Sudan’da Neler Oluyor?

Sudan’daki Olaylar Zengin URANYUM Yatakları Sebebiyle Dünya’da Nükleer Rekabeti Yeniden Denkleme Mi Sokacak?

Sudan’da Küresel Emperyalizm Birleşik Arap Emirlikleri gibi vekalet güçlerini kullanarak Sudan’daki altın, petrol ve her şeyden daha önemlisi zengin URANYUM kaynaklarını ele geçirmeye çalışıyor.

İran’a Nükleer silahların engellenmesi adına saldırı yapıp Uranyum zenginleştirmesi yapan merkezlerini yok etmeye çalışan ABD ve onun dengesiz başkanı TRUMP yeni bir NÜKLEER DENEME yapılmasını 134 ülkenin imza attığı Nükleer Deneme Yapma yasağı Anlaşması” rağmen fütursuzca emretti. Dünya Nükleer bir Felakete hazırlık mı yapıyor? Sudan’daki URANYUM yatakları bu yüzden mi önemli!
ABD başkanı Donald Trump, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ile çok uzun süreden beri ilk defa gerçekleşen görüşmesinden birkaç saat önce sosyal medyada şöyle yazdı:
 “Diğer ülkelerin test programları nedeniyle, Savaş Bakanlığı’na nükleer silahlarımızı paralel olarak test etmeye başlamasını emrettim. Bu süreç hemen başlayacak.”

Trump’ın bu paylaşımının, Xi ile görüşmesinden sadece birkaç saat önce yaptığı düşünüldüğünde şüphesiz zamanlama açısından çok önemliydi. Belki Çin Devlet başkanı karşısında görüşme öncesi nüfuz kazanmaya veya güçlü bir lider imajı çizmeye çalışıyor olabilir. Ama bu gerçek niyetin kontrolsüzce açığa vurulmuş olma ihtimalini de taşıyor. ABD ve Çin’in 80 yıldan beri ilk defa yapılacak bu görüşmede sadece Ticari ilişkiler değil Nükleer enerji ve Silahsızlanma konularının da konuşulduğu biliniyor.
Bu arada 21 Ekim’de Vladimir Putin, Rusya’nın uzun menzilli saldırı ve uzun süreli hava dayanıklılığı kapasitesine sahip olduğu söylenen BOROSTNİK nükleer seyir füzesini başarıyla test nükleer füze fırlatma tatbikatı gerçekleştirerek nükleer gücünü kamuoyuna göstermiş oldu.
 Rusya da yakın zamanda, askeri analistlerin okyanusta büyük bir radyoaktif dalga oluşturarak kıyı bölgelerini tahrip edebileceğini söylediği POSEİDON nükleer kapasiteli torpidoyu test etti. Adını antik Yunan deniz tanrısından alan Poseidon füzesi hakkında çok az doğrulanmış bilgi var ancak bir torpido ve nükleer savaş başlığı taşıyabilen insansız hava aracının birleşimi olduğu kulislerde konuşuluyor. Analistler, 10.000 kilometre menzile sahip olduğuna ve saatte 185 kilometreye varan hızlara ulaşabildiğini tahmin ediyor.

Rus askerleriyle çay ve kek paylaşırken gerçekleştirildiğini söyledi. “Böyle bir mümkün değil,” diye ekledi. “Yani Poseidon’u durdurmanın bir yolu yok.”

Bu arada Belarus, Aralık ayında birden fazla nükleer savaş başlığı taşıyabilen Arseniy adlı Rus yapımı orta menzilli bir balistik füze konuşlandırmayı planlıyor. Amerikan düşünce kuruluşu CSIS bu konuda.  Trump’ın “eşit şartlarda” “testlere başlama” ifadesine yaptığı gönderme, yeni nükleer platformları daha kararlı bir şekilde ilerletme çağrısı olabilir, diye yazdı

Moskova’nın nükleer testleri, ABD’nin Ukrayna’ya Tomahawk füzeleri teslim etmeyi düşündüğü bir dönemde gerçekleşti. Tomahawk füzelerinin Ukrayna’ya tedarik edilmesi, saldırı yeteneklerini önemli ölçüde artırabilir ve Kiev’in şu anda ulaşamadığı askeri üsler, lojistik merkezleri, havaalanları ve komuta merkezleri de dahil olmak üzere Rusya’nın derinliklerindeki hedefleri vurmasını sağlayabilir. Tomahawk kara saldırı füzesi, genellikle derin deniz saldırı görevlerindeki hedeflere saldırmak için denizden fırlatılan uzun menzilli bir seyir füzesidir. Bu hassas güdümlü seyir füzesi, yoğun şekilde korunan hava sahasında bile hedefleri 1.600 kilometre (1.000 mil) mesafeden vurabilir. Uzunluğu 6,1 metre, kanat açıklığı 2,6 metre, ağırlığı ise yaklaşık 1.510 kilogramdır.

