İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (5)

Siz neyi görüyorsunuz, ışığın kendini mi yoksa ışığı yansıtan şeyleri mi? Bu masa ışığı yansıtan şeydir, ona ışık vurduğu için biz onu görüyoruz. Ancak ışığın kendisi bir yere düşmüyorsa yani bir yerden yansımıyorsa görülebilir mi? Işık boşlukta görülemez. “Mutlak ben” de böyledir. Siz kendi “ben”inizi göremezsniz, daima “inzimamî ben”inizi görürsünüz. Yani kendinizi daima bir hâl üzere görürsünüz.
GİRİŞ: 19.08.2021 09:03      GÜNCELLEME: 19.08.2021 09:03
Rasthaber -  Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.

Rûzîgârist ké sovda-yé botan din-i men est

Gam-é în kâr néşat-é dil-é gamgîn-é men est

Diden-é rûy-é to ra dîde-yé cân bîn bayed

Veyn koca mertebe çeşm-é céhan bîn-é men est

Uzun bir zamandır, put (gibi güzel sevgilinin) sevdası benim dinimdir.

Bu işin kederi benim kederli gönlümün neşesidir

Senin yüzünü görmek canı gören bir göz gerektirir

(O gözün mertebesi nere) Benim dünyayı gören gözümün mertebesi nere?

(Benim sadece dünyayı gören gözüm onu görme liyakatine sahip değildir.)

Hâfız 

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Bildiğiniz gibi birkaç programdır, Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî-yi Manevi denizinde üstadımızla birlikte seyrüsefer halindeyiz. Umarız sizler de bu yolculukta bize eşlik ediyorsunuz.

Elbette bu geminin kaptanı aziz üstadımızdır. O bizi bu marifet okyanusunda hikmetin ve irfanın derinliklerinde dolaştırıyor. Ondan yeterli ölçüde yararlanmayı umuyoruz.

Pekâlâ, aziz üstadım, Mesnevî’nin özeti niteliğinde olan o on sekiz beyitten sonra anlaşılan o ki Hz. Mevlânâ açısından önemli meselelerden biri nefis meselesidir. Görülüyor ki o gerçekten de tüm âlimler, hekimler, filozoflar için özel bir uzmanlık olan nefis meselesinde büyük bir yetkinlik kazanmıştır.

İzin verirseniz ben bu konudaki beyitleri okuyayım ve sizin değerli güzel ve ilmî açıklamalarınızdan yararlanalım.

Mevlânâ nefis konusunda şöyle buyuruyor:

Muttehem nefs est ne eql-é şerîf

Muttehem hissest ne nûr-é letîf


Sanık nefistir, şerefli akıl değil

Sanık duyudur, latif nur değil
                                                     

Sed hezaran fesl dâned ez ulûm

Cân-é khod ra mi ne dâned ân zelum

Bilimlerin yüz binlerce dalını bilir ama

Kendi ruhunu bilmez o zâlim.

Yani bizler, genellikle hayatımızın geçtiği çevreyle ilgili birçok şeyi biliriz. Kullandığımız eşyaları, oturduğumuz evi, yaşadığımız şehri biliriz ama kendimizi bilmeyiz.

Daned u khasiyet-é her covherî

Der beyan-é covher-é khod çun kherî

Her cevherin özelliğini bilir ama

Kendi cevherini açıklamaya gelince bir eşek gibi olur

Ké hemi dânem yecûz u lâ yecûz

Khod ne dâni to yecûzi ya ecûz

Caiz olanı, olmayanı, her şeyi bilirim dersin

Ama kendin caiz misin yoksa bir kocakarı mısın, bilmezsin

Qıymet-é her kala mi dâni ké çist

Qıymet-é khod ra ne dâni ahmaqist

Her eşyanın kıymetinin ne kadar olduğunu bilirsin

Kendi kıymetini bilmezsin, bu aptallıktır

Yani Hz. Mevlânâ nefsi ve kendini tanımayı, marifet bilgisinin veya sülûkun ilk adımı olarak görüyor. Zatıaliniz de bu görüşe katılıyor musunuz?

Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm. Çok önemli bir noktaya parmak bastınız. Mevlânâ önemli bir yerden başlamıştır. Nefis kelimesi, Arapçada “kendi” demektir. Bizim, dilimizde “kendi” veya “kendim” dediğimiz şey Arapçadaki “nefis”tir. Meselelerin anası, tüm meselelerin esası, nefis meselesidir.

