İran’ın Sorunlarının Çözümünü ABD’nin Sinagoglarından İstemeyin

Eğer Amerikalı devlet adamlarının davranışlarını ve onların son yirmi yıldaki tutumlarını ve özellikle Trump dönemindeki davranışlarını gözden geçirirsek, açıkça görürüz ki bu davranışlar, genel dünya seyrini, hatta Batı’nın genel yönelimini ve kendi çevresini kendi görüşleri ve çıkarları doğrultusunda şekillendiren bir süper gücün davranışları değildir. Zira hâkim bir süper güç, kendisinin oluşturduğu veya oluşumunda temel rol oynadığı normları ortadan kaldırmaz, doğrudan savaş çıkarmaz ve savaşa girmez. Gerçek bir süper güç, hoşuna gitmeyen bir şeyi değiştirmek istediğinde yalnızca işaret eder ve onun fikri hâkimiyeti ve heybeti değişimi sağlar. Bir süper gücün savaşlara fiilen girmesi, artık o işaretin işe yaramadığını gösterir ve bu da artık onun süper güç olmaması demektir.

Bugünkü Amerika’nın durumuna bakın; Onun ilişkileri, çevresindeki çoğu ülkeyle ve hatta yakın coğrafyasıyla şiddetli bir gerilim içindedir. Amerika’nın, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden (1945) sonra, son seksen yıldır bu ülkenin yörüngesinde bulunmuş ve onun küresel yönetim lojistiğinin bir parçası olmuş Avrupa ülkeleriyle bile ilişkileri gergindir. Buna örnek olarak, geçtiğimiz Ekim ayının ikinci yarısında Şarm eş-Şeyh’te yapılan zirvede Trump’ın Fransa Cumhurbaşkanı ve İngiltere Başbakanı ile yaşadığı son çatışmalara değinmek gerekir. Amerika’nın dış görünüşteki tavrı kibirli ve müstekbir bir tavırdır ama içerde ise endişeli ve kaygılıdır. Amerika, dünyanın, hatta sınırlarına en yakın çevrelerin bile kendisinden uzaklaşma sürecinde olduğunu hissediyor ve bu sahte bir his değildir. Latin Amerika’ya, yani Orta ve Güney Amerika’ya bakın; Coğrafyasının yaklaşık yüzde 80’i, Washington’un düşman veya en azından muhalif olarak nitelediği ve gerçekten de öyle olan hükümetlerce yönetiliyor. Bu, Amerika’nın 1823 yılında Avrupalı devletleri Amerika kıtasından çıkarmak ve onların nüfuzunu kesmek için kendi başkanı Monroe’nun adıyla anılan “Monroe Doktrini’ni” uygulamaya koyup başarılı olmasından yaklaşık 200 yıl sonra yaşanıyor. Şimdi ise “Monroe Doktrini 2” ya da “Wanroe’dan” söz ediyor ve Çin, Rusya ve İran’ın Amerika kıtasındaki nüfuzuna karşı koymaya çalıştığı görüntüsünü veriyor. Oysa Latin Amerika’daki tartışmalar artık herhangi bir Asya ülkesinin etkisi meselesinin ötesine geçmiş durumdadır. Bugün, kuzeyde Meksika’dan güneyde Şili’ye kadar uzanan ABD karşıtı yerel hükümetler, Latin Amerika topraklarının yüzde 80’ini kontrol ediyor ve yalnızca kendi kıtalarında değil, Batı Asya bölgesinde de, özellikle Filistin meselesinde, Amerika’nın politikalarına karşı duruyorlar.

Amerikalılar, bundan sadece 30 yıl önce doğrudan müdahale ve askeri harcama olmaksızın dünyanın uzak noktalarındaki hükümetleri değiştirebiliyor ve “Doğu Blokunu”, yani “Sovyetler Birliği’ni” askeri müdahaleye gerek kalmadan çökerttiklerini iddia ediyorlardı. Şimdi ise yakındaki bir ülkede hükümeti değiştirmek için tehditlere ve askeri yollara başvurmuş durumdalar ve Venezuela halkının direnişini kırabilecekler mi, yoksa son yirmi yıldır her sahnede olduğu gibi kırık boynuzlarla mı geri dönecekler, tam olarak bilmiyorlar. Amerika bilmelidir ki Washington’un politikalarına karşı direniş artık siyasi ve devlet düzeyini aşmış, toplumsal ve halk tabanlı bir nitelik kazanmış ve derinleşmiştir. Amerika uzun yıllardır Latin Amerika’da darbe, yani dolaylı askeri müdahale yoluyla hiçbir hükümeti deviremiyor. Oysa 1945 ile 2000 yılları arasındaki dönemde bu bölgede ardı ardına onlarca darbe girişiminde bulunmuştu. Bu bize şunu söylüyor; Donanmalarının hareketi, Karayipler’deki yığınakları, askeri bildirileri ve suçlamaları, Amerika’nın sorunları kendi lehine çözme gücünden değil, tam tersine özellikle askeri alandaki mevcut zayıflıklarının açık bir yansımasından ibarettir.

