İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (8)

İnsan bu başlangıç ve sonu kendinde barındıran bir varlıktır. Belki de insan için bir başlangıç ve son tasavvur etmek de mümkün değildir. Bu tasavvur ne kadar doğrudur veya yanlıştır, bu ayrı bir konu ama Muhyiddin Arabî’nin “insan ezelî bir hadis [sonradan olan] varlıktır” diye bir ifadesi var.
GİRİŞ: 28.09.2021 12:22      GÜNCELLEME: 28.09.2021 12:22
Rasthaber - İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.

Derdem ez yâr est u derman nîz hem

Dél fedâ-yé u şod u cân nîz hem

Her do âlem yek furûğ rûy-é ust

Goftemet peyda vu pénhan nîz hem


Derdim sevgilidir ve dermanım da

Gönül ona feda oldu ve cân da

Her iki âlem onun yüzünün ışığıdır

Sana dedim gizlide de açıkta da

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Ramazan ayı boyunca yaptığınız ibadetlerin Hak Teâlâ nezdinde kabul olmasını diliyoruz. Bugünkü konumuz da Mesnevî çerçevesinde olacak. Daha önce de arz etmiştik, Mesnevî-yi Manevi bir okyanustur, biz ona girdik ve aziz üstadımızın dalgıçlığıyla bu sonsuz denizde ilerliyoruz. Üstadın o denizden çıkardığı inci ve mercanları da size takdim etmeye çalışıyoruz.

Üstad Fıtır Bayramı gecesinde güzel bir konuya başlamıştık. Bu da Mevlânâ’ya göre Fıtır Bayramı, fıtır ve fıtrat konusuydu. Zatıâliniz de fıtrat konusuna, insan ruhunun testi ve aynaya benzerliği ile yeni bir bakış getirdiniz. Burada bazı sorular ortaya çıkmıştı ama bu soruları sorma fırsatı bulamamıştım. Bu programda bu konuya yine devam etmek istiyorum.

Üstad, fıtır ve fıtrattan bahsettik. Zatıâliniz buyurdunuz ki fıtrat insanın asli konumudur, insanın ezelî hamur mayasıdır. Bunun gibi başka tabirler de söz konusudur. Âlemdeki tüm varlıklar bu şekildedir. İnsan bu başlangıç ve sonu kendinde barındıran bir varlıktır. Belki de insan için bir başlangıç ve son tasavvur etmek de mümkün değildir. Bu tasavvur ne kadar doğrudur veya yanlıştır, bu ayrı bir konu ama Muhyiddin Arabî’nin “insan ezelî bir hadis [sonradan olan] varlıktır” diye bir ifadesi var.

Üstad sorumuz şu: Biz insanı veya insanın hüviyetini insanın fıtratı olmadan tarif edebilir miyiz? Veya insan, hayatının çizgisinin veya hareketlerinin onun fıtratının ölçülerine uygun olduğunu nasıl hissedebilir?

Üstad Dînânî: Evet, güzel bir soru. Daha önce arz ettiğimiz ve sizin de işaret ettiğiniz gibi insanın fıtratı onun mahiyeti, özü, ezelî zatıdır. Muhyiddin Arabî, “ezelî hadis” demiş. “Ezelî hadis”, “zâti hadis”tir. İbn Arabî bunu “ezelî hadis” diye tabir etmiştir, İbn Sina ise “zâti hadis” diye tabir ediyor.

“Hel etâ alel insâni hînun mined dehri lem yekun şey’en mezkûrâ” (İnsan, 1) (İnsanın üzerinden, dehrden bir zaman geçmiştir ki o, henüz anılmaya değer bir şey bile değildi. / Gerçek şu ki, insanın üzerinden, daha kendisi anılmaya değer bir şey değilken, uzun zamanlardan (dehr) bir süre (hin) gelip geçti.) Yani hem hadistir hem de belirli bir zamanda meydana gelmemiştir. Çünkü insan zaman üstüdür. İnsan zamanın esiri değildir.