Nefis, boşlukta değildir, ‘‘melekût’’tan ‘‘nasût’’a gelmiştir ve bu âlemde yaşamaktadır. Nefis bu âleme ‘‘hubût’’ etmiştir (düşmüştür). Nefsin nûrani bir makamı vardı, kendi ‘‘mekmen-i gayb’’ında, ezelî ilimde, ‘‘a´yân-ı sabite’’de nûrani idi. Ancak ‘‘hubût’’ etmiştir.

Nefsin hubût istidadı vardı, yani isyan istidadı vardı. Belki de nefsin azameti işte budur, nefis masiyet (günah) işleyebilir. Günah, bir azamet değildir, günah istidadı azamettir. Yani bir kişinin günah işleyebilmesi veya işleyememesi önemlidir.

Bu masa, ağaç günah işleyemez. Bu yüzden de günah işlememesinin bir önemi yoktur. Ama insanın günah işlememesi önemlidir; çünkü insan günah işleyebildiği halde günah işlememiştir. Hâfız’ın ifadesiyle:

Câyî ké berq-é isyan ber Âdem safi zed

Mâ ra çégûne zîbed de’vâ-yé bî gonahî

İsyan şimşeğinin Âdem’i saf ve temiz kıldığı bir yer

Bizi nasıl günahsızlık iddiasıyla süsleyebilir

Hubût eden nefis, bu âleme ulaşabilmek için hangi aşamalardan geçti? Âlem, insanın dışı demektir. İnsanın kendi dışında baktığına âlem denir. Yani âlem kendi dışımızda gördüklerimizdir. Biz kendi dışımızdakilere, çevremizdeki dünyaya baktığımız gibi kendi içimize de bakarız. İşte o baktığımız o ‘‘iç’’ (derun), nefistir.

İnsanın iki tür bakışı vardır: Biri dışarıyadır, çevreye ve âlemedir. Hayatını yaşadığı, yiyip içtiği, oturup kalktığı yerleredir. Sizin okuduğunuz şiirde de Mevlânâ’nın işaret ettiği gibi insan ne kadar cahil olursa olsun yaşadığı hayatı bilir. İnsan çok cahil olabilir ama yaşadığı ortamı ve ne yapması gerektiğini çok iyi bilir. Aynı şey hayvanlar için de geçerlidir. Yani hayvanlar da yaşamak için ne yapması gerektiğini bilir, yapması gereken şeyleri yaparlar.

Ancak önemli olan bakış, içe (derun) yönelik bakıştır; enfüsi bakıştır. Kur’ân-ı Kerim’deki şu âyet çok müthiştir: “Ve fî enfusikum, e fe lâ tubsirûn” (Kendi nefislerinizde de öyle. Görmüyor musunuz?) (Zâriyât, 21)

Kur’ân-ı Kerim âyetleri ‘‘afaki ve enfüsi” diye iki şekilde açıklıyor. Allah Teâlâ’nın iki tür âyeti var, biri bizim dışımızla ilgilidir. Yıldızlarla dolu gökyüzü, dalgalı denizler, güzel çiçekler, soğuk havalar, sıcak havalar kısaca atomdan galaksilere kadar varlık harikaları... Gerçekten de geceleri gökyüzüne, galaksilere baktığınız zaman çok hayret vericidir. Aynı şekilde atomun içi de çok hayret vericidir. Yani âlem hem makro hem de mikro düzeyde çok hayranlık vericidir.

Hem galaksiler hem de atom veya moleküller acayiptir ve hayret vericidir. Ancak tüm bu dışsal acayiplikler, içsel acayipliklerin binde biri bile değildir. İnsan eğer kendi içine yönelir, enfüsi âyetleri incelerse, içindeki acayipliklerden dolayı çok daha büyük bir hayrete düşer.

“Dışarıda olanlar, içeride olanların bir yansımasıdır.” Bu söz Mevlânâ’ya aittir. Mevlânâ’nın hem dışarıya hem de içeriye yönelik seyri vardır. Hem dışarıyı inceledi, yolculuklar yaptı, tecrübeler yaşadı, kendi çağının ilimlerine aşina oldu, hem de içeriye yöneldi. O her iki alanda da birçok şey bilmektedir.

İçe yönelik seyir sınırsızdır. Dışsal seyrin sınırsız olduğunu söyleyemeyiz. Elbette günümüzde bilkuvve olarak sınırsız kabul edilir; ama galaksiler bilfiil olarak sınırsız kabul edilmiyor. İçsel seyir ise sınırsızdır. İnsan kendi derinliklerinde ne kadar seyrederse, zulmani hicapları ne kadar aşarsa nûrani hicaplara o kadar ulaşır. Nurun kendisi bir hicap olur. Nûrani hicaplar da sınırsızdır.

