Bismillâhirrahmânirrahîm
Tufan-ı Yahyâ
«Senvir» için (lugatlarda) «أشعل النّار» yani;
«Ateşi yaktı», «Alevlendirdi», «Ateşi tutuşturdu»…
Alevler yakıcıdır ve bazıları daha alevlidir
Yahyâî bir tuhaflık — «yaratan» dünyayı alevlendiren
Seninle Yahyâ! Ey vaftiz eden! Dünyayı arındıran
Artık halimiz geleceğe doğru alev saçıyor
Müjde geldi biz kısırlarıza ki Yahyâî geldi
Vah ne tufan koptu ki bu alev başını kaldırdı
«Akıllılar dedi ki hayat su doğurur» ama
Pınar karanlıktaydı ve bu ıslak aleve hayret etti
Mâbede (harabe) değneğini attın yolculuktan önce
Zamanın ejderhalarını yapmak için ateşte
Göçünle sokakların nâfir sesiyle gidiyorsun
Ey zamanın anka kuşu, kanadıyla alevini aç
Son anlarının ve mücadele anlarının çarpıcı görüntülerinin yayımlanmasından sonraki günler — şehid Yahyâ Sinvar hakkında
🔻Bir — Şehir.
🔹O, Tufan-ı Aksa’nın başlarındaydı. Gazze’li bir dostla konuşuyordum. Şehit arkadaşlarının yasındaydı. Ama daha çok endişeliydi. Dedi ki bu savaş önceki tüm savaşlarımızdan farklı. Farkı sorduğumda, söylenebilecek onlarca önemli şey arasından şöyle dedi: «Önceki savaşlar bittiğinde, Yahyâ Sinvar sokaklarda dolaşır, slogan atardı ve şehir canlanırdı. Ama bu artık olmayacak.» Slogan atmıyordu ve Sinvar’a hayran değildi. Durumu olduğu gibi anlatıyordu. O zaman Sinvar çok dillere düşmemişti. Diğer liderleri sordum; mesela Muhammed Daif. Dedi ki Daif’i insanlar görmüyor. O büyük mücahit, siyasi şahsiyet ve şehir yöneticisi değil; insanlar onun gerçekten yaşıyor mu yoksa şehit mi oldu bile bilmiyorlar. Birçok siyasi lideri de Gazze dışında olan Hamas’ı Gazze’ye bağlı, onlar gibi sıradan ve dertdaş saymıyordu. Sinvar hem en siyasi olan asker hem de en askerane olan siyasetçiydi. Gazze’nin yeraltında gizli ve etkin olanı ile yüzeyde sakin ve gülenini birleştirmişti. Muhammed Daif ile İsmail Heniye arasında bir insan belirmişti; Filistin direnişinin tarihte yeni bir aşamaya, yani tufana girmesinin mümkün olmasını sağladı. Gazze, Sinvar’ın Gazze’siydi.
🔹O zamandan beri duyduklarımın şaşkınlığı bende kaldı. Şehir tam bir yok oluşun eşiğindeydi ve facianın boyutları genişti. Ama genç mücahit şehrinin geleceğini düşünürken, sanki evlerin, hastanelerin, parkların savaş sonrası Suudi Arabistan ya da Katar —ya da başka zengin birileri— tarafından inşa edileceğini, Arapların savaş sırasında geri duruşunun utancını telafi etmek için ya da bölge planlarını ilerletmek için dünya toplumunun —Amerika’nın— üzerine yüklediği görev karşılığında yapılacağını hayal ediyordu. Fakat şehrin yaşam yeri olduğunu ve bunun beton bloklarla kurulmadığını biliyordu. Hayat, toplum ve dayanışma ile —ve denebilir ki— insanlar etrafında toplanmış bir liderlik sütunu, bir görev (zor ve önemli bir iş) ve bir gelecek umudu ile yaşanır. Sinvar olmadan Gazze’de yaşam neşesinin akacağını tahayyül etmek zordu onun için. Sanki Gazze, her şeyden önce Sinvar’ın sokaklarda atılan kararlı adımlarıyla, o acı ama hoş gülümsemesi ve keskin bakan gözleriyle, pazar sokaklarında halkla samimi ve sağlam konuşmasıyla yaşam alanı oluyordu; o zaman nefes almak ve ilerlemek için bir yol bulunuyordu.
🔻İki — Halk.