Bir insan vardır ki zamanın mahpusudur, bir insan da vardır ki zamanı yürütür. İnsan bir anlamıyla zamanın mahpusudur. İnsan eğer sadece bedenden, bedene ait ilgilerden, duyulardan ve dünyevi ilgilerden ibaretse mahpustur. Belirli bir kesitte mahpustur ve oradan yukarı çıkamaz. Duyusal insan zamanın ve mekânın dışına çıkamaz. Fakat akli insan, ârif ve sâlik olan insan zamanın üstüne çıkabilir. Burada oturuyor olsa bile zamanın üstündedir. Dolayısıyla sizin İbn Arabî’den naklettiğiniz “ezelî hadis” tabirine İbn Sina ve Fârâbî “zâti hadis” demiştir.

“İnsan kendi fıtratının dışına çıkmadığından nasıl emin olabilir” şeklindeki sorunuza gelince… Bu çok zor bir sorudur. Çünkü tüm insanlar tevhid fıtratına göre yaratılmıştır. “Her doğan fıtrat üzere doğar” bir hadistir. Buradaki fıtrat, temiz fıtrattır. Yani insan temiz bir fıtratla yaratılmıştır. Günah, küfür veya diğer şeyler daha sonra ona arız olur.

Öncelikle ‘‘fıtrat nedir’’ diye bakalım. Biz geçen programda fıtrattan bahsettik. ‘‘Fıtrat, insanın özüdür’’ dedik. Ama bu kez şöyle sorulabilir: Fıtrat insanın özü ise, o halde insanın özü nedir? Bu güzel bir sorudur.

Acaba ben bu beden miyim? Yoksa bu beden bana ait olan bir şey midir? Ben mi bedendenim yoksa beden mi bendendir? Kesinlikle beden bendendir. O zaman o ben kimdir? Benim bâtınımdır diyemezsiniz; çünkü benim bâtınım da sonuçta bana ait bir şeydir. İnsanın özü, nüzul etmiş olan akıldır. Aslında ben fıtratı da akıl fıtratı olarak tanımlıyorum.

“Her doğan fıtrat üzere doğar”, her insan akıl üzere doğar demektir. İnsan fıtraten ve zâti olarak akla sahiptir. Bu yüzden hekimler, insanı “nâtık” olarak tarif ederek işte buna dikkat çekmiştir. Yunanlılar “logos” demişlerdir, şu an logos bahsine girmeyeceğiz; ancak tüm İslam hekimleri, Fârâbî’den öncesinden alın, sonrasında Molla Sadrâ’ya ve Allâme Tabâtabâî’ye kadar insanı “hayvan-ı nâtık” (konuşan-düşünen hayvan) olarak tarif ederler.

Buradaki “nâtık” zâhiri anlamda konuşmak demek değildir. Zira zâhiri anlamda papağanlar da konuşuyor. Nâtık, akla dayalı söz söyleyendir. Sözün akıl temelinde söylenmesidir. Dolayısıyla nâtık, akıllı demektir; çünkü akıllı insan söz söyleyebilir. Bu durumda insanın fıtratı, insanın aklıdır. İnsan eğer aklın yönlendiriciliğine tâbi olursa, aklın emrini yerine getirir ve aklın sözünü dinlerse hata yapmaz.

Ara sıra nefsin ona galip gelmesinden dolayı birtakım hatalara düşse de bunu hemen anlar. İnsan hata yapabilir ama bu hataların hata olduğunu yine kim biliyor? İnsanın kendisi, kendi aklıyla biliyor. İnsanların çoğu kendi yanlışlarını bilir. İnsanın hata yapıp da hatasını anlamaması çok nadir bir şeydir. Evet, bu da bazen mümkündür ama yapılan yanlışların, günahların, başkalarının haklarına tecavüzün yüzde 90’ını insanın kendisi bilir.

“Beli-l-insânu ‘alâ nefsihi basîra…” (Kıyamet, 14) (Mazeretlerini ortaya koysa da, o gün insan kendi aleyhine şahittir.) İşte bu bâtıni basiret, akıldır. O gün insan kendi aleyhine şahittir çünkü aklı vardır. Aklı olmasaydı kendinin de bilincinde olmazdı.