Mevlânâ’nın enfüsi seyri, afaki seyrinden daha fazladır. Sülûkun esası da enfüsi seyirdir. Bu sadece Mevlânâ için değil, tüm ârifler için geçerlidir. İrfanın esası budur. Âriflerden birine, -eğer yanılmıyorsam Bayezid’e- “Acaba Tanrı’nı bize tanıtabilir misin?” diye sordu. O Allah’ın dışarıda bir yerde olduğunu ve bu ârifin de ona Allah’ı gösterebileceğini sanıyordu. “O’nu bana tanıtamaz mısın?” diye tekrar etti. O ise şöyle cevap verdi: “Acaba sen kendisini kendine tanıtan birini tanıyor musun?’’

O ârifin cevabı böyle olmuştu. Yani O’nu dışarıda arama. Eğer kendini tanırsan, biri seni sana tanıtmış demektir, o da Allah’tır. Dolayısıyla eğer ben kendimi tanırsam, Hakk’ı da tanımış olurum.

Mevlânâ başka bir yerde şöyle bir hikâye anlatıyor: Bir sûfi, herkesin sevinç ve mutluluk içinde çiçeklere, ağaçlara baktığı, bülbül sesleri ile eğlendiği bir bahçede başını öne eğmiş, tefekküre dalmıştı ve dışarıya bakmıyordu. Biri geldi ve ona “Mevlânâ (ey efendimiz) başını kaldır; sen şu âyeti okumadın mı?” diye seslendi.

O, “hangi âyeti?” diye sorunca, o şöyle dedi: “Fenzur ila asari rahmetillahi” yani “Allah’ın rahmetinin eserlerine bak” (Rum, 50) Hak Teâlâ’nın rahmetine bak, bülbüle bak ne kadar güzel şakıyor. Şu çiçeklere, ağaçtaki meyvelere bak. Bütün bunlar Allah’ın rahmetidir.             

O, tefekküre dalmış olan ârif, şöyle cevap verdi:

Bağha ve meyveha ender dél est

Aks-é lotf-é ân berîn âb u gol est

Bahçeler ve meyveler gönüldedir.

Onun lütfunun yansıması o suya ve güle vurmuştur.

Biz bu beyti açıklamaya kalkarsak aylarca bundan bahsetmemiz gerekir. Yani diyor ki bağ da bahçe de gül de bülbül de meyve de papağan da ceylan da hepsi benim içimdedir. Senin o dışarıda gördüklerin benim içimin eseridir. Hatta doğrudan bir eser de değil, eserin eseridir:

Goft âsâreş dél est ey bulheves

Ân burûn âsâr-é âsâr est u bes

Dedi ki onun eseri gönüldedir ey hevesine uyan kişi

O dışarısı eserin eserinden ibarettir sadece

Yani insanın dışı, insanın içinin yansımasıdır. İçsel seyir, sülûkun ve irfanın esasıdır. Bu, İslam irfanı için de, İslam dışı irfanlar için de geçerlidir. Elbette İslam irfanında bu en güzel şekilde açıklanmıştır. Ârifler bu seyri yapmıştır, bu konuda çok güzel açıklamalarda bulunmuşlardır. Mevlânâ da bu tarikatın salikidir.

Mevlânâ, adeta bir derya olan Mesnevî’sinde misal olarak, hikâye veya kıssa olarak söylediği şeyleri, kendi nefsinde sülûk etmiştir. Yani o içsel durumlarını bir kıssa şeklinde ifade ediyor. Kıssalar bazen çok sıradan şeylerdir. Ama o, bunları içinden söylüyor ve onları dışarı çıkarıyor. Bu yüzden bazı marifet erbabı kimseler, Mesnevî’yle ilgili olarak çok güzel bir şey söylüyorlar. Onlar diyor ki: Mesnevî-i Şerif zorların en zoru, kolayların da en kolayıdır. 

Peki, zorların en zoru olan bir şey nasıl kolayların en kolayı olabiliyor? Onlar bu konuda da ‘‘Akıllılar için zorların en zoru, cahiller için ise kolayların en kolayıdır’’ diyorlar. Tefekkür sahibi olmayan, sadece kıssanın zâhirine bakıyor. Kıssaların zâhiri çok basittir, mesela herkesin dokunduğu yerine göre tanımladığı fil veya cariye yahut papağan kıssası zâhiren son derece basittir.         

Ancak mana denizine girdiğiniz zaman gördüğünüz her şeyin bir içi, o için de bir içi olduğunu ve çok zor olduğunu anlıyorsunuz.

Laricanî: Hâfız’ın dediği gibi “Aşk önce kolay göründü; fakat zorluklar ortaya çıktı”.