Trump’ın yeni nükleer deneme emri, Kuzey Kore dışında hiçbir ülkenin 1990’ların sonlarından bu yana nükleer deneme yapmadığı bir dönemde geldi. 1997’de kabul edilen Kapsamlı Nükleer Deneme Yasağı Anlaşması’nı (CTBT) 187 ülke imzaladı.

Başkanın emri, Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve Çin arasındaki artan nükleer rekabetin bir işaretidir. 1963 yılında Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Sovyetler Birliği, atmosferde, uzayda ve su altında nükleer denemeleri yasaklayan bir anlaşma imzaladı. Bu karar Küba Füze Krizi’nden sonra alındı. 1974 yılında Astana’da, yer altı denemelerinin patlayıcı gücünü 150 kilo tonun altında sınırlayan Eşik Deneme Yasağı Anlaşması imzalandı. Son olarak, 1997’de Kapsamlı Nükleer Deneme Yasağı Anlaşması ile her türlü nükleer deneme yasaklandı. Kapsamlı Nükleer Deneme Yasağı Anlaşması (CTBT) müzakerelerinin 1995 yılında başlamasından bu yana, Amerika Birleşik Devletleri anlaşmanın her türlü patlayıcı verimi tamamen ve kesinlikle yasakladığı konusunda ısrarcıydı.

Foreign Affairs, bu yılın Mart ayında yayınladığı kapsamlı bir raporda şöyle yazmıştı: İkinci Trump yönetimi, savaş sonrası uluslararası düzenin temel unsurlarını ortadan kaldırma sürecini hızlandırırken, yönetimin eylemlerinin bazı bariz sonuçlarını, yeni bir nükleer yayılma dalgasının başlaması da dahil olmak üzere, göz ardı ettiği anlaşılıyor. Trump’ın saldırgan politikaları ve ABD’nin uluslararası düzenin ilke ve kurallarını ortadan kaldırması ve bunları Washington’ın kurallara dayalı bir düzen için bizzat koyduğu kurallarmış gibi sunması, dünyada nükleer rekabeti yoğunlaştırdı.
ABD’nin, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın gözetimi altında olan İran’ın barışçıl nükleer tesislerine saldırısı, aslında “Dünya Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi” rejimini ORTADAN KALDIRAMAYA yönelik sistematik girişimin sonuncusudur. ABD yetkilileri, İran’ın nükleer programını durdurduklarını ve Tahran’ın bunu yeniden başlatmaya hakkı olmadığını iddia etseler de son olaylar, dikkatli siyasi analistlerin dünyadaki nükleer durumun nereye gittiği ve nasıl değiştirildiği konusunda gerçeği görmelerine engel olmuyor. Foreign Affairs’e göre, nükleer silahların geniş çapta yayılmasını önleyen nükleer silahların yayılmasının önlenmesi rejimi, aslında ülkelerin kendilerini sınırlamak için gönüllü olarak aldıkları bir önlem. Bu rejime bağlı olan ülkeler, rejimin çerçevesi içinde kendilerini daha güvende hissediyorlar; ancak bu güvenlik duygusu büyük ölçüde bu ülkelerin ABD gözetimi altındaki NATO gibi BM gibi daha geniş bir uluslararası sistemin parçası olmasından kaynaklanıyor. Trump yönetiminin parçaladığı şey, işte bu uluslararası ortak oluşumlara olan güven.

Gideon Rose tarafından kaleme alınan Dış İlişkiler Konseyi’nde şöyle deniyor: “Herkes şunu iyi anlamalıdır ki, liberal düzen çökerse, nükleer silahların yayılmasının önlenmesi rejimi de onunla birlikte çökecektir ve bu durumda, nükleer silah edinmek için acele edecek olan güçler ilk olarak Amerika’nın eski dostları olacaktır; bir zaman ona güven duyan ülkeler ABD’nin güvenlik garantilerine güvenmeyebilir, hatta ABD’nin baskısından korkabilirler. Nükleer silahların yayılma sürecinin en tehlikeli aşaması her zaman ülkelerin nükleer eşiği geçmek üzere olduğu dönem olduğundan, Trump yönetimi rotasını değiştirmezse, önümüzdeki yıllar muhtemelen nükleer krizlerle şekillenecektir.”