Ben fıtratı, hiç çekinmeden ve hiç kimseden korkmadan akıl olarak anlamlandırıyorum.

Laricanî: Molla Sadrâ’dan da mı?

Üstad Dînânî: Evet, Molla Sadrâ’dan bile korkmuyorum.

Laricanî: Molla Sadrâ, fıtratla akıl arasında fark olduğunu kabul eder.

Üstad Dînânî: Evet, çünkü akıl iki türlüdür. Molla Sadrâ burada olsaydı ve ben ona aklı nasıl tanımladığımı anlatsaydım mutlaka kabul ederdi. Akıl, yalnızca istidlali akıldan ibaret değildir. Aklı eğer sadece mantıktan ibaret görürseniz ben de ona katılırım ve fark vardır, derim. Eğer akıl sadece istidlal, matematik ve ilmî hesaplara dayalı mantıksa o zaman Molla Sadrâ haklıdır. Ama akıl mantıktan daha öte bir şeydir. Biz bundan daha önce bahsetmiştik. Acaba mantık mı aklı yaratıyor, yoksa akıl mı mantığı yaratıyor? Matematik mi aklın doğurduğu bir şeydir, yoksa akıl mı matematiğin doğurduğu bir şeydir. Bütün bunların hepsi aklın ürünüdür.

Akıl mantıkla, matematikle, bilimsel hesaplarla uyumludur. Ancak bunlarla uyumlu olduğu gibi bunların üstündedir. Ehadiyet makamına giden, mutlak vahdette müstağrak olan, matematik ilminin veya mantığın gidemediği yerlere giden de akıldır. Bu, kudsî akıldır.

Laricanî: Molla Sadrâ ‘‘fıtrat, tüm insanlarda müşterektir’’ diyor.

Üstad Dînânî: Evet, doğru.

Laricanî: Ama o diyor ki fıtrat, ister kudsî ister istidlali veya cüzi akla sahip olsun herkeste müşterektir. Yani tevhidin çağrısı insanı bırakmıyor; hatta kâfiri bile.

Üstad Dînânî: Evet, işte bu sebeple akıl da âlemde müşterektir, ne fark eder. Tüm insanlar istidadi olarak, fıtri olarak akıllıdır. Aklını kullanmaması veya aklını zayi etmesi ayrı bir meseledir. Bazı insanlar akıllarını zayi ederler. Nefsani ilgilerin esiri olurlar, çeşit çeşit istek ve arzulara kapılırlar ve aklı ayaklar altına alırlar.

Akıl tüm insanlarda müşterektir; aynı şekilde fıtrat da tüm insanlarda müşterektir. Biz burada insanın mahiyetinden bahsediyoruz, tek tek insanlardan değil. Ebu Cehil de istidlali akla sahipti. Ama kendisinin o kudsî akıl istidadını öldürmüştü.

Yoksa insan zati istidadı bakımından kudsî akla sahiptir. Ancak nihayetinde o kudsî aklı bırakıp bu âlemin ahlaki rezilliklerine düşüyor. Dolayısıyla fıtrat veya akıl kelimesini kullanmanız hiç fark etmez. Fıtrat bilinçlidir. Fıtrat eğer bilinçli olmasa, hiçbir işe yaramaz. Bilincin elbette mertebeleri vardır. Kudsî bilinç de vardır, rezillik bilinci veya şeytani bilinç de vardır. Şeytani ile Rahmani arasındaki mesafe ve kudsî ile kudsî olmayan arasındaki fark da yine aklın işidir. Burada da yine akla sığınmamız gerekir.

Bizi peygamberlerin kapısına götüren de yine aklın kendisidir. Bizim aklımız olmasaydı, peygamberlere gider miydik? Tabii ki gidemezdik, bizi akıl yönlendiriyor. Bize ‘‘Allah’ın emrine itaat et’’ diyen akıldır. Tüm fakihler “atiullah” (Allah’a itaat edin) ifadesinin irşâdi bir iş olduğunu söylemiştir, mevlevi değil. İrşâdi işle, mevlevi işin farkı nedir? “Namaz kıl” demek mevlevi bir emirdir, yani ‘‘ben namaz kıl diye emrediyorum’’ diyor.