Üstad Dînânî: Evet, bu açıdan da Mesnevî’yi herkes kendi ölçeğinde anlayabiliyor. Mevlânâ da bu meselenin farkında olduğu için şöyle diyor:

Ânçé mi guyem be qadr-é fehm-é tost                      

Mordem ender hasret-é fehm-é dorost

Söylediklerim senin anlayışın kadardır

Doğru anlayış hasreti yüzünden öldüm.

Laricanî: Üstad ilginç bir noktaya işaret ettiniz. Elbette Mevlânâ’nın asli kaynağı Kur’ân-ı Kerim ve hadislerdir. Enfüsi ve afaki seyir de “Se nurihim ayatina fil afakı ve fi enfusihim hatta yetebeyyene lehum ennehul hakk, e ve lem yekfi bi rabbike ennehu ala kulli şey'in şehid.” (Biz âyetlerimizi hem afakta hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Her şeyin üzerinde Rabbinin şahid olması yetmez mi?) (Fussilet:53) âyetine dayanıyor. Buradaki “yetebeyyene” yani açıklanma ifadesi çok önemlidir burada da her şeyin şifresi “hüve” yani “O” zamirindedir.

Yani bizimle Allah arasında bir şifreli ilişki vardır. Bayezid’in sorulan soruya verdiği cevapta da buna değiniliyor. Biz kendimizi asla Allah’tan ayrı göremeyiz. Biz onun “nefha”sı olduğumuz gibi, bizim arayışımız da Allah’tan başkası değildir. Nitekim diğer büyük ârifler de ‘‘eğer Allah’ı istiyorsanız, kendinizi bulun’’ diyor.  İnsan eğer kendini bulursa afakta ve enfüste tüm âlem onun olur.

Üstad şimdi sizden insanın nefsiyle, yani kendisiyle Allah arasındaki ilişkiyi biraz daha açıklamanızı istiyorum.

Üstad Dînânî: Bakınız, Allah, zuhurun şiddetinden dolayı gizlidir.  Allah kayıp değil ki arayalım, kaybolan biziz. Allah her yerdedir, hem sizin içinizde (enfüs) hem de dışınızdadır (afak). Allah’ın kendisi “Se nurihim ayatina fil afakı ve fi enfusihim” diyor. Yani ‘‘size hem kendinizde hem de dışınızda âyetlerimizi göstereceğiz’’ diyor.

Elbette insanın içeriden dışarıya gelmesi ve aynı şekilde içeriden dışarıya yönelik bakışı olması gerekir. Allah her yerdedir, kaybolmuş değildir. Biz enaniyet sahibi olursak, yani insan sadece kendini, heveslerini, arzularını görürse Hakk’ı göremez.

Ama kolay bir iş olmasa da eğer ben bu arada kendimi görmemeyi başarırsam, hevesleri, arzuları görmezsem Hakk’ı görebilirim. Boşluk yoktur, siz kendinizi görmediğiniz anda Hakk’ı görürsünüz. Burada bir vasıta yoktur. Allah, zuhurunun şiddetinden dolayı gizlidir.

Sorunuzda “yetebeyyene” kelimesini vurguladınız. İki tür tebeyyün (açıklama) vardır. Birincisine siz istidlal (delillendirme) yoluyla ulaşabilirsiniz. Örneğin hekimler, filozoflar, kelamcılar istidlal ederler. Birçok başlıklar altında Allah’ın varlığını ispat için istidlaller söz konusudur. Felsefi, kelami, akli, nakli istidlaller vardır. Yani Allah’ın varlığı konusunda binlerce burhan vardır.

Burhan, Hakk’ı ispat içindir; ama eğer siz içinizde Hakk’a ulaşmışsanız artık Hak için burhan gerekmez. Burhan Hak içindir, Hak burhan için değildir. Ancak Hak Teâlâ’ya ulaşmak yalnızca içsel yolladır. Yani seyr u sülûk iledir. Peki seyr u sülûk nedir? Hevesleri, arzuları, istekleri onların çıkardığı engelleri ve hicapları ortadan kaldırmak için adım atmaktır.

Bu hicaplar yırtılarak sır haremine ulaşılır. Bu uzun bir yoldur ama bu yol aşılınca Hak Teâlâ’ya kavuşulur.

Laricanî: Üstad kısa bir aradan sonra devam edelim.