Amerika Birleşik Devletleri artık güvenilmez bir müttefik haline geldiğini gören ve kendilerine koruma arayan ülkelerin izleyebileceği bir yol, başka bir ülke ya da birlikten daha geniş bir caydırıcılık talep etmeleri olabilir. Örneğin, Almanya Başbakanı Friedrich Mertz, ” Almanya’ya nükleer korunmasını genişletmenin mümkün olup olmadığını öğrenmek için İngilizler ve Fransızlarla görüşme” niyetini açıkladı. Diğer NATO üyeleri de aynı yolu izleyebilir. İngiliz Başbakanı Keir Starmer ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Makron da bu fikre ilgi duyduklarını belirttiler, bu nedenle gerçek bir Avrupa nükleer birlikteliği ya da korunması yakın zamanda ortaya çıkabilir.

Bu nedenle bazı ülkelerde, daha fazla güvenlik için bağımsız olarak nükleer silah üretmeye karar verebilir. İsrail rejimi nükleer silah programına 1950’lerde başladı ve Fransa’dan kapsamlı yardım aldı. İsraillilerin ilk atom bombasını 1960’ların sonlarında ürettikleri ve sonraki on yıllarda cephaneliklerine yüzlerce savaş başlığı ekledikleri düşünülüyor. Pakistan da, uzun süredir düşmanı olan Hindistan’ın nükleer silaha sahip olmasını izledikten sonra 1970’lerde kendi gizli programını başlattı. Çin ve Kuzey Kore’den kapsamlı yardım aldıktan sonra İslamabad, 1998’de bir nükleer deneme gerçekleştirmeyi başardı. Foreign Affairs ayrıca şunları yazdı: Güney Kore nükleer silah edinirse, Japonya’nın da aynı şeyi yapması muhtemeldir.

Tokyo, 1960’lardan beri topraklarında nükleer silah bulundurmamayı, üretmemeyi ve buna izin vermemeyi taahhüt etti; ancak aynı zamanda gelişmiş bir nükleer enerji programına, büyük miktarda ayrılmış plütonyum rezervine ve gelişmiş bir savunma sanayisine sahip. Japonya’ her şeyi göze alıp karar verdiğinde, birkaç ay içinde nükleer silah üretebilir. Trump yönetiminin, nesiller boyu Amerikalılar tarafından kurulan ittifakları terk edecek kadar ileri gidip gitmeyeceğini henüz kimse bilmiyor; ancak eğer giderse, eski ABD müttefiklerinin ABD desteğinin devam edeceği varsayımıyla yaptıkları bazı seçimleri yeniden değerlendirmeleri şaşırtıcı olmaz. Bu tuhaf yeni dünyanın kaderini tahmin etmek için henüz çok erken, ancak nükleer silahların yayılmasını şimdiye kadar engelleyen psikolojik engellerin çökmüş olabileceği görülüyor. Bu yüzden dünyadaki güç dengeleri bu endişe ve geleceğe hazır olma dürtüsü ile Nükleer güce ulaşmalarını sağlayacak imkanlara yani Uranyuma sahip olma çabasına hızlıca ve gizlice girmiş durumda. Sudan bu yüzden önemli..!
Dünyanın girmiş olduğu bu endişe verici panik ve histeri içinde bir tek İran her ne şart altında olursa olsun Nükleer Silah kullanmayacağını defalarca açıkladı. Ayetullah Humeyni(ra) ve Ayetullah Hamaney’in “Nükleer Silah kullanmak haramdır” şeklinde fetvaları olsa dahi dünyayı bu konuda ikna edemiyor. Belki de ABD’ başkanı Trump’ınn dünyaya hakimiyet duygusu ile eski politikacıların Nükleer Silah Sahiplenmeyi ve denemeler yapmayı sınırlayan anlaşmayı imzalamak ile hata yaptıklarını düşünmesi ve bunu bir şekilde ortadan kaldırmak için İran’ın barışçıl enerji için uranyum zenginleştirmesini bahane ettiğinden bu fetvalara ve resmi açıklamalara kulak asılmıyor. Ancak bu konuda dünya ülkeleri açısından en masum ve dürüst olan ülkenin İran olduğu aşikardır. Hem bu linç kültürüne karşı mücadele etmesi ve hem de halkına güvenli ve ucuz enerji sağlamak için yolunda yürümeye devam etmesi gerekiyor.!!