Bir de Allah’ın “bana itaat et” demesi vardır. Akıl onun mevlâ olduğunu kabul etmezse itaat etmez ki. Eğer aklı onun mevlâ olduğunu kabul etmiyorsa ona nasıl itaat etsin? Demek ki akıl daha önce onu hakiki bir mevlâ olarak kabul etmiş ve bu akıl da “işte bu Mevlâ’dır ve ona itaat vaciptir” diye irşâd etmiştir. İşte buna da irşâdi iş denir. İrşâdi işte yeni bir şey denmiyor, aklın dediği söyleniyor.

İşte bu yüzden ben insan fıtratını akıl ile intibak ettirmeyi tercih ediyorum. Elbette bunlar iki ayrı kelimedir; ama fıtrat nasıl insanı rezilliklerden koruyorsa, akıl da rezilliklerden korur. Nazari akıl Allah’ın marifetine ulaştırır, amelî akıl ise Allah’a itaate götürür. Dolayısıyla akıl ve fıtrat iki kelimedir ama tek bir mısdağa sahiptir.

Laricanî: Mevlânâ da diyor ki:

Akıl, iki akıldır, birincisi kazanılan akıldır

Ki sen onu okulda çocuğun öğrendiği gibi öğrenirsin

Öbür akıl Allah’ın vergisidir

Onun kaynağı da candadır

Bu durumda bu kaynağın fıtratın mısdağı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Üstad Dînânî: O kaynak akıldır, kirlenmemiş olan akıl. Ben kudsî akıl derken de bunu söylüyorum işte, yani kirlenmemiş akıl. Dediğim gibi burada bir farklılık yok, sadece lafzi bir farklılık var. Kirlenmemiş olan akıl, işte o candaki kaynaktır, kudsî akıldır. Molla Sadrâ’nın söylediği şeydir. Dolayısıyla Molla Sadrâ gelseydi, biz kenara çekilirdik ve ona öğrenci olurduk. O, hepimizin üstadıdır.

Laricanî: O, gerçekten akla çok büyük bir konum veriyor. Mevlânâ, fıtrat konusunda bir başka anlamdan söz ediyor. Onu insanların ortak hissi veya ortak dili olarak kabul ediyor. Diyor ki:

O öyle bir nidadır ki her sesin her nağmenin aslıdır

Onun kendisi nidadır, onun dışındakiler ise sedadır (sesin yankısı)

Burada nida ve seda kelimelerini farklı görüyor. Nida, fıtrattan duyuluyor; seda ise dışarıdan duyuluyor. Sonra diyor ki:

Türk, Kürt, Fars, Arap

O nidayı dudak ve kulak olmadan anladı

Türk, Tacik, zenci, bir yana

Hatta o nidayı ağaçlar ve taşlar bile duydu.

Yani bu fıtratın dilini tüm varlıkların ortak dili olarak görüyor. Bu nasıl bir fıtrat telakkisidir?

Üstad Dînânî: Bakınız, bu da aynıdır. Bunda hiçbir çelişki yoktur. Akıl olmasaydı insanların ortaklığı olmazdı. İnsanlar makul sözlerde ortaklaşabilirler. İsteklerde, günahlarda, rezilliklerde ortak değildirler. Hayvani şeylerde paramparçadırlar. Hayvani ruh parçalanma, ayrılma (tefrika) mahallidir. İnsanlar arasındaki tefrika, onların hayvanlık yönüdür. İnsanın hayvani yönü, insanları birbirinden ayırır. İnsanların istekleri, tamahları, insanların bir diğerini ezip kendisini yükseltmeye çalışmasına sebep olur.