🔸Seyyid Hasan’ın şehadeti sonrasında Gazze’den başka bilgili bir dostla konuşuyordum. Burada genel şikayet ve analizine girmiyorum; direniş cephesinin eşzamanlı, kapsamlı ve daha ciddi şekilde savaşa dahil olmamasını stratejik bir hata ve İsrail’e adım adım ilerleme fırsatı verme şeklinde görüyordu ve bu eğilimin Tahran’a kadar savaşın ulaşmasından endişe ediyordu. Dedi ki: «Sinvar’ı kesin vuracaklar. Çünkü Gazze küçük ve Sinvar bölge tehlikesinden çıkmıyor ve Gazze halkından uzaklaşmıyor.» Ben de sordum: öldürülmesi düşman için büyük bir savaş başarısı sayılıyorsa, savaş mantığına göre onun uzaklaşması, korunması —bunda ne sakınca var?— dedim. Cevap: «Hayır, bu bizim kültürümüzde mümkün değil. Sinvar asla bunu yapmaz, çünkü insanlar ondan böyle bir şey beklemiyor.» Halkın beklentisi, saf askeri hesaplardan daha belirleyiciydi.
🔸Sinvar’ın şehadet sahnesi Refah şehrinin ortasında onun komutan olarak kimliğini doğru bildiğinin kanıtıydı. Sinvar bilirdi ki eğer bir ahit yoksa, yani onlardan (karşı taraftan) bir korunma beklentisi ve kendi tarafından bunun yerine getirilmesi için kapsamlı bir çaba yoksa, hiçbir zafer gerçek zafer olmayacak ve gerçek bir dostluk ve halk oluşmayacaktır. Tabii Sinvar’ın başlattığı savaş, halkının veya hatta Hamas liderlerinin oyunu (referandum) alınmadan başlatılmıştı, fakat derin istek ve halkın beklentisi bunun merkezindeydi; o bu beklentiyi yerine getirmeye bağlıydı ve göstermek istedi ki burada bir ahit var, bedeli ne olursa olsun —hayatı da olsa— ve hatta düşmana büyük bir askeri kazanımı vermek pahasına bile.
🔸Elbette bu dikkati, zafer veya yenilgi meselesinin ötesinde bir şeydi. «Direniş sadece elimizdeki silah değildir; her nefeste Filistin’e duyduğumuz bir aşktır; kalmak için gösterdiğimiz iradedir» diyen kişi, nihayetinde mücadelenin son belirleyicisinin halkın iradesi olduğunu biliyordu; bu irade, anketlerden ziyade fiilde ve gerçek karar anlarındaki davranışlarda kendini gösterir. Sinvar, Ekim 2022 (Aralık 2022) konuşmasında Aksa Tufanı planını önceden açıklayıp «inşallah sizi bir seller gibi saracağız» dediğinde, bu hareketi denizin sürekli gel-gidişine benzetiyordu: «Halkımızdan milyonlarla, kesintisiz bir gel-git gibi üzerinize geleceğiz»; ve halkına öğütlemişti ki «geri çekilmeyi bilmeyen ve dünyâ bize haklı olduğumuzu itiraf edene dek durmayan bir sel olun».
🔻Üç — Devlet.
🔹Yaklaşık yirmi yıl önce, direniş grupları arasında hareketin bir siyasi partiye dönüşmesi ve direnişin devlet kurma sahasına girmesi meselesi etrafında ciddi görüş ayrılıkları ve tartışmalar yükseldi. Bu tartışmalar Hamas’ın seçimlere girip kazanması ve Gazze hükümetini ele geçirmesi lehine sonuçlansa da, hükûmet kurmak —hele ki İsrail’le ilişki ve alışveriş gerektiren, tamamen kuşatılmış bir bölgede— bir tür İsrail’in tanınmasını ve normalleşmeye, Filistin topraklarının kurtuluş fikrinden vazgeçmeye yol açabilecek etkileşimleri beraberinde getirebilirdi. Belki de Amerika ve İsrail için bu umudun belirginliği, Hamas’a böyle bir imkânı sağlama zeminini hazırlamıştı. Sinvar’ın «devlet mi, savaş mı?» sorusuna cevabı şuydu: «Allah bize imkân verdi, bununla savaşmalıyız.» Filistin raporlarına göre; sıradan Gazze halkının istihdamıyla ilgili kaygıları olan, bunun için İsrail’le bazı anlaşmalar yapmış olan Sinvar , mesai saatleri dışında Gazze’de çeşitli kesimlere Filistin’in özgürlüğü fikrini ilerletmek üzere işler tanımlamış, onları büyük bir misyona katılmaya sevk etmişti. Yerin (yeraltı) ve zeminin (yüzeyin) akıllıca koordine edilmesiyle Hamas hükümeti, Gazze’nin ve direnişin gücünü pekiştirmek için bu fırsatı azami şekilde değerlendirdi. 7 Ekim’den sonra yayımlanan birkaç yıllık bir videoda Sinvar, gizli roket atölyelerini ziyaret ederken «önceliğimiz kurtuluş planıdır ve bunun için silahlanmaktır» diyordu —her ne kadar dışarıya bakan görüntü başka şeyler gösterse de—.