Sudan’da neler oluyor?

Sudan’da Paramiliter grup Hızlı Destek Kuvvetleri’nin (RSF) Sudan’ın kilit kenti Faşir’i hükümet güçlerinden almasının ardından kentte insani bir felaket yaşanmasından korkuluyor.

Kentte “yargısız infazlar”ın yaşanıyor ve toplu halde infaz edilen insanlara ilişkin videolar bizzat El Şebab’ın militanları tarafından medyaya aktarılıyor. Bu katliamların yanı sıra, iki yıla yakındır RSF’nin şehri kuşatma altında tutulması nedeniyle açlık ve ilaç yoksunluğu çeken halktan ölüm sayıları hayli arttı.

Katliam sonucu meydana gelen faciaların ebetteki küresel hakimlerin dünyasında kamuoyu tarafından ilgi görmüyor. Sivillere yönelik “katliamlar ve tecavüzler” hat safhaya ulaştı.

“Dünden beri gelen görüntüler, gerçekten insan vicdanının kabul edileceği görüntüler değil, Dünya kamuoyu ve bilhassa İslam ümmeti Sudan’da 2023’ten bu yana devam eden savaş hakkında bilgi sahibi değiller ve Afrika ülkelerinin değişmez kaderi iş savaşlar veya kabile çatışmaları diyerek Siyonist medyasında manipülasyon ile geçiştirip önemsizleştiriyorlar.

2 yıla yakın süredir kuşatma altında olan Faşir’e hiç gıda ve temiz su sokulmuyor ve yardım kuruluşları da yine HDK tarafından engelleniyorlar.

Faşir Darfur bölgesinin en büyük ve en önemli şehriydi ve ordu maalesef elinde tutamayarak BAE güdümlü HDK’ tarafından ele geçirildi. Muhtemelen BAE’nin arkasında da küresel büyük devletlerin biri var ve desteklediği milislerin Sudan’a yönelik yapmış olduğu bir savaş karşısında güçlü bir direniş ile karşılaşmadılar.

BM Uluslararası Göç Örgütü ise son iki günde Faşir kentinde yaklaşık 26 bin kişinin yerinden edildiğini bildirdi.

Gazze’de işletilen politikanın bir benzeri burada da işletiliyor ve açlık ile yerinden etme işkence ve toplu katliamlar ile bir milletin topraklarına el konulmaya ve elbette ki doğal kaynakları yok edilmeye çalışılıyor.

Sudan Emperyalizmin ve Siyonizmin dikkatini neden çekiyor:


Toprak genişliği bakımından Afrika’nın üçüncü büyük ülkesi olan Sudan stratejik konumu, zengin su kaynakları, verimli tarım arazileri, kozmetik sanayinin kilit maddesi olan ARAP SAKIZ’ının üretimi ve maden zenginliği  ve bilhassa NÜKLEER ENERJİNİN hammaddesi URANYUM yataklarının bolluğu ile küresel güçlerin iştahını kabartıyor.  Beyaz Nil ve Mavi Nil’in birleştiği Sudan, tarımın ve hayatın kaynağı Nil havzası siyasetinde kilit bir aktör.

Sudan, Afrika’nın üçüncü büyük, dünyanın 9. büyük altın üreticisi altın üreticisi. Altın, ülkenin en değerli ihracat kalemi ve savaşan grupların ana finans kaynağı. Sudan’ın önemli petrol rezervleri olmasına karşın bu rezervlerin büyük kısmı 2011’de ayrılan Güney Sudan’da kaldı. Sudan, Güney Sudan’ın petrolünü boru hatlarıyla denize taşıyarak gelir elde ediyor ancak bu hatlar savaşta kritik bir hedef haline geliyor.
Sudan Eylül 2012’de ülkede çıkan altını işlemek üzere büyük bir altın rafinerisini faaliyete sokmuştur. Rafineri çevre ülkelerden çıkarılan altını da işleyebilecek kadar büyüklükte kurulmuştur. Yıllık kapasitesi 300 ton civarındadır. 2012’de çatışmaların yoğun olarak yaşandığı Kuzey Darfur’da da çok zengin altın yatakları keşfedilmiştir. Altın, Sudan’da petrolün yerini alırken iç çatışmaların en önemli nedenlerinden biri haline gelmiştir.