Tefrika, ayrılık hayvani ruhtan kaynaklanır. Ama insan ruhu, yani benim tabirimle tümel-küllî akıl veya kudsî akıl söz konusu olduğunda insanlar arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Mevlânâ’nın dediği gibi:

Kurtların canı ve köpeklerin canı birbirinden ayrıdır

Bir olan Allah’ın aslanlarının canıdır

Köpekler ve kurtlar barış yapmazlar. Gerektiğinde bir yiyecek için birbirlerine düşerler, birbirlerini parçalarlar. Kurtlar da birçok hayvan da böyledir. Yukarıdaki beyitte geçen “Allah’ın aslanları” ise kudsî akla sahip olanlardır. Rububiyyet tarafına gidenlerdir. Onlar birdirler. Vahdet dili aklın dilidir. İnsanların hepsi akılla hareket etseydi dilleri bir olurdu.

Ben sanırım şu hadisi daha önce okumuştum, izin verirseniz şimdi Mehdeviyetle de ilgili olan bu hadisi yeri gelmişken tekrar okuyayım. Bakınız, Hz. Mehdî (a.s.) zuhur ettiğinde ne yapacak? Bu soruyu bir konuşmamda dinleyicilere sormuştum. Yani Hz. Mehdî gelip kılıcını çekip bütün bu insanları öldürecek mi? Dünyada bunca rezil insan var, ne yapacak, hepsini öldürecek mi? Bu konuda İmam Sâdık’tan (a.s.) bir hadis var.

İmam Mehdî (a.s.) doğmadan önce İmam Sâdık (a.s.) bu sorunun cevabını vermiş. Bunu Molla Sadrâ naklediyor. Usûlu Kâfî’de de var. İmam Sâdık o hadiste İmam Mehdî zuhur ettiğinde -eliyle işaret ederek-, O’nun, velayet eliyle insanların aklını başına getireceğini söylüyor. Akıllar yerine geliyor. Akıllar yerine geldiğinde tüm âlemde barış olur.

Akıllar yerine geldiğinde ihtilaflar da ortadan kalkar artık, polise de adliyeye de gerek kalmaz. “Evrensel barış” işte budur.

Laricanî: O halde siz fıtratın da ötesine geçtiniz.

Üstad Dînânî: Hayır, bu fıtrattır; fıtrat budur, akıldır, velâyettir. Bakınız, birçok kelimenin aslında tek bir mısdağı var, o da insan-ı kâmildir. İnsanlar kemâle ulaştıklarında akılları yerine gelir. Akıl yerine geldiği zaman ahlaki, nefsani ve şehevi rezilliklerden kurtulur, insan olur. İnsan, kendi insanlığına işte o zaman ulaşır.

İnsan mevcut haliyle insan ve hayvan karışımıdır ve çoğunlukla da hayvani yönü galiptir. Tamahkârdır, zorbadır, saldırgandır vs. Bu gibi şeyleri şu anki mevcut âlemde görüyoruz. Ben burada felsefe “parçalamadım”, hadis okudum; hadis de İmam Sâdık’tandır ve Usûlu Kâfî kitabından naklediliyor. İşte o hadiste böyle diyor, insanların aklının başına geleceği ve sorunun kalmayacağı söyleniyor.

İnsanlar doğru şekilde, akılla, kudsî akılla hareket ettiğinde geriye sorun kalmıyor. Tüm sorunlar aklın hilafına olan şeyler yüzündendir. Nefsaniliktir, tamahkârlıktır, şeytaniliktir. Bugünkü âlem de şeytanlıkla doludur.
 
Laricanî: Peki Üstad, kısa bir aradan sonra devam edelim.

***

Evet Üstad, şu şekilde çok ince bir noktaya işaret ettiniz: Fıtrat bizim varlığımızın ölçülü ve dengeli bir ülkesidir. Allah’ın velisinin rolü de bizi o atmosfere götürmesidir. Oranın adını akıl, fıtrat, kudsî akıl veya velâyet de koyabiliriz; bunlar sadece kelimelerdir. Çok güzel bir noktaya işaret ettiniz. İnsanlar kendi fıtri yaratılışları doğrultusunda bilerek veya bilmeyerek o ülkeye, huzura, sükûn ve güvene taliptirler. Ben bir hadiste okumuştum, “mizan günü” veya “vezin günü” diye adlandırılması da bu yüzdendir. Yani İmam gelip bu terazinin dengesini sağlıyor.