🔹Sinvar, siyasi sorumluluğunu üstlendiği dönemde Filistin Yönetimi ile ulusal uzlaşı anlaşmasının yanı sıra istihdam sorununu çözme, ihtiyaç temini ve Gazze için bir enerji santrali inşası gibi konularda İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır ile de ilişkiye girmişti. Bu uzlaşmacı yaklaşımından onlar da memnundu. Belki onlar, 400 yılı aşkın hapis cezasına mahkûm edilmiş ve bu sürenin 23 yılını esir takası programı ile İsrail zindanlarından çıktıktan sonra geçirmiş olan bu mahkûmun, büyük zindandan kurtulmanın imkânsızlığını kabul edip Gazze zindanındaki yaşam kalitesini iyileştirmeye odaklanacağını düşündüler. Oysa Sinvar hem umudunu kaybetmemiş hem de umudun ötesinde bir şey—daha derin bir katman—besliyordu; bu derin katman onu görünüşte ümitsiz görünen bu eyleme sevk etmişti. Sinvar’ın militanlara öğüdü şuydu: «Zindandan korkmayın; zindan özgürlüğe giden uzun yolumuzun bir parçasıdır.» İsrail’in fizikî zindanı da Gazze devletinin zindanı da olsun, zindanın şartlarını iyileştirmeye yönelik çalışmak onun için özgürlüğün hayalini korumanın ve onun gerçek imkânını inşa etmenin temel bir yoluydu. Bu örtü (gizlilik), hem esas işin görünmemesi için bir kamuflajdı, hem bunun altındaki küçük zaferler başarı ümidini yaşatıyor, hem de zindanı kıracak bağlantıları ve fırsatları sağlıyordu; tıpkı gündüzün açık faaliyetinin gecenin hakiki ve gizli hayatının üstünü örtmesi gibi.
🔹Sinvar’ın cezaevindeki yoldaşları ayrıca onun sorgularının uzun sürdüğünü, İsraillilerle çok konuştuğunu, bunun üzerine endişe duyduklarını; fakat daha sonra anladılar ki Sinvar sorguları ve bu ilişkileri, sorgucularından ve gardiyanlarından bilgi ve analiz toplamak, düşman topraklarının derinliklerinde istihbarat operasyonuna dönüştürmek için kullanmıştı.
🔹Gerçek bir özgürlük hesabı yapan birisi devlete kayıtsız kalamazdı; ama devlete de takılıp kalamazdı. Filistinlilere yaptığı garip bir öğütte, «adaleti beklemeyin; kendiniz adalet olun» demişti.
🔻Dört – Birlik
🔸Sinvar için Gazze’de hükümet kurmak, yalnızca askerî imkânlarını güçlendirmek için bir araç değildi. O, savaşı daha geniş bir çerçevede görüyordu ve devlet ile birliği birbirine bağlı kavramlar olarak değerlendiriyordu. Gazze’deki bazı Hamas liderlerinin ekonomik yolsuzluklarına karşı tavrı ve bu nedenle bazılarının Gazze’den kaçmak zorunda kalması da bu savaşın bir parçasıydı; halkın arasında bulunması, onlarla samimi konuşmaları ise diğer bir parçasıydı. Şeyh Ahmed Yasin’den sonra belki de hiç kimse bu denli Gazze’de birlik ekseni hâline gelip farklı gruplar ve akımlar tarafından sevilmemişti.