Kurak ve çoğunluğu çöl olan Afrika topraklarının aksine Sudan, ülkeden boydan boya geçen Nil nehri sayesinde son derece verimli tarım arazilerine sahip. Bu arazilerin tarımda doğru ve modern tekniklere göre ekilebilirse Sudan toprakları dünyanın tahıl ambarı olabilecek niteliktedir. ARAP SAKIZI üretiminin yüzde 70’ini Sudan karşılıyor. Kozmetik, ilaç, boya ve hatta şekerlemelerde kıvam arttırıcı olarak kullanılan bu madde ülke için önemli bir gelir kaynağı. Kozmetik sanayinin öncüsü Fransa için ise bu ham madde son derece kritik.

Tarım ülkede bir sektör haline gelip önemli bir gelir kaynağı haline dönüşmüştür.  Tarım sektöründe hayvancılık %60’la daha büyük bir paya sahiptir. Sudan, büyük ve küçükbaş hayvan varlığı bakımından Afrika ve Ortadoğu’nun en önemli ülkesidir. Canlı hayvan ihracatı altın ve petrolden sonra üçüncü sırada gelmektedir. Şeker kamışı, darı, susam, mango, yer fıstığı, sorgum, baklagiller, muz, soğan, domates, patates en önemli tarım ürünleridir. Sudan, Arap sakızı üretiminde dünyada yaklaşık %80 payla ilk sıradadır.


Etiyopya’da inşa edilen dünyanın en büyük barajlarından biri olan Rönesans Barajı’nın Sudan’daki çatışmalarda etkisi var mı?

 

Afrika kıtasının en büyük hidroelektrik tesisi Rönesans Barajı açıldı. Nil Nehri’nin Mavi Nil kolunda inşa edilen bu dev proje, yalnızca bir altyapı yatırımı değil; aynı zamanda Afrika’nın su ve enerji kaynaklarına hâkim olma mücadelesinde kritik bir dönüm noktası.

135 milyon nüfuslu ülke için baraj, sadece enerji üretimi anlamına gelmiyor; aynı zamanda etnik çatışmalar ve iç savaşlarla parçalanmış toplum için birleştirici bir sembol işlevi görüyor. Son yıllarda Tigray bölgesinde yaşanan çatışmalar 500 binden fazla can kaybına yol açarken, bu mega proje ülke için umut ışığı olarak algılanıyor.

Barajın hedefi oldukça iddialı: Etiyopya’nın elektrik kapasitesini 3 katına çıkarmak ve komşu ülkelere elektrik ihraç etmek. Nüfusunun büyük bir kısmı elektriğe erişimden yoksun olan bir ülke için bu, ekonomik kalkınmanın atlama taşı olarak görülüyor. Daha ucuz ve güvenilir enerji, sanayileşme ve üretim sürecini hızlandıracak ve milyonlarca insanın yaşam kalitesini artıracak.

2010 yılında başlatılan bu hamle, bölgesel dengeleri derinden sarstı ve Etiyopya’ya Nil’in akış hızını kontrol etme gücü sağladı. Kenya, Uganda, Burundi, Ruanda ve Tanzanya ile imzalanan anlaşma, Mısır ve Sudan’ın Nil üzerindeki geleneksel tekelini de yıkma potansiyeli taşıyor. Bu anlaşma, Afrika ülkelerinin kendi su kaynaklarına sahip çıkma ve kendi enerjisini üretme iradesinin tezahürü olarak değerlendirilebilinir.

Mısır’ın tepkisi sert oldu. Nil nehrine bağımlı olarak yaşayan Mısır için, nehir tam anlamıyla yaşam kaynağı. Çöl ikliminin hâkim olduğu Mısır, tarım ve içme suyu ihtiyacının tamamını Nil’den karşılıyor. Barajın su akışını etkileyeceği endişesi, Kahire yönetimini diplomatik ve askeri seçenekleri değerlendirmeye itti.

Sudan ise iki ateş arasında kaldı. Bir yandan Mısır ile olan tarihsel bağları, diğer yandan Etiyopya ile sınır komşuluğu nedeniyle dikkatli bir denge politikası izlemeye çalışıyor. Ancak ülkenin tarım sektörü ve hidroelektrik santralleri de Nil’in akış rejimindeki değişikliklerden doğrudan etkilenecek.