***

Üstad, benim sorduğum ve zatıalinizin de cevapladığınız soru birçoğumuzun sorusudur. Evet, Allah her yerdedir, bunda hiç kuşku yok. Ama herkes de O’nu talep ediyor:

Hemé kes talib-i yâr est

Çé hoşyar u çé mest

Hemé ca khane-yé éşq est

Çé mescid çé kenise

Herkes sevgilinin talibidir

Hem ayık olanlar hem de sarhoş olanlar

Her yer aşkın evidir

Gerek mescit gerekse kilise

Evet, bunlarda hiç kuşku yok ama sizin de buyurduğunuz gibi insan kendini aşarak Allah’a bakmalı ama bu da kolay bir iş değil. Yani Mevlânâ, Mesnevî’de birçok düğümü çözüyor. İnsan eğer dikkat ederse bu düğümleri kendinde de bulur. Bir, iki, on tane veya daha fazla ya da az bu düğümler insanın varlığında hep vardır. Önemli olan insanın kendisini aşmasıdır. Dünya veya insanın yaşadığı toplumda insanın başına yağan şeyler ise insanın dünyaya olan bağlılıklarını, ilgilerini daha da arttırıyor. Düğümleri daha da fazlalaştırıyor ve sıkı hale getiriyor. Yani benim sorunumu çözmek yerine düğümlere yeni düğümler ekliyor. Bu, Mevlânâ’nın insanın en büyük psikolojik hastalığı olarak söz konusu ettiği şeydir.

Ben şimdi bu konuya girmeden şunu sormak istiyorum ve bu sorumun bundan sonraki konumuz olmasını istiyorum. İnsanın kendini tanıması tüm sorunların kilidini açan bir anahtardır. Ama insan işte bu anahtarı kaybediyor. İşte sorun da burada başlıyor. Mevlânâ’nın söz konusu ettiği misaller veya hikayeler de buna yöneliktir. Mesela ‘‘Yılan yakalama’’ hikayesi ile başlıyor. İzleyicilerimiz bu hikâyeyi biliyorlar.

İnsan bir dağa benzer, dağ nasıl aldanır

Dağ nasıl olur da bir yılana hayran olur

Miskin insan kendini tanımadı

Mükemmellikten gelip bu noksanlığa düştü

İnsan kendini ucuza sattı

Bir atlastı, gidip kendini bir hırkaya yamadı

Yüz binlerce yılan ona hayranken

O niçin hayretlere düşüp yılan sevdasına kapıldı?

Evet Üstad, soru işte budur. 

Üstad Dînânî: Mevlânâ soruyu en güzel şekilde sormuş. İnsanda her şeyin örneği vardır. Dışarıda gördüğün yılanın örneği senin içinde var. Dışarıda gördüğün ejderhanın örneği insanın içinde var. Hatta insanın içindeki ejderha, dışarıdaki ejderhadan daha güçlüdür. İnsanın içindeki aslan, doğadaki aslandan daha güçlüdür. İnsanın içindeki kurt, dışarıdaki kurttan daha güçlüdür.

Kurt, aslan, ejderha, yılan gider saldırır bir canlıyı öldürür ve yer. Fakat insan haris olduğu zaman ve firavun gibi azgınlaştığı zaman artık merhamet etmiyor. Binlerce insanı bir düğmeye basarak öldürüyor. Milyonlarca insanı öldürüyor. Tüm âlemi ona verseniz razı olmuyor. Dünya düşkünü insana ne verseniz yetinmiyor.

Bu tür bir insanın iştahı tıpkı cehennem gibidir. Çünkü cehennemin örneği de insanın içindedir. Kıyamette cehenneme “doldun mu?” diye sesleniliyor, cehennem ise “hayır, daha da ver” diyor.
 
İnsan arzularına ne kadar ulaşırsa, yeni bir arzuya kapılıyor. Sizin de işaret ettiğiniz gibi insan sürekli fazlasını istiyor. Peki, bu fazla istemek ne zaman sona eriyor? Vallahi sona ermiyor. Bu âlemde insana ne verirsen ver daha fazlasını istiyor. İşte bu yılandır, işte bu ejderhadır! 

Nefset ejderhast u key morde est

Ez gém u bî âleti efsurde est

Nefsin bir ejderhadır, o ne zaman öldü ki

O, elinde imkân olmadığı için donmuştur.

Mevlânâ da bazen zahitlerle çatışır. Gerçi Hâfız daha fazla çatışır ama Mevlânâ da bazen zahitlerle çatışır. Kimi insanlar ‘‘biz artık nefsimizi öldürdük’’ diye düşünebilir. Mesela elinde zaten insanlara zulmetme imkânı olmayan birileri “biz Allah’a şükür, çok iyiyiz, kimseye zulmetmiyoruz” diyebilir. Parası olmadığı için ayyaşlık yapamayan, gücü ve imkânı olmadığı için insanlara zulmedemeyen insanlar çok iyi olduklarını söyleyebilir.