Bugünkü Amerika’nın davranışlarını ve telaşını, güçsüzlükten güce geçiş sürecinde bulunan devletlerin davranışlarıyla bir karşılaştırın, ilerleyemeyen ama özgüveni olan taraf, gerginliği azaltmaya çalışır, ilerleyemeyen ve özgüveni de olmayan taraf ise gerginliği artırmaya yönelir. Amerika, 2000 yılında George Bush’un iktidara gelişinden bu yana sürekli olarak “değişim” sloganını dillendirmektedir. Bush, “Ortadoğu kökten değişmeli” diyordu ve bunu başarmak için birkaç savaş çıkardı ama başarısız oldu ve bu savaşlardan zorlukla çıktı. Sonra 2009’da Obama, “değişim” sloganıyla iktidara geldi ve “Amerika’nın iç ve dış politikaları yeniden tasarlanmalı” dedi ama sonunda yeniden tasarlamayı başaramadı. Daha sonra 2017’de Donald Trump, “Obama’nın politikaları Amerika’nın gücünü yok etti, bunu değiştirmeliyiz” sloganıyla iktidara geldi fakat hiçbir şeyi değiştiremedi, politikaları Amerika’nın daha da izole olmasına yol açtı. Dört yıl sonra iktidarı yaşlı ve zayıf bir adama devretti, bu sırada Amerika ikiye bölünmüş ve Demokrat Parti ile Cumhuriyetçi Parti “her konuda” anlaşmazlık ve çatışma içine girmişti. Trump, geçtiğimiz yıl yeniden “Önce Amerika” sloganıyla iktidara geldi ve bütün ilişkileri değiştireceğini, kaynakları içeriye akıtacağını, dış harcamaları sıfıra indireceğini vaat etti. Şimdi yeniden iktidara gelişinin üzerinden yaklaşık on ay geçti ama ne gelirler ülke içine yöneldi ne de dış harcamalar azaldı. Trump dönemi Amerikası, bu kez daha borçlu hâle gelmiş ve iç politikalarına yönelik muhalefet daha da artmıştır. Onun gümrük tarifesi politikası, Amerika ekonomisine katkı sağlamadığı gibi dış ticaret hacmini de azaltmıştır. Oysa bu yıl yani 2025’te askeri harcamalar 851 milyar doları aşmış, bu meblağın büyük bölümü de dış çevrelere harcanmıştır.

Trump, kendi özel modeline göre, tehditlerin rakiplerini anlaşmaya mecbur edeceğini sanıyor, oysa rakipleri ve muhalifleri, hiçbir şey almadan hiçbir şey vermeyeceklerini vurguluyorlar. Geçtiğimiz haftalarda Amerika’nın kendi güvenilir basın organlarında ve düşünce kuruluşlarında yayımlanan makaleler, Amerika’nın Çin, Rusya ve İran’dan tek taraflı taviz alma politikasının işe yaramadığını açıkça belirtmektedir. Amerika’nın İran’ın nükleer tesislerine düzenlediği askeri saldırı, İran’ın temel politikalarını değiştirmek bir yana dursun, İran’ın nükleer politikasında bile değişikliğe yol açmamıştır. Trump, kendi modeline uygun biçimde Rusya’yı Ukrayna savaşını bitirmeye zorlayamamış, Çin’e karşı izlediği sert gümrük tarifesi politikası da Çin–ABD arasındaki derin anlaşmazlıkları çözememiştir. Hatta en asgari düzeyde bile, Trump’ın Meksika’nın iç siyasetine müdahale tehditleri sonuçsuz kalmış, Gazze’ye ilişkin planı ve özellikle Gazze direnişinin askeri ve sivil olarak tasfiye edilmesi konusundaki tasarısı hiçbir ufuk göstermemektedir.

İlginçtir ki buna rağmen bazıları, Amerika’nın öylesine güçlü olduğunu, istediği her politikayı düşmanlarına veya rakiplerine karşı uygulayabileceğini ve bundan kaçış olmadığını sanıyorlar. Böyle sözleri İran’da duymak gerçekten garip, çünkü Amerika ile çatışma tecrübesini yaşamamış ülkeler bir yana dursun, İran bu tecrübeyi yaşamış ve onu geri püskürterek bölgesel bir güce dönüşmüştür. Allah-u Teâlâ A’râf Suresi’nin 196 ve 197. ayetlerinde şöyle buyurmaktadır:

“Çünkü benim dostum, Kitap’ı indiren Allah’tır. O, iyileri dost edinir. Allah’tan başka taptıklarınızın ise size yardım etmeğe güçleri yetmez. Onlar kendilerine de yardım edemezler.”

Yani mealen şöyle buyurulmaktadır: Düşmanların türlü hilelere başvurmalarına karşılık, salih müminlerin kendilerine yardım eden bir Allah’ları vardır, buna karşılık, bazı kimseler de vardır ki, Allah’a yalvarıp O’ndan korkmak yerine, kendilerine yardım etme ve sorunlarını çözme gücüne sahip olmayanları çağırmakta ve onlardan korkmaktadır.

Bugün, Amerika’nın kini açıkça ortadayken, meselelerinin çözümünü Amerika’nın sinagoglarından isteyenler, yalnızca batıl bir yolda yürümekle kalmazlar aynı zamanda hedeflerine de ulaşamazlar. Zira bugün bu Amerika, istemiş olsa bile, İran’ın meselelerini çözme gücüne sahip değildir. İran’ın meseleleri esasen içsel niteliktedir ve büyük ölçüde dışarıyla ilgisi yoktur. Örneğin sadece son iki aya dikkat edin, ülkenin eczanelerindeki çoğu ilacın fiyatı, her iki haftada bir yüzde 50 ila 100 ve bazen yüzde 120 oranında artmış ve dizginsiz biçimde yükselmiştir. Oysa aynı iki aylık dönemde doların değeri yalnızca çok az artış göstermiştir. Sadece bu karşılaştırma bile bize şunu açıkça göstermektedir: İçeride, gıda, ilaç gibi malların ham maddelerinin ithalatında tekeller oluşturarak, kirli elleriyle halkın boğazını sıkan unsurlar vardır.

Sadullah Zarei

Bu Haberi Paylaş
Yorum Bırakın