🔸Sinvar’ın şehadetinden sonra bir Filistinli arkadaşıma, onu diğer liderlerden ayıran en önemli özelliğini sordum. Avucunu gösterdi ve “çok dürüsttü” dedi. Bu dürüstlük, onun tüm gerçekleri fark etmesini, her şeyin hakkını yerine getirmesini ve farklı oyunlara —hatta direnişin kendi içindeki oyunlara— kapılmamasını sağlıyordu. Bu da toplumu birleştirmek için en gerekli vasıftı.
🔸Sinvar, yıllar önce İsrail hapishanesinde 430 yıllık cezasını çekerken, tüm kısıtlamalara rağmen, “Diken ve Karanfil” adlı romanını yazmıştı. Filistinli hayatın farklı kesitleri arasında gidip gelen bu roman, içten, dramatik, sade ve slogansızdı. Bu roman direniş hakkında veya direniş için değil; direnişin içinde ve onunla birlikte —kanıyla karışmış bir mürekkeple— yazılmıştı. Romanın sayfalarını dışarıya ulaştırmak için insanlar cezalandırılmış, hatta işkence görmüştü. Sinvar’ın yaşam manifestosu sayılabilecek bu kitapta, o, karşısındaki hakikati anlamaya ve herkesin hakkını teslim etmeye olan derin arzusunu, birliğe duyduğu hassasiyeti açık biçimde göstermektedir. Aslında bu arzu, romanın dramatik yapısını da inşa eden unsurdur.
🔸Yazar bu romanda, direnişin faydasız olduğunu savunan ciddi ve mantıklı tartışmalarla bizi yüzleştirir. Ancak bu yüzleşme ve farkındalık, direnişin eski hatalarından geçip onu yeni bir seviyeye taşımanın yolunu açar. Kitabın altıncı bölümünde, yeni kurulmuş işgalci İsrail devleti, ülkesini inşa etmek için iş gücüne ihtiyaç duyduğu gerekçesiyle evsiz Filistinlilere çalışma izni verir. Fedailer, bu izni alanları hain olarak görür. Filistinliler ise “Düşmanımızın devletini nasıl inşa ederiz?” diye tartışmaktadır. “Gerçekçi” denilen bakış açıları “Artık İsrail devleti kuruldu, bizim çalışmamamız bir şeyi değiştirmez” der. Fakat yazar der ki: “Konuya başka bir açıdan yaklaşmaları gerekirdi; çünkü evlerde bir lokma ekmek ya da bebekler için süt bulunmuyordu. İsrail’de çalışmak, zorluğuna ve acısına rağmen, kamplardaki ve köylerdeki halkı desteklemek, onların çaresizlikten göç etmesini engellemek için millî bir görevdi… İnsanlar çocuklarının açlığını gidermeye ve namuslarını duvarları olan, kapısı kapanan evlerde korumaya şiddetle ihtiyaç duyuyorlardı.”
Aile onurunun ve vatan onurunun birlikte korunması gerektiğini görmek, özgün bir duruş oluşturur ve gerçekten millî bir İslami direniş hareketinin temellerini atar.
🔸Sinvar’ın bu bütüncül, birleştirici dürüstlüğü, Hamas içindeki sert siyasî çekişmelerin ortasında da ona özel bir konum kazandırıyordu. 2010’ların başında ABD’nin “Arap Baharı” projesiyle başlayan, bölgeyi yakan savaşlarda, Hamas’ın Suriye’de Beşşar Esad yönetimine karşı savaşa girmeye yöneldiği dönemde şöyle demişti:
“Biz, herhangi bir İslamî veya Arap devletine ya da herhangi bir direniş grubuna karşı savaşmak isteyen herkese karşıyız. Biz, Suriye, İran ve Hizbullah’a düşmanlık edilmesine karşıyız; silahımızı düşmandan başka hiçbir yöne çevirmeyiz.”
Bu tavır, o dönemde İran’a karşı tavır alan Hamas çoğunluğuna karşı akıllıca ve cesurca bir duruştu; fakat aynı zamanda o dönemdeki İran’ın hareket mantığıyla da tam örtüşmeyen bir karşı çıkış barındırıyordu. Belki de bu bütüncül bakış açısı, bölgenin geri kalanında —en azından Direniş Ekseni’nin diğer unsurlarında— hâkim olsaydı, bölgenin zayıflaması, İsrail’in yalnızlıktan çıkması ve İbrahim Anlaşmaları’nın yolu açılmazdı.