Ancak onlar o nefsin “elinde imkân olmadığı için sakin” olduğunu bilmiyor. Tıpkı sizin bahsini ettiğiniz o yılan yakalayan adamın hikayesinde olduğu gibi. Yılan yakalayan adam, bir ejderha avlamıştı, ejderha canlıydı ama kış olduğu için, soğuktan dolayı donuk ve hareketsizdi. Yılan yakalayan adam onu şehre getirmişti. İnsanlar toplandılar ve hayretle ‘‘ne müthiş bir adam, bu ejderhayı nasıl da avlamış’’ diye takdir ettiler. Tabii onlar, öğlen güneşi ona vurduğunda, soğuğun uyuşturduğu, dondurduğu o ejderhanın uyanıp hepsini yutacağını bilmiyordu.

İşte parası olmayan, gücü iktidarı olmayan, bu yüzden de kimseye bir zararı dokunmayan insanların nefsi böyledir. Onlar yapamadıkları için yapmıyorlar. Onlar kendilerini sınamış değildir. Onlar firavunun imkânlarına sahip olurlarsa neler yapacaklardır? Acaba onlar da firavun olmayacaklar mıydı?

Onlar Karun’un servetine sahip olurlarsa ne yapacaklar, bir Karun olmayacaklar mı?

Khoş buved ger mehek-é tecrebe âyed bé miyan

Tâ siyeh rûy şeved her ké der u géş bâşed

Eğer sınama bir mihenk olarak ortaya konursa iyi olur

Ta ki böylece sahte olanın yüzü kara çıkar.

Sınanmadan geçmemiş insanlar ‘‘şükürler olsun ben çok iyi biriyim’’ derler. İnsan nefsi bazen imkânsızlıklardan dolayı donuktur ve bundan dolayı kendiyle gurur duyar; ama bu gurur da kendi başına bir hastalıktır.

İblis insanın nefsinde faaliyet gösterir. İnsanda nefis olmasa Şeytan ona hiçbir şey yapamazdı. Şeytan denize, dağa, çöle bir şey yapamaz; Şeytan yalnızca insanın içinde etkindir. Şeytan hiçbir zaman uyumaz, daima faaldir ve ‘‘ben insanları saptıracağım’’ diye yemin etmiştir.

Şeytan’ın işi saptırmaktır, vesvese vermektir. İnsan da daima vesvese hastalığındadır. İnsanın nefsinin vesveselerine hâkim olabilmesi; ancak marifet yoluyla mümkündür. Şimdi sizin sorunuza gelelim. İnsan bu marifeti nasıl elde edebilir? Bu marifete ulaşmanın iki yolu vardır: İlim ve eylemle, yani her ikisi birden. Yani ne tek başına ilim ne de tek başına eylem.

İçinde eylem olan bilmek ve bunu devam ettirebilmek çok zor bir iştir. Daimî bir murakabe gerektirir. İnsan bir anlık bir gafletle elde ettiği her şeyi kaybedebilir. İnsan nefsani vesveselerine galip gelebilirse nefsin yolu Allah’ın yoludur. Nefsaniyet hicabı ortadan kaldırılırsa Allah zâhir olur. “Yetebeyyene lehum ennehul hakk” (Fussilet, 53)

Miyan-é âşéq u ma’şûq hiç hâil nist

To khod hicab-é khodi Hâfız ez miyan ber khiz

Âşıkla sevgili arasında hiçbir engel yoktur

Sen, kendin kendine hicapsın ey Hâfız, aradan çekil

Hâfız burada, Mevlânâ’dan daha açık bir şekilde söylüyor. Elbette Hâfız Mevlânâ’dan etkilenmiştir. “Kendi” enaniyettir, sürekli “ben” demektir. Eğer o “ben” ortadan kalkarsa işte o zaman “Yetebeyyene lehum ennehul hakk” olur. Hakk’ı gözleriyle görür. Yeter ki enaniyet ortadan kaldırılsın.

Bu enaniyeti Mevlânâ çeşitli yerlerde temsille açıklamıştır. Birçok arif de Hâfız da bunları temsil diliyle anlatıyorlar.

Ân yeki âmed der-é yâri bezed

Yâreş kîsti ey mutemed

Goft men, goft boro hengâm nist

Ber çonin khâni meqâm-é khâm nist

Biri geldi yârin kapısını çaldı

Yâri kim o deyince

“Ben” diye cevap verdi, (o ise) dedi ki git şimdi zamanı değil

Böyle bir sofra ham insanların makamı olamaz.

Böyle deyince gitti ve yıllarca ayrılık ateşiyle yandı. O kadar yandı ki enaniyet yanıp ortadan kalktı. Sonra tekrar gidip kapıyı çaldı. “Kim o” denince bu sefer “sen” dedi. O zaman “şimdi gir” dedi.

