Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinde yedi düvel
gâvurun bölgeyi istilâ etme girişimiyle birlikte, bu bölge üzerinde iki etkin
güç olan Fransa ve İngiltere
16 Mayıs 1916 tarihinde "Sykes-Picot Anlaşması"
adı altında Müslümanların yaşadıkları coğrafyaları taksim etmeye koyulmuşlardı.
Özellikle İngiltere'nin yayılmacı ve saldırgan
politikalarıyla
9 Aralık 1917 tarihinde Kudüs ve iki gün içerisinde bütün
Filistin toprakları işgal edilmiş oldu. Filistin'in işgalinden kısa süre önce 2
Kasım 1917'de İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour Siyonistlerin lideri
Rothschild'e Filistin toprakları üzerinde kendilerine bir yurt edinme imkânı
sunacaklarını ilişkin taahhütname (deklarasyon) yayınlamıştı. (Bu deklarasyonla
Filistin topraklarının hangi amaçla işgal edileceği de ibraz edilmiş
olmaktadır.) "Balfour Deklarasyonu" olarak bilinen bu mektupta Arthur
Balfour Siyonistlerin lideri Rothschild'e şu taahhütte bulunmuştu:
"Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Museviler için bir millî yurt
kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini
kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin'deki mevcut Musevi
olmayan toplumların sivil ve dini haklarına ve başka ülkelerde yaşayan
Musevilerin sahip oldukları hak ve politik statülerine zarar verecek hiçbir
şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır."
Taahhütnamenin ikinci cümlesindeki teminat beklentisine
bakar mısınız? Yahudilerin dışındaki diğer unsurların hak ve statüleri güvence
altına alınması isteniyor. Bu katil sürüsünün nasıl bir tıynete sahip
olduklarını bilmiyor musunuz?
O dönemde bizzat İngilizlerin destek olduğu Haganah, Palmach
ve Irgun gibi terör örgütleri Filistinlilere yönelik katliamlarını
sürdürüyordu. Bu terör örgütlerinin liderleri daha sonra işgal devletinde
cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık yaptılar. Bunlar mı bölge halkına insaflı
davranacak? Bunlar mı temel insanî haklara saygılı olacak? Bunun Arapların
gözünü boyamak, onları teskin etmek için blöf olarak kullanılan bir cümle
olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Bakınız, Yahudilerden oluşturduğu bir birliği
Çanakkale Harbi'ne katıp pratik savaş eğitimi veren, masum insanları öldürmeyi
öğreten İngiltere'nin bizzat kendisidir. Nitekim 1917 yılında Filistin
toprakları işgal edilirken İngiltere'nin saflarında savaşan Siyonist Yahudi
çeteleriydi. Kısacası İngiltere'nin Filistin topraklarında yaptığı Siyonistler
adına vekâlet savaşıydı. Filistin topraklarına Yahudi göçünü organize eden,
gemiler tahsis eden yine İngiltere idi. İngilizlerin katkılarıyla
dünyanın her tarafından taşınan Yahudiler bu topraklara
yerleştirildi. Sonra ise bu işgal altındaki topraklara göç etmiş Yahudiler için
illegal bir devlet kuruldu.
Devlet ilânına sıra geldiğinde İngiltere bu işi taşeron
olarak kurdukları Birleşmiş Milletler'e havale etmişti. Beşli çetenin taşeronu
olan Birleşmiş Milletler'in gasp edilmiş Filistin toprakları üzerinde
Siyonistlere bir devlet vermesinin ilanından (14 Mayıs 1948) beş saat sonra
hemen katliamlara giriştiler. Ne acıdır ki kutsal Filistin toprakları üzerinde
o gün bugündür adım adım işgal devam etmekte ve sistematik bir şekilde zamana
yayılmış bir soykırım uygulanmaktadır. Dehr Yasin katliamı ile başlayan, 67
Savaşı ile süren, Sabra ve Şatilla ile devam eden ve Yom Kippur Savaşı (6 Ekim
1973) ile yenilmezliğini ilân eden ve bu küstahlıkla her Allah'ın günü
orantısız güç kullanan (ABD ve Avrupa'ya sırtını dayamış), şirret bir terör
şebekesi ile muhatap İslâm ümmetinin sessizliğe bürünmüş zelil bir portresi var
karşımızda. 1969 yılında Mescid-i Aksa'nın yakılmasının
hemen akabinde Müslüman ülkelerin bir araya gelerek Filistin
sorununun hâlli için kurulan İslâm İşbirliği Teşkilatı'nın pasif tutumu ayrı
bir kahır konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Adama sormazlar mı,
"Sürekli zulüm ve katliamlara maruz kalan Filistin halkı için bugüne kadar
ne yaptınız? Merhum Erbakan Hocamız feveran ederek, "İsrail ancak güçten
anlar, gelin bir savunma gücü kuralım, " deyip durdu yıllarca.. "Ama
olur mu, ABD müsaade etmez" dediniz. Bakınız, dönemin Siyonist çete
başbakanı Golde Meir nasıl bir itirafta bulunuyor: "Mescid-i Aksa'nın
yakıldığı gece Müslüman ülkeler birlik olup üzerimize saldıracak korku ve
endişesi ile sabaha kadar uyku uyuyamadım. Sabah olduğunda her hangi bir fiilî
tepki ile karşılaşmadığımızı görünce içim rahatladı, endişelerimin yersiz
olduğunu anladım ve derin bir nefes alarak dedim ki, artık bundan sonra ne
yaparsak yapalım Müslüman ülkeler bize saldırmaz."