🔸Ayrıca eklemek gerekir ki, Sinvar’ın bu tutumu kısa vadeli bir çıkar hesabına, örneğin İran’ın askerî desteğini kaybetmeme kaygısına da dayanmıyordu. O, “Diken ve Karanfil” romanının 13. bölümünde, Ürdün Kralı Hüseyin’i devirmeyi destekleyen Filistinlilerle neden İslami Direniş Hareketi’nin aynı çizgide yürümemesi gerektiğini şöyle açıklamıştı:
“Hiçbir zaman bölgenin bir kısmını belirsiz bir duruma sürükleyecek bir araç olmayacağız.”
🔻Beş – Savaş
🔹Bu yazının konusu Aksa Tufanı operasyonunun analizi değil; ancak Sinvar’ın savaşın doğasına dair anlayışı —ki bu, en çok “Diken ve Karanfil” romanında izlenebilir— onun kişiliğini daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Sinvar, savaşın başında onu “korkunç, karanlık ve boğucu bir şey” olarak tanımlar. Ardından bizi, 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndaki yenilginin ardından büyükbabasının hissettiği çaresizlikle buluşturur: “Ne zamana kadar saklanıp kaderimizden kaçacağız? Artık ne ölüm güzel ne de hayat.”
Ve okura açıklar: Çatışma, yaşamın kaderine yazılmıştır; öyle ki burada savaşmazsak, “birkaç saatliğine su dağıtım vanasını açan UNRWA kuyruğunda, su almak için komşularımızla kavga ederiz.” Ya da “oğullarımız, gerçek dünyadaki yenilgilerimizi, düşük seviyeli oyunlarda birbirleriyle dalaşarak telafi ederler.” Bu, hikâyenin diğer yüzüdür: “Halil köylerinin halkı büyük zahmetlerle süt ürünleri, incir ve üzüm üretir, şehirde bunları en düşük fiyata satar; şehirden ise sabun ve elbiseyi en yüksek fiyata alırdı.” Sinvar, hayatın bütünlüğüne —yani hayatın her yönüyle bir bütün olduğuna— dikkat çekiyordu.
🔹Yine de şu ciddi soru hep ortada kalır: “Arap ülkeleri modern ordularıyla sonuç alamadıysa, bizim çıplak ellerimizle yaptığımız direniş ne işe yarar?” Hapishanede yapılan başarılı bir açlık grevi, bu sorunun cevabını görmek için iyi bir örnektir; çünkü burada “boş ellerin gücü”nü doğru bir denklemde yer aldığında görebiliriz. Bu örnek, “vatanı sadece kendi erkekleri özgürleştirir —ne silahlar ne de imkânlar—” inancını besler.
Sinvar’ın kalemi bizi adım adım şu fikre götürür: Filistin mücadelesi, gittikçe artan silahlanma yoluyla başarı arayışı değildi; tam tersine, profesyonel askerî operasyonların başarısız olması, fedailerin gizli silahlarının halkın elindeki taşlara dönüşmesi, ve bu taşların da birer silaha —ama artık cansız bir silah değil, ruhla yoğrulmuş bir silaha— dönüşmesiyle büyük bir askerî dönüşüm yaşandı.
Direnişin halklaşması, romantik bir slogan ya da askerî güçlenme mantığının alternatifi değildi; aksine, düşmana gerçekten galip gelmek isteyen liderlerin, güçlerini ancak tek gerçek kaynaktan —yani halktan— almaları gerektiğini fark etmeleriydi. Çünkü düşman, her zaman ekonomik ve askerî silahlarda üstün olacaktır. Ancak bu halka yöneliş, liderler için çok sayıda zorluk ve bedel de doğurur; çoğu zaman bu yük, onları mücadeleden vazgeçmeye iter.
🔹“Unutmayın ki vatan sadece anlatılan bir hikâye değil, yaşanması gereken bir hakikattir” diyen Sinvar, romanında milliyetçi ve İslamcı iki sağlıklı bakış açısının dramını son sayfalara kadar taşır ve sonunda onları birleştirir. Direnişin halksallaşmasıyla İslamileşmesini adım adım ve eşdeğer biçimde tasvir eder.
Peki bu birliktelik nereden kaynaklanıyordu?
Belki geleceğe ve onun önceliklerine dair sahip olduğu farkındalıktan; potansiyel olana (henüz gerçekleşmemişe) verilen değerden; gücün kaynağını silahta değil, silahı tutan ellerde ve o ellere yön veren kalplerde görmesinden.
Belki de şu inançtan: “Kendi halkını gerçekten seven —‘biz ve ben’den sıyrılıp ‘o’na yönelen— kişi, direnişi başarıya ulaştırabilir.”
Nitekim *“Diken ve Karanfil”*in 22. bölümünde, Saddam Hüseyin’in İsrail’e saldırmasını umutla bekleyen Filistinlilerin hayal kırıklığı anlatılır. Çünkü o dönemde dünya dengelerini daha iyi anlayanlar, “İsrail’le savaşacak ve onu yenecek olanın, Saddam’ın sahip olmadığı niteliklere sahip olması gerektiğini” bilmektedir.
🔹Romanın kahramanı kendi iç dünyasında şu soruyla boğuşur:
“Filistin davası, diğer ulusların özgürlük ve bağımsızlık mücadelelerinden —benzerliklerinin ötesinde— temelde farklı mıdır?”
Her ne kadar bu soruya tam bir cevap bulamazsa da düşünür:
“Resulullah doğrudan Mekke’den göğe yükselebilirdi; fakat Allah’ın hikmeti, bu geçişin Kudüs üzerinden olmasını diledi. Böylece Kudüs’ün, göğe giden yolda Müslümanlar için taşıdığı önemi anlasınlar.”
Ve şunu fark eder: Sürgün edilmiş bir halkın vatan mücadelesi, din, tarih ve varoluşun savaşıyla öylesine iç içe geçmiştir ki, bu mücadele sadece bir direniş değil; aynı zamanda dinin de anlamını yücelten bir ibadete dönüşür.
Bu yüzden romanın genç kahramanları, hikâyenin sonunda iman eden, namaz kılan insanlara dönüşürler.
🔻Altı — Umut
🔸Yıllar önce bir gazetecinin Sinvar ’a “Arap ülkelerinin tutumu sizi umutsuzluğa sürüklemiyor mu?” diye sorması üzerine, Arapları suçlamak yerine garip bir cevap vermişti: “Biz Filistin milleti, kalplerimizin kanıyla ve kadınlarımızın, çocuklarımızın bedenleriyle Arap dünyasının çöküşünü durduracak bir set inşa etmeye karar verdik.” Demek ki o, hayatımızı umutsuzluk ve kişiliğimizin çöküşünden kurtaracak olanın bizim cihadımız olduğunu anlamıştı; lütfu hayatımıza böyle gelirdi.
🔸Bu, tüm insanların meselesidir; fakat bu mukaddes toprağın insanları en çok —savaşa girmemenin sonuçlarından— korkanlardır. Kur’an da insanın sahaya çıkmaktan kaçınması yüzünden yeryüzünde serap gibi dolaşmasının kuralını bu toprakla ilgili bir örnek etrafında anlatır: Musa kavmi onunla savaşmaya katılmayınca, güç hesaplarına dayanarak zaferleri garanti olana ertelenince, ilahi hüküm şöyle oldu: «فَإِنَّهَا مُحَرَّمَةٌ عَلَيْهِمْ أَرْبَعِينَ سَنَةً يَتِيهُونَ فِي الْأَرْضِ» — kırk yıl boyunca yeryüzünde sürgün olma, gezinme hükmü üzerlerine kondu (Mâide 26). Kırk yıl —bir ömür— onlara şehir sahibi olmayı haram kılındı; kaderleri yeryüzünde seraplar gibi gezinmek ve yerleşiklikten yoksun olmak oldu.
🔸Dünya var olduğundan beri bizim acizliğimizi yüzümüze vurmuştur. Sistemler genişleyip karmaşıklaştıkça, bu his daha da yaygınlaşır: “Umutsuzuz, küçük biz bu büyük dünyada bir şey yapamayız.” Sinvar’ın dış bir güce dayanmayarak gerçekleştirdiği büyük ve beklenmedik iş —içeriğine bakılmaksızın— bugün dünyada umudun bir kıvılcımını yarattı; hem siyasetin, ekonominin ve savaşın sert gerçekleriyle mücadele edenler için, hem de insanın teslim olmama alevinin içinde hâlâ söndürülmediğini hissedenler için.
🔸Sinvar kırk yıl önce de “zafer”i düşünmüş ve Hamas kurulmadan evvel arkadaşlarıyla Mecd (el-Mecd? — Menâhem el-Cihad ve ed-Devâ) adlı örgütü kurmuştu. Bunun cezası İsrail tarafından birkaç asırlık hapisle karşılık buldu. Ama o zafere dair düşünce çoğaldı ve bir güç oluşturdu; nihayet bu güç, onu da 23 yıllık esaret sonrası özgürlüğüne kavuşturdu.
🔸Sıkıntılı ve kabul edilemez bir durumda umuda tutunanın, o sahnede mutlaka başarıya ulaşacağı garanti değildir. Aksi olsaydı herkes —hatta iradesizler bile— aynı yolu izlerdi. Kapanmış düzeni bozarak bir açılma fırsatı yaratarak dünyayı iyiye doğru tek başına değiştirmeyi beklemek nafiledir; dünya ve insan yalnızca iki durumda değildir: iyi ve kötü. Dünya ve insan, ya kapanmış, iyiliğe umut kesmiş halde ya da açılmış, iyiliğe ve kurtuluşa umutlu halde olabilir. Büyük insanlar büyük ve makul umutlar yaratarak anlamlı bir hareket imkânı doğururlar. Elbette bunun için zamanın tüm gerçek ilişkilerinde öz varlıkla iş görmek gerekir; bu büyük ve zor bir iştir ve reklamî umut söylemleriyle ya da ilerleme hikâyeleriyle ilgisi yoktur. Fakat eğer hiçbir şeyi başkalarıyla bağlamadan —başkalarını, gelecek kuşakları da sürece katan bir uzantı olmadan— kendi başına dünyanın durumunu düzelteceğini beklersek, tarihte hiçbir hareketi gerçek bir hareket olarak tanımayız.
🔻Yedi — Ölüm
🔹Sinvar’ın şehadeti öncesinde sosyal medyada kısa bir videosu yayıldı; ölümle nasıl yüzleştiğini anlatıyordu. Orada kararlı ve cesurca şöyle diyordu: “İmam Ali’nin sözünü ezberledim: أَيِّ يَومَيَّ مِنَ المَوتِ أَفِر / يَومَ لا يَقدِرُ أَو یَومَ قُدِر؟” — hangi günden kaçayım; kaderi belli olmayan bir günden mi yoksa kadere bağlanmış bir günden mi? — bu ikilem ölümü kaçınılmaz kılıyordu. Şehadet videosunun Refah’daki İbn Sina Caddesi’nin harabelerinde sıradan bir asker kılığıyla çekilmiş olması ve sonrasında meydanın ortasındaki benzer görüntülerinin sıkça paylaşılması, onun Ali’nin o hikmetine gerçek bir inançla bağlı olduğunu doğruladı.
O, nasıl yaşadıysa öyle de öldü; dimdik, elinde silahıyla, yaralı ve onarılmış bir eliyle, son nefesine kadar mücadele içinde, yalnızlıkta… Garip olan şuydu ki, biz —ve bütün dünya— onun o yalnız anlarını görebildik. Kader şöyle tecelli etti: İsrail, öldürdüğü adamın gerçekten “Sinvar” olduğunu kanıtlamak zorunda kaldı — ve bu, en iyi ve en çarpıcı biçimde kanıtlandı. O cansız adamın bedenini koltuğa oturtup, son kez bastonunu kendisine saldıran teknolojik canavara doğru fırlatışı, bu savaşın en anlamlı sahnesini oluşturdu. Hayatının o garip ve yalnız son anları, çağdaş insan hayatının en sarsıcı görüntülerinden biri haline geldi.
🔹Yüce Kur’an, Yahya peygamberin hikâyesini şöyle anlatır: Babası Zekeriya, yaşlanmıştı ve yeryüzünde soyunun sürmemesinden endişe ediyordu. Bu yüzden Allah’tan bir evlat diledi. Ona özel bir evlat, Yahya adıyla bağışlandı —ve o şehit edildi. Fakat Yahya, İsa Mesih’in (Ruhullah) peygamberliğine müjdeci ve hazırlayıcı oldu; o, ölü bir dünyayı yeniden diriltti. Yahya, bu şekilde devam etti…
▪Not: Bu yazının amacı, Yahya Sinvar’dan bugün için alınabilecek dersler üzerine düşünmekti. O, yaptığı işi kimsenin yüceltilmesine dönüştürmedi; bizim de eğer böyle yaparsak —hatta onun hakkında bile— ondan uzaklaşacağımızı unutmamamız gerekir.
وَالحمدُ للهِ رَبِّ العالَمین — Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