Men kiyem Leyliy u Leyli kîst men

Mâ yeki rûhîm ender do beden


Ben kimim Leyla ve Leyla kim ben

Biz iki ayrı bedendeki bir ruhuz.

İşte vahdet budur. Enaniyet hicabı ortadan kaldırılmayınca vahdet gerçekleşmez. Sizin ve Mevlânâ’nın nefis diye tabir ettiğiniz şey “ben”dir. İşte bizim sorunlarımızın temeli “ben”dir. Tabii bu “ben” olmasa hayat olmaz. Fakat o hakiki “ben”e ulaşmak için o “ben”le birlikte yaşamak gerek.

İki tür “ben” vardır; birincisi “inzimamî ben”, diğeri de “ıtlakî ben”dir. Bu, anlatması biraz zor bir meseledir. “İnzimami ben” şu an burada oturan, çay içen benim, yemek yiyen, bir işle meşgul olan benim. Diğer bende ise o saydığımız benlerin tümü vardır; ama hiçbir zaman aşikâr değildir, o “mutlak bendir”.

İnsanın ömrünün tüm anları “inzimamî ben”dir [inzimam: üstüne ekleme, ilâve etme, katılma, zammolunma]. Ancak bu “inzimamî ben”ler bir “ben”den neşet etmektedir. İzin verirseniz ben bu konuyu bir örnekle açıklayayım. Bakınız, biz bu masayı ışıkla görüyoruz. Güneş doğunca biz her şeyi görüyoruz. Biz bunu ışık sayesinde görüyoruz, elbette ışık olmasa bunları göremezdik.

 Ancak siz neyi görüyorsunuz, ışığın kendini mi yoksa ışığı yansıtan şeyleri mi? Bu masa ışığı yansıtan şeydir, ona ışık vurduğu için biz onu görüyoruz. Ancak ışığın kendisi bir yere düşmüyorsa yani bir yerden yansımıyorsa görülebilir mi? Işık boşlukta görülemez.

“Mutlak ben” de böyledir. Siz kendi “ben”inizi göremezsniz, daima “inzimamî ben”inizi görürsünüz. Yani kendinizi daima bir hâl üzere görürsünüz. İşte o inzimamlar, taayyünler ortadan kalkarsa -ki bu da çok zor bir iştir- işte o zaman insanla Allah arasındaki mesafe çok değildir.

İşte o zaman o “enaniyet”, “hüviyet” olur. Hüviyet” “hüve”den geliyor. “Hüve” gaib bir zamirdir. Neden “insan hüviyet sahibidir” denir?

Laricanî: Çünkü “O”ndan alıyor.

Üstad Dînânî: “Hüviyet” “hüve” kelimesinden türetilmiştir. “Hüve”, gaib bir zamirdir. Hüviyeti olmayan biri hiçbir şeye sahip değildir. İnsan zorunlu olarak hüviyete sahip olmalıdır. Peki, neden “enaniyet” demiyorlar da “hüviyet” diyorlar. Çünkü insanın mutlak enaniyeti, yani inzimami olmayan enaniyeti Hak Teâlâ’nın tecellisidir. İnsan Hakk’ın tecellisidir, hüviyet sahibidir; yani Hak Teâlâ’dan (kaynaklı) hüviyet sahibidir. Eğer Hak’tan bir hüviyete sahip değilse, zaten hüviyeti yoktur, sahte bir hüviyeti vardır.

Laricanî: Üstad, Merhum Molla Hâdî Sebzevârî, kendisi için bir soru soruyor ve ona cevap arıyor. Bence soru güzel ama cevap tam değil. Ben onu sizin tamamlamanızı istiyorum. Mesele şu: Biz bir taraftan nefsi Allah’ı tanıma şifresi olarak görüyoruz, her şeyi bilmenin merkezi olarak görüyoruz. Bazen ise nefsi kaybediyoruz. Ârifler çoğunlukla bu kaybolmuşu arıyor. Yahut hayır başka bir şeye dönüşüyor, sizin de buyurduğunuz gibi aslandan daha yırtıcı, kurttan daha acımasız, ejderhadan daha tehlikeli oluyor. Yani bir başka şeye dönüşüyor bu nefis.

Şimdi soru şu, o büyük insan da şunu soruyor: İnsan kendini tanımaya karar verdiğinde o kendi nerededir? Acaba hevâ ve hevesleri mi onun nefsidir? Hz. Peygamber’den o olayı anlatıyor. Cihaddan dönen bir gruba “siz küçük cihaddan döndünüz, şimdi büyük cihada başlayın” diyor. Onlar da “ey Allah’ın Resûlü büyük cihad nedir?” diye sorduklarında “nefisle cihaddır” buyuruyor.