Bu itiraftan da görüldüğü üzere katil/canavar sürüsünün
"dur" diyeni olmadığı için büyük bir pervasızlıkla uzun yıllar beri
işgal ve katliamlarla yollarına devam ettiler. Sürekli saldırı, sürekli işgal
ve sürekli katliam...
11 Şubat 1979 yılında İslâm Devrimi gerçekleştiğinde ise
terör devletinin başbakanı Menahem Begin yerinde bir tespitle, "Artık
İsrail için kara günler başlamıştır" ifadesini kullanmıştı. Nitekim öyle
de oldu. Devrimin hemen akabinde İmâm
Humeynî bizzat talimat vererek silahlı kuvvetlerin bünyesi dışında müstakil bir
yapı olarak Kudüs Ordusu'nu kurduruyor. Bu ordu ilk icraatını Lübnan'da
konuşlanarak başlatıyor. Öyle ki, Lübnan Suriye'nin asker bulundurduğu,
Suriye'nin kontrolünde ve garantörlüğünde bir ülke olması hasebiyle İran
Lübnan'da oluşturacağı yapı için Suriye ile gizli bir anlaşma yapıyor. Bu
yapının oluşturulması esnasında işgalci İsrail Filistinli grupları bahane
ederek alel acele Lübnan'a saldırmıştı. Siyonist çete yoğun hava ve kara
bombardımandan sonra tank birlikleriyle ilerleyerek Beyrut'a girmeyi başarmış
ve Güney Lübnan topraklarını tamamen işgal etmişti. İran bölgede henüz bir yapı
oluşturmadan bu işgal gerçekleşmişti. Ancak İranderhâl Hizbullah'ı tesis edip
her türlü ekipman ve mühimmatla donatarak işgalci İsrail'e karşı vekâlet savaşı
başlatmış oldu. Bu süreçte İran, Irak savaşında tecrübe edinmiş komutanlarını
bölgeye gönderip "eğit-donat" taktiği ile Hizbullah'ı bölgedeki
direniş cephesinin yumruğu hâline getirmişti. İşgalci Siyonist İsrail'e karşı
sürdürülen bu gerilla savaşı tam 18 yıl sürmüştü. Bu süreçte Hizbullah birçok
şehitler vererek, yenilmez denilen ve tarihinde yenilmemiş olan işgalci İsrail,
İran ve Suriye dayanışması ile vurucu çelik güç hâline getirilen Hizbullah eli
ile ilk defa bir yenilgi tatarak bi iznillah Güney Lübnan topraklarını zillet
içerisinde terk etmek zorunda kalmıştı. Kendilerince inandıkları Arz-ı Mevud
yolunda ilk defa sekteye uğramışlardı. Sıra Gazze'de idi. Kudüs Ordusu komutanı Şehid Kasım
Süleymani'nin bir projesi olan tünel vasıtası ile Filistinli mücahidlere silah
ve füze ulaştırılmaya başlanmıştı. (Bunu bizzat Kudüslü komutanlar itiraf
ediyor.) Bu yöntemle sapan kullanma devri bitmiş ve işgalcilere karşı silah
kullanma devri başlamıştı. İran, Suriye ve Hizbullah'ın katkılarıyla sürdürülen
bu silahlı savaş beş yıl sürmüş ve bi iznillah 2005 yılında işgalci Siyonist
çete Gazze'den kovulmuştu. İran, Suriye ve Hizbullah vasıtasıyla hezimete
uğrayan işgalci İsrail Gazze yenilgisinin intikamını almak ve Gazze'yi besleyen kaynakları kurutmak
amacıyla Temmuz 2006'da Lübnan'a saldırdı. 33 gün süren bu savaşta Siyonist
çete öylesine bir mukavemetle karşılaştı ki, neye uğradığını şaşırdı ve yine
zillet içerisinde geri çekilmek zorunda kaldı.