Büyük Rönesans Barajı meselesi, küresel iklim değişikliğinin su kaynaklarına etkisi bağlamında daha da kritik hale geliyor. Afrika kıtası, küresel ısınmanın en ağır etkilerini yaşayan bölgelerden biri. Artan sıcaklıklar, düzensiz yağış rejimleri ve uzayan kuraklık dönemleri, su kaynaklarına olan bağımlılığı artırıyor.

Baraj projesinin çevresel etkileri de tartışma konusu. Nil’in doğal akış rejimindeki değişiklikler, ekosistemin dengesini bozabilir. Delta bölgesindeki tarım arazileri, balıkçılık sektörü ve su altı yaşamı olumsuz etkilenebilir. Özellikle Mısır’ın bereketli Nil Deltası’nda yaşanabilecek değişiklikler, gıda güvenliği açısından kritik sonuçlar doğurabilir.

Bununla birlikte, modern baraj teknolojisinin sunduğu imkanlar da göz ardı edilmemeli. Akıllı su yönetimi sistemleri, sezonluk varyasyonları minimize edebilir ve nehrin daha verimli kullanılmasını sağlayabilir. Etiyopya, barajın dolum ve işletme süreçlerinde komşu ülkelerle iş birliği yapacağını taahhüt ediyor.

Bu koşullarda, Nil’in kontrolü sadece enerji üretimi meselesi olmaktan çıkıyor; suyun ve enerjinin kontrolü ulusal bekaya dair  olduğu kadar küresel hakimiyetin korunması açısından da stratejik bir konu haline geliyor. Etiyopya’nın baraj politikası, diğer Nil havzası ülkelerini de benzer projeler geliştirmeye teşvik edeceği gibi bütün dünyada enerji devlerinin ve bölgede madenler, petrol ve uranyumu kontrol altında tutmak isteyen dünya hegemonyası içinde bölgeyi cazibe dolayısı ile çatışma noktası haline getirmeye sebep olabilir.  Bu durum, bölgedeki gerilimin SUDAN ile başladığının izlenimini veriyor

Birleşik Arap Emirlikleri’nin SUDAN’da ne işi var?



HDK milislerini silahlandıran başlıca ülke, tüm suçlamaları ve raporları ısrarla reddeden Birleşik Arap Emirlikleri (BAE). BM raporları, milislerin kullandığı silahların önemli bir kısmının İngiltere menşeli olduğunu ve bu silahların BAE aracılığıyla bölgeye ulaştırıldığını gösteriyor. BAE, Suudi Arabistan ve İsrail ve ABD arasındaki örtülü iş birliği, Sudan’daki savaşı bölgesel çıkarların arenasına dönüştürdü. ABD başkadı TURUMP geçtiğimiz aylarda BAE ve diğer ülkeleri ziyaret ederek İSRAİL’in korunması için SAVAŞ TAZMİNATI olarak 4 TRİLYON doları bu ülkelerden bir çırpıda almıştı.  BAE, Libya ve Çad’daki üslerini kullanarak HDK’ya silah sağlıyor; karşılığında ise HDK militanları, kontrolü altındaki altın madenlerinden BAE’ye karanlık bir tedarik zinciri oluşturuyor.

Emirliğin amacı Sudan’ın kaynaklarını ve limanlarını kontrol etmek, Kızıldeniz ticaret rotalarını elinde tutmak ve devrimci Sudan güçlerini kendisine itaat edecek çetelerle değiştirmek. Aynı BAE, Ruanda’nın M23 milislerine destek vererek Kongo’nun nadir elementlerini de benzer yolla elde edip Avrupa’ya pazarlıyor.

 

Paramiliter Hızlı Destek Güçleri (HDG) öncülüğündeki koalisyon, kontrolündeki bölgede hükümet kurduğunu ilan etti ve çeşitli atamalar gerçekleştirdi.