Peki, bu nedir? Ben kimle savaşmalıyım? Burada ahlak âlimleri daha iyi cevap veriyorlar. Siz bu konuda hangi ölçütleri ortaya koyuyorsunuz. Şimdi ben kendimi tanımaya karar verdim. Peki ben kimim?

Ey dûstan-é méhrebân men kistem men kîstem

Ey hemrahân-é kârevân men kîstem men kîstem

İn est daim pişeem ke’z khiş der endişeem

Koşte mera vird zebân men kistem men kîstem

Ey şefkatli dostlar ben kimim ben kimim

Ey kervan yoldaşları ben kimim ben kimim

Budur her daim beni kendi kendime düşündüren

Öldürdü beni bu zikir ben kimim ben kimim

Bu “ben kimim” sorusunun cevabını bize açıklar mısınız?

Üstad Dînânî: Evet, bu çok temel sorudur. Sizin bu soruya ahlak âlimlerinin daha iyi cevap verdiğine dair sözünüze ben pek katılmıyorum. Ahlak âlimleri iyi şeyler söylüyor ama eğer ilahi marifet olmazsa o ahlak sizi bir yere götürmez. Ahlakın çeşitli yüzeyleri vardır. Mesela bir ahlak toplumun işine yarar. Sizin toplumda insanlara davranışlarınızın iyi olması gerekir. Evet, bu iyi bir şeydir ama eğer ilahi marifet olmazsa sadece bu düzeyde kalır.

Ahlak katman katmandır. Bakınız Hâce Nâsır, hem “Ahlak-ı Nâsıri’yi” yazmıştır hem de “Evsâfu’l-Eşrâf”ı. İkisi de ahlak kitabıdır; ama bu iki kitap yerden göğe kadar farklıdır.

Ölçü; akıl, marifet ve aşktır. Hak Teâlâ kendini bize göstermiştir. Bize ölçü tayin etmiştir. Ahlaki kurallar dediğimiz şeyi Allah bize bildirmiştir. Hangi ahlak âlimi bize Allah’tan daha iyi ahlak kuralları koyabilmiş ki? İşin pratiğini de Allah semavi kitaplarında bize göstermiştir. Şu işi yap, bu işi yapma demiştir.

Ancak marifet makamında siz aklınıza ne kadar çok başvurursanız, aklınıza değer verirseniz ve aklınızı yavaş yavaş aşka dönüştürürseniz o kadar iyi olur. Ben ne akılsız aşkı ne de aşksız aklı kabul ediyorum. Bu benim görüşüm, buna birçok kişi katılmayabilir. Ben akılsız aşkın bir işe yarayacağına inanmıyorum. Aşksız aklın da tembel olacağını ve bir yerde kalacağını düşünüyorum.

Akıl eğer âşık olursa, mest olup bir âşık gibi hareket ederse bir şeyler yapabilir. Akıl deyince kimileri “zekice” davranıp birilerini kandırmayı anlıyor. Akılda bir zekilik vardır ama bu sadece günlük hayatın zekiliği değildir. Sadece siyasi, sosyal, ekonomik, hatta bilimsel akıl değildir. Elbette bunların hepsi akıldır ve muteberdir. Sorun bu değil.

Ancak akıl sınırsızdır, sürekli olarak kayıtları, hicapları aşmamız gerekir. Bunun yolunu ârifler göstermiştir. Her nereye ulaşırsan ulaş orada kalmamalısın, işte sülûk budur.  Sülûkta durmak yoktur. Bunu ârifler de ve bizzat Allah da söylüyor. “Vefevka kulli żî ‘ilmin ‘alîm” (Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.) (Yûsuf, 76) âyetinin anlamı nedir?

Yani siz ilmî ve akli açıdan her ne mertebeye ulaşırsanız ulaşın bilin ki o mertebeden daha yükseği vardır. Orada duramazsınız, daima daha yukarıya çıkmaya çalışın. Pratikte de Allah’ın söylediği kurallar var. İşte yol budur ve bu çok kolay bir yoldur. Ancak biraz dikkat gerektiriyor. Yani hem amelde hem de marifette yanlış yapmamak gerekiyor.

Aklı sadece ekonomik veya sosyal meselelere münhasır kılmamak gerekir. Elbette bunlar hayat için iyi şeylerdir ancak akıl bizim sandığımızdan çok daha geniş bir şeydir. Biz eğer aklı ve onun önemini keşfedebilirsek işte o Allah’ın yoludur.

Laricanî: Üstad programımızın süresi doldu. Bir sonraki programda görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz…

Medya Şafak


YORUMLAR

REKLAM