Üstad Dînânî: Evet, ölçü adalettir, aklın kendisi de mizandır. İmam, aklın tecessümüdür.

Laricanî: Dünyanın zulüm ve adaletsizlikle dolmasından sonra, dünyayı adaletle doldurması da bu anlama geliyor demek ki.

Üstad Dînânî: Evet, bu anlama geliyor. Âlem adaletle dolduğu zaman ve dünyada artık saldırganlık ve haddi aşma olmadığında, dünya artık bir gül bahçesi olur. Bir beytin bir mısrasında dünya dolusu hikmet var. Gerçekten de İranlı ârifler, adeta hiçbir eksik bırakmamış, her şeyi söylemişler. Ben burada bu mısrayı okuyup bu münasebetle açıklamak istiyorum. Diyor ki:

“Ateş efruz bé khari ne khered bustan ra” (Ateş yakan, bir dikeni bostana değişmez.)

Ateş yakan, şehvete kapılmış olandır. Şehvet ateş gibidir. Eğer bir yangın gördüyseniz ateşin sürekli saldırdığını ve ilerlediğini görmüşsünüzdür. Ateşi söndürmediğiniz sürece yakıp ilerler. Şehvet de böyledir, durması yoktur. Tıpkı cehennem gibi. Kaf Sûresi 30. âyette geçtiği gibi: “O gün cehenneme ‘Doldun mu?’ deriz. ‘Daha yok mu?’ der.”

 İşi gücü ateşe vermek olan biri bir dikeni bostana, bahçeye değişmez. İşi gücü ateşe vermek olan, yani şehvet, fitne çıkarma peşinde olan, saldıran, haddi aşan, insanlara zulmeden birine gel gidip şu bahçede biraz eğlenelim deseniz onun size vereceği cevap “bahçe de neymiş bana bir diken ver de ateşim biraz daha artsın” olur.

Ateş yakan birine bir bahçe dolusu çiçek ve bir tane diken verecek olsanız o hangisini tercih eder? Ateşini çoğaltmak için dikeni tercih eder. Fakat akıllar yerine gelince, ilahi adalet terazisi kurulunca, her şey hesaba ölçüye dayalı olunca, haddi aşma, saldırganlık olmayınca, o zaman dünya bir bahçeye, bir gülistana dönecektir. Böylesi bir dünyaya ulaşmak için İmam Mehdî’nin zuhuruna ne kadar dua etsek yeridir.

Laricanî: Mesnevî’de şöyle bir hikâye var. Lokman bir kıza âşık olur ve bir bahaneyle ona bir iş vermek için huzuruna çağırır.

Lokman’ın canı Allah’ın gül bahçesi iken

Canının ayağı neden bir dikenle incinsin?

Bir işaretle söyledi ama o anladı. Lokman’ın diliyle bilgece söyledi.

Üstad Dînânî: Evet, Lokman hekimdi ve hikmeti de akıl esasına göreydi. Lokman, Kur’ân’da aklın, hikmetin mazharı olarak geçer. Kur’ân’da Lokman’a peygamberlik verdik denmiyor, ‘‘hikmet verdik’’ deniyor.

Laricanî: Pekâlâ Üstad, biz, yani insanlık sizin bahsettiğiniz o tümel şuura ulaşırsa, yerde, gökte gördüğümüz o adalete, ölçüye, huzur ve sükûnete de ulaşır. Yalnızca insan toplumlarında polis, bekçi, güvenlik güçleri gibi şeyler var. Hatta sel ve depremlerin bile temeline indiğinizde yine insanın tabiatta meydana getirdiği tahribatı, hesapsız kitapsız işleri görüyoruz.  Bu durumda şu soru akla geliyor; acaba tabiat âleminde akıl insandaki doğruyu yanlıştan ayıran şey olmasına rağmen, insanlar neden genel olarak yaratılışın da gerisine düşüyorlar?