Uzun sürenin ardından başkent Hartum’da kontrolü yeniden sağlayan Sudan yönetimi ise yeni hükümeti “terörist milislerin ilan ettiği gayrimeşru oluşum” olarak tanımladı. Ayrıca tek taraflı ilan edilen hükümetle işbirliği yapan ülkelerin, Sudan hükümetine ve egemenliğine yönelik saldırıyla suçlanacağı bildirildi. HDG’yi destekleyen edilen Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), koalisyon tarafından ilan edilen hükümetle bağlantısını reddetti, ancak kısa bir süre sonra BAE’ye ait olduğunu belirtilen ve onlarca Kolombiyalı paralı askeri taşıyan bir uçak, Hızlı Destek Güçleri’nin kontrolündeki Güney Darfur eyaletinde düşürüldü. Özellikle Kolombiya’dan getirildiği öne sürülen paralı askerler, Güney Amerika ülkesinin basınında uzun süre tartışılmıştı. Hızlı Destek Güçleri’nin başarısız bir operasyonunda ele geçirilen telefonda çıkan görüntüler ve sonrasında ülkesine geri dönen başka bir paralı askerin savaşmak üzere nasıl işe alındıkları, görevleri ve Batı Sudan’a ulaşmak için kullandıkları yöntemler hakkındaki açıklamaları Kolombiya basınına yansımıştı.

7 Ağustos’ta düşürülen uçak, Kolombiya’dan savaşmak için getirilen paralı askerlerin varlığını kanıtladı ve BAE’nin açıklamalarını boşa çıkardı.

Uluslararası Af Örgütü’nün son raporu, Çin yapımı güdümlü bombaların BAE üzerinden HDK’ye ulaştığını belgelendi. BM silah ambargosu açıkça ihlal ediliyor. Rusya’nın WAGNER paralı askerlerinin ise HDK saflarında yer aldığı iddia ediliyor; zira Wagner’in Sudan’daki altın madenleriyle doğrudan ilişkisi konuşuluyor.  Görünen o ki; BAE’nin parası ve lojistiği, İngiltere menşeli silahlar, Çin’in bombaları ve Rusya’nın paralı askerleriyle beslenen bu savaş, Sudan topraklarında oynanan küresel bir vekalet savaşından başka bir şey değil. Sudan halkının kanı, bu kirli ittifakların tek ortak parası oldu.

SUDAN tarih boyunca AFRİKA ülkelerinin değişmez kaderini yaşıyor: SÖMÜRÜ için İŞGAL

 

Uluslararası ve yerel raporlar, Amnesty International ve UNICEF gibi kurumların ortaya koyduğu bulgulara göre, HDK milisleri kadınlara ve kız çocuklarına yönelik yaygın ve sistematik insan hakları ihlallerine başvuruyor.  Amnesty International raporunda HDK’nın kadın ve genç kızlara karşı “tecavüz, grup tecavüz, cinsel kölelik” gibi savaş suçu ve insanlığa karşı suç boyutunda suçlara karıştığı belgelenmiş durumda.
UNICEF’in verilerine göre, 2024 başından itibaren kaydedilen 221 çocuk tecavüz vakası bulunuyor; bu vakalarda 16’sı 5 yaşın altında, hatta 4 tanesi sadece 1 yaşındaki bebekler. Tecavüz bir silah olarak kullanılıyor. Tecavüz mağdurlarının toplumsal damgalanma, intihar riski, sağlık sistemine erişememe, güvenli alan bulamama gibi ek travmalarla karşılaştığı da raporlanmış durumda. Savaşın en ağır bedelini her zaman ki gibi kadınlar ve kız çocukları ödüyor.

ABD, Suudi Arabistan, BAE ve Mısır’dan oluşan “Uluslararası Dörtlü”, Sudan’daki çatışmaların durdurulması için yeni bir girişim başlattı. Ancak bu girişim, HDK’nın Darfur üzerindeki kontrolünü fiilen tanıma eğilimi taşıyor. Tıpkı Mısırda GAZZE için yapılan ateşkes toplantısı gibi. Her zaman emperyallerin işlerini köleleştirilmiş dost görünümlü komşu ülkeler yapar. Barış ateşkes adı altında hegemonyanın çıkarları doğrultusunda şartları komşularına kurtuluş olarak öneren bunlardır.

Bu ülkelerin efendileri ile birlikte, Sudan halkının çıkarlarını değil; altın, URANYUM madeni ve tarım vs gibi coğrafi değerlerini önemsedikleri aşikardır. Bunların önerdikleri barış planı, Siyonist Sermayenin ve onlara bağlı devletlerin ortak çıkarlarırı düzenleyen bir paylaşım anlaşmasından ibarettir.

Bugün Sudan’da bütün dünyanın gözleri önünde Gazze’den sonra sergilenen bu yeni sahnede sadece Afrika’nın değil dünyanın insanlık sınavı sınanıyor.  Ancak insanlık olarak yine müstazaf Afrika halkların bir kez daha küresel güçlerin çıkar mücadeleleri uğruna katledilişini boğucu bir sessizlik içinde seyrediyoruz.

Birbiri ardına dünya coğrafyasının farklı kesimlerinde sürekli mazlum ve müstazafların bilhassa Müslümanların katledilmesi uluslararası Siyonist hegemonyanın rutin bir ritüeli olarak normalleştirilip bizlere bile kanıksatılıyor.

Türkiye Sudan’ ilişkileri ve Türkiye’nin hesapları:


TİKA ofisinin Sudan’ın başkenti Hartum’da 2006’da dan beri ofisi var ve binlerce proje gerçekleştirdi.

Hartum’da bulunan mesleki eğitim merkezi, Güney Darfur eyaletinin merkezi Nyala’da kurulan Sudan Türkiye Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Sudan’ın doğusundaki Osmanlı eserlerinin olduğu Sevakin Adası’nda tarihi binaların restorasyonları, Bu gün katliamların olduğu ve HTK’ın işgal ettiği Kuzey Darfur eyaletinin merkezi Faşir’de bulunan Sultan Ali Dinar Evi Müzesi’nin restorasyonu,  Port Sudan’da bulunan Liman Hastanesi Yenidoğan Yoğun Bakım ünitesi kurulumu ve Sevakin Devlet Hastanesi’nde kadın-doğum ünitesi kurulumu gibi çeşitli işleri yapıyor.

Ayrıca çeşitli bölgelerde tarım hayvancılık, arıcılara modern arıcılık ekipmanları ve arı kolonileri sağlayan Hayvancılık Bakanlığına ait bir gıda ve hayvancılık laboratuvarı kurulumunu gerçekleştirilmiş.
Tikka dışında Sudan’da arazi alımı yapan kamu kurumları ve büyük sermaye sahibi özel kuruluşlar da var.  Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM), 5 milyon dönümlük araziyi 2013’te 99 yıllığına kiralamıştı. Adana’daki Ceyhan Girişimci İş Adamları Derneği’nin üyeleri var ve 20 bin dönümlük alana inşa edilmiş bir süt işleme çiftliği kiralayan, ardından araziyi 33 bin dönüme çıkaran iş adamları, bu arazide ayçiçeği üretiyor. Türkiye’nin tarım ve hayvancılığını bilinçli bir yok etme ile Siyonizm’e peşkeş çeken AKP rejimi ve ona yakın yandaş iş adamları kişisel sermayelerini garantiye almak hem de ülkenin ithalata dayandırılan tarım ve hayvancılığından en iyi rantı kazanmak için Sudan gibi birçok Afrika ülkelerine bu konuda yatırım yaptılar.

Yaklaşık yirmi yıla yakın Sudan’da Türkiye’nin ilişkileri ve yatırımları olmasına rağmen son olaylarda AKP İktidarı Gazze’de olduğu gibi hiçbir açıklama yapmayarak sessiz kalıyor. İşin içinde ABD ve İsrail destekli Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan gibi ülkelerin olması ve uluslararası konjonktürün SUDAN altını Uranyumu ve verimli coğrafyası üzerinde geleceğe dönük sömürgeci planları Türkiye’yi bunca emek ve yatırımına rağmen sesiz kalıyor ve ciddi bir itirazda bulunmuyor.
Sonuç itibarı ile:
Sudan’da şahit olduğumuz katliam ve savaşın altında yatan sebebin maalesef bu kirli dünya da güç odaklarının çıkar çatışmaları rant paylaşımı ve siyasi rekabetinin bir yansıması olduğu ortadadır. Bu rekabette belirgin olan ise Sudan topraklarında bol miktarda bulunan Uranyum madeninin sağlayacağı Nükleer Silah üstünlüğünü elde etmek için ülkelerin birbirlerine karşı mücadellerine gariban Sudan coğrafyasında tezahür ettirmeleri olduğu ortadadır. Her zamanki gibi uluslar arası Küresel Küfür ve Şeytani hegemonya kültürel ve coğrafi kimliğini yitirmiş egemenlerin merhametine ve artıklarına talip sözüm ona adı Müslüman olan kukla yönetimleri bir aracı aparat olarak kullanıp savaş kışkırtıcılığı yapıyor ve yine mazlum halkların değerlerini çalarak onlara kan zülüm ve işkence ile bedelini ödüyor. 

Bu Haberi Paylaş
Yorum Bırakın