Şunu da itiraf etmiş olalım ki, bu uzun soluklu süreçte İran sadece
Suriye'den lojistik destek alıyordu. Suriye 22 Arap ülkesi içerisinde işgalci
Siyonistlerle anlaşmaya yanaşmayan tek ülke idi. Ve yine Suriye 22 Arap ülkesi
içerisinde 10 küsur Filistinli silahlı örgüte ev sahipliği yapıyor, onlara ofis
açıp her türlü katkıda bulunuyordu. (Bir araştırmacı gazeteci olarak 2009
yılında Suriye'ye yapmış olduğumuz seyahatte bu olaya bizzat "ayni ile
vaki" tanıklığımız var.) Suriye'yi iç savaşa sürükleyen emperyalist ülkelerin
bir tek talepleri vardı, Filistinli silahlı grupların ofislerinin kapatılıp
yurtdışı edilmeleri. Beşşar Esad buna yanaşmayınca IŞİD, El-Kaide ve El-Nusra
gibi terör örgütlerini bu ülkeye sokarak korkunç katliamlara girişmiş oldular.
Bu şekilde Suriye'yi harabeye çevirdiler. Siyonist çetenin ve emperyalist
ülkelerin bir tek hedefleri vardı, İran'ın desteklediği Lübnan ve Suriye
eksenindeki direniş cephesini çökertmek. Önce aldatılmış ve Suudîlerin
güdümünde olan bir kesim siyasîleri arkalarına alarak Lübnan'dan Suriye
askerinin çekilmesini sağlamak için çabaladılar. Onlar zannettiler ki, Suriye ordusu Lübnan'da çekilirse tek başına
kalan Hizbullah'la baş edebilecekler. Bu
süreçte Suriye askeri Lübnan'dan çekildi çekilmesine ancak Hizbullah'ın
konumunda zerre değişiklik olmadı. Hizbullah Lübnan'da en etkin askerî ve
siyasî güç olarak temayüz etmiş ve bi iznillah kendisini ispatlamış vaziyette..
Hizbullah'ın Filistin'deki silahlı örgütlerle dayanışma içerisinde olması ve
Kudüs Gücü ile kendilerine silah, mühimmat ve ekipman tedarik ve intikalinde
oynadığı rol takdire şayan bir durum olmaktadır. Aralarındaki koordinasyon ve
dayanışma bi iznillah kendilerini güçlü kılmaktadır.
"Bilin ki Allah, kendi yolunda sağlam örülmüş (kurşunla
kaynatılmış), bir duvar gibi kenetlenmiş saflar halinde çarpışanları
sever." (Saf:4) Bakınız, lokal bir dayanışma ile Yüce Rabbimiz nasıl
başarılar lütfediyor. Ne olurdu da ümmet genelinde böyle bir dayanışma olsaydı.
Merhum Erbakan Hocamız yıllarca çırpınıp durdu D-8 kapsamında İslâm Savunma
Gücü'nü tesis edelim diye. İran İslâm Cumhuriyeti mesûllerinin devrimin ilk
gününden beri dillendirdiği bir konuydu bu.. İran, İslâm devleti olmanın
mesuliyeti ile ümmetin ağırdan almasını ve hatta böyle bir talebe yanaşmayışını
mazeret olarak görüp beklemedi, hemen ivedilikle Kudüs Ordusu'nu tesis etti ve
sahaya sürdü. Bugün Siyonist çetenin Mescid-i Aksa'ya ve Gazze'ye saldırılarına
sapan ve taşla değil de füzelerle misilleme yapılıyorsa bu onurlu direniş ve
mukavemetin biz ümmet bireylerine sunduğu moral motivasyonu için İran İslâm
Cumhuriyeti mesûllerine ve Kudüs Ordusu'nun (başta Şehid Kasım Süleymanî olmak
üzere) kahraman komutan ve neferlerine şükran ve minnet borçlu olduğumuzu
bilmeliyiz. Vesselâm..