Üstad Dînânî: Çünkü insanın gücü fazladır. Yani insanın günah işleme gücü de vardır. İnsanın günah işleme gücü olmasaydı en fazla bir melek olabilirdi. Melek mi üstündür, insan mı? İnsan eğer insan olursa melekten üstündür. Yani Allah’ın kendine verdiği o istidadı fiiliyata geçirirse insan melekten üstündür. Allah bu istidadı tüm insanlara vermiştir ama bu istidat fiiliyata geçmiyor. Bu fiiliyata geçmediği gibi insan aynı zamanda günah işleme istidadına da sahiptir.

Şimdi dönelim yaratılış meselesine. Yaratılışta her halükârda Şeytan da bir rol sahibidir. İnsan eğer Şeytan’ın hilelerine kanmazsa, ki kanmayabilir, kendine hâkim olabilirse ki olabilir, bütünsel aklını fiiliyata geçirebilirse tüm varlıklardan üstündür. Hiçbir varlık insandan daha üstün olamaz.

Öte yandan her varlıktan daha aşağı da olabilir. Kur’ân-ı Kerim bu meseleyi çok güzel ifade ediyor. Bir yerde “ahsen-i takvim” diyor, “Andolsun, biz Âdemoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık” diyor; bir başka yerde ise “hayvandan daha aşağıya döndürdük” diyor. Peki, neden “belhum adal” yani ‘‘daha aşağı’’ diyor. Çünkü örneğin kurt, kurttur; insan olma istidadına sahip değildir. Onun doğası kurtluktur ve kurtluk yapmak zorundadır. Köpek, köpeklik; domuz da domuzluk yapmak zorundadır. Ama insan, insanlık yapması gerekirken yapmıyor. İnsanlık yapması gereken insan kurtluk yapıyor. Eğer insan insanlık yaparsa, kendi fıtratında kalırsa diğer her varlıktan üstün olur.

Âlem suret ve mana âlemidir, bunu daha önce defalarca söyledik. Bu suret âleminin arkasında bir de mana âlemi vardır. Ârifler ve ilahi hekimler mana âlemini iki kısma ayırırlar. Birincisi “mürsele mana âlemi”dir. Bu hiçbir şekle sahip değildir, mürseldir, bağımsızdır, mutlaktır, kapsayıcı ve salt vahdettir.

Diğeri ise suretlere ait mana âlemidir. Bu ise mesela berzah âlemidir, şekiller âlemidir. Mesela cennet suretlere ait bir âlemdir, mutlak mürsel değildir. Suret âlemi de iki kısımdır. Birincisi “basit suret âlemi”, diğeri de “mürekkeb suret âlemi”dir. Basit suretler, varlıkları oluşturan temel unsurlardır (anasır-ı evveliye). Mürekkeb [bileşik] suretler ise işte şu gördüğümüz taş, ağaç, vs. Bizim kendimiz de mürekkebiz.

Hatta en yoğun terkibe biz sahibiz. İnsan mürekkeb bir varlıktır. Eskiler insanın yüzden fazla unsurdan oluştuğunu söylerdi. Şimdi biz fizik, kimya bahislerine girecek değiliz. Sadece maddi unsurlardan değil, hatta ruh ve beden unsurlarından mürekkebdir.

İnsan en karmaşık mürekkeb varlık olduğu gibi aynı zamanda en basit [bileşik olmayan] varlıktır. Çelişkili bir şey söylemiyorum. İnsan bir anlamıyla en basit varlıktır, bir diğer anlamıyla en karmaşık mürekkebdir. İşte zaten bunlar insanın karmaşıklığıdır.

İnsan bu terkibden ve terkibin gereklerinden kendini kurtarıp basitlik haline ulaşırsa âlemdeki en basit varlık olabilir ve vahdete ulaşabilir. Bizim hekimlerimizden birisi ‘‘akla doğru ne kadar giderseniz vahdete doğru gitmiş olursunuz’’ diyor. Cisim yönüne gittikçe de kesret yönüne gidersiniz. Cisim kesretin türlü türlü arzuların mazharıdır, akıl ise vahdetin mazharıdır. Vahdette tefrika ve tekessür yoktur. Diğer tarafa gitmek ise ayrılığa gitmektir, bu ayrılık da perişanlığın kaynağıdır.

