların sonu olacaktı.
Hareketin asıl hedefi kiliseleri ihya etmek, hurafelerden arındırıp kemale ulaştırmaktı. Çoğu Hristiyanlar kilisenin her yönlü ıslah edilmesi gerektiğini düşünüyorlardı.
Martin Luther’in asıl hedefi kiliseye bağlı kuruluşların yok edilmesiydi. Bu hedef doğrultusunda “dini inançta sadece iman yeterlidir” görüşünü ortaya atarak, Katolik mezhebinin inançlarını inkar ve reddetmeye başladılar. Katolik inancının temellerinden olan kutsal kişilerin övülmesi, mukaddes gece, rahiplerin ahitleri, papazların ruhban yaşantıları, din alimlerinin zincirleme makam silsilesi (özellikle papalık) tamamen Martin Luther’in aleyhinde tebliğ ettiği inançlardı.
Kutsal kitap İncil’in yalnız imanın kaynağı ve örneği olduğunu savunuyor, kalbi imanın asıl olduğunda ısrar ediyor, Hz. İsa´nın (as) emir ve öğretilerine uyarak ruhun temizleneceğini savunuyordu. Ve aynı şekilde kutsal erkek ve kadınların takvalı ve temiz insanlar olduğunu, onların bu gibi hurafelere inanmadıklarını, onların insan üstü bir varlık olmadıklarını ve mucize sahibi olmadıklarını savunuyordu.
Martin Luther bu mücadelesinde toplumda nüfuz sahibi birçok insanı kaybetmesinin yanı sıra kilisenin gücünün yok olmasını isteyen seküler düşünceye sahip Kral, Kayzer ve idarecilerin desteğini kazanmıştı.
- Almanya’da Martin Luther ve öğrencisi Thomas Müntzer,
- İsviçre’de Ulrich Zwingli,
- Fransa’da Johannes Calvin
- İngiltere’de Thomas Cromwell
Hıristiyanlıkta reformun öncüleri ve ıslah hareketinin fikir babalarıydı.
Çok geçmeden bu reformist din adamlarının yaptıkları reformların sonucunda rasyonalistler aradan geçen 1400 yıldan sonra dini devre dışı bırakarak Rasyonalizmi hakim kıldılar. Rasyonalizmi savunan filozoflar siyasi otorite olan krallar/ kayzerlerle birlikte toplumları yönetmeye başladı. Peşinden sekülerizm, hümanizm, pozitivizm ve empirizm dünyada özellikle de Batıda son sözü söyler hale geldi.
Gerekli gördüğümüz bu girişten sonra şimdi gelelim H. Kanatlı hocanın üzerinde durduğu konulara:
Kendisini “Yenilikçi” olarak tanıtan H. Kanaatlı’nın Orta Çağ’da “din-ilim”, “iman-akıl” kavgasını doğru anlayamadığı görülüyor. Çünkü din- ilim kavgasında “Din” Allah’ın indirdiği vahiyden ibaret din olmaktan çıkmıştı. Dinin kaynağı olan “Tevrat ve İncil” de kendi elleriyle yazıp Allah adına sundukları metinlerdi.
Kanatlı hocanın en belirgin hatası İslam’ı Orta Çağ Hristiyan din anlayışının yerine koymasıdır. Tevrat ve İncil’in yerine “Kur’an’ı”, İslam alimlerini de akılcılığa karşı olan rahipler yerine koyarak kendisini reformcu “M. Luther” olarak görmesidir.
- Kanaatlı’nın düşüncelerinin alt yapısını oluşturan bu tarihi süreç anlaşılmadan onun iddialarına cevap vermek ikna edici olamaz.
Bir sonraki yazımızda H. Kanaatlı’nın yazısının içeriğine değinip iddialarına cevap vermeye çalışacağız. İnşallah.
Sabahattin Türkyılmaz