Siz çok güzel söylediniz, hatta tabiat âlemi ölçülü ve düzenli âlemdir; çünkü yaratılış ölçülüdür. Biz bu âleme tasarrufta bulundukça âlemdeki ekosistemi bozuyoruz. Şu an işte buna tanık oluyoruz. İşte bu aşırı sıcaklar, mevsimsiz, şiddetli yağışlar bizim ekosistemi tahrip etmemizden dolayıdır. Tabiata yersiz tasarruflarda bulunmamızdan dolayıdır.

Bilime bu kadar saygım olmasına rağmen maalesef bütün bunlar bilimle yapılıyor. Bugünkü bilimin şiarı şudur. Diyor ki eline satırı al ve tabiata saldır, vur ve parça parça ayır ta ki bu şekilde ondan cevap alabilesin. Peki ârifler ne diyor? Ârifler tabiatla barış yap, onunla dost ol diyor. Sen ona barışçı yaklaş, o sana cevap verir, diyor.

Yani iki yol var ya âlemle dost olacağız ve bu şekilde o bize cevap verecek ve içini bize açacak yahut kılıcı vurup onu parça parça ayıracağız. Peki, siz hangi yoldan gitmek istiyorsunuz?

Laricanî: Barış yolundan Üstad, âriflerin yolundan tabii ki. Pekâlâ Üstad, Mevlânâ da bu görüştedir. O ‘‘insan, insanlıktan çıkar ve esfel-i safilin noktasına düşerse’’ veya sizin ifade ettiğiniz gibi hayvandan daha aşağı olursa, ‘‘tabiatı her zerresinden daha geridedir’’ diyor. Bu konuda birçok misaller ve teşbihler söz konusu ediyor ama şu an bunları dile getirecek zamanımız yok.

Molla Sadrâ’nın da bu konuda ince bir tabiri vardır: O ‘‘Neden Allah Kur’ân’da Peygamber’e çeşitli şekillerde hitap ediyor? Mesela bir yerde “Eyyuhel müddessir” diyor, bir başka yerde “müzemmil” bir başka yerde “resûl” diyor? Neden bu şekilde farklı şekillerde hitap ediyor’’ diyor. Ben bu soruyu size sormak istiyorum; acaba sizin görüşünüz de Molla Sadrâ’nın görüşüyle aynı mı, öğrenmek istiyorum.

Üstad Dînânî: Müddesir, örtüsüne bürünen demektir. O örtünün de bir anlamı vardır. O örtü bu âlemdir. Sonuç itibariyle o resûldür. Peygamber tek bir hâl içinde değildi ki. Peygamberler, veliler, muhtelif hâllerdedir. Ayrıca bu, Kur’ân’ın belagatidir. Ne kadar güzel söylüyor! Bir yerde “ya eyyhuhel müddessir”, bir başka yerde “ya eyyuhel müzemmil”, bir başka yerde “nebi”, bir diğer yerde de “resûl” diyor. Bütün bunlar Peygamber’in örtündüğü o örtüdür.

Laricanî: “Ey örtünüp bürünen! Kalk ve uyar. Sadece Rabbinin büyüklüğünü dile getir. Elbiseni tertemiz tut. Her türlü pislikten uzak dur.”

Üstad Dînânî: İşte o “elbiseni temiz tut” bütün bunları tefsir ediyor.

Laricanî: Demek ki insan hem dikenliğin hem de gül bahçesinin olduğu bir ekim alanıdır.

Üstad Dînânî: Biraz önce arz ettiğim gibi hem en basittir hem de en mürekkebdir.

Laricanî: Çok güzel Üstad. Çok güzel bir söyleşi oldu fakat maalesef süremiz de sona erdi. Umarız Mesnevî’nin gül bahçesinde aziz üstadımızla birlikte bir başka yolculuğa daha çıkarız.

Medya Şafak


YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM