İslâm Devrimi'nin Düşündürdükleri

GİRİŞ: 06.02.2022 20:49      GÜNCELLEME: 06.02.2022 20:49
Rasthaber -  Miladî 1978 yılının sonbaharı İsviçre'de ikamet ettiğim öğrencilik yıllarıydı. O tarihte İran'da yoğunlaşan sokak gösterileri ve nümayişler dikkatimi çekmişti. Türkiye'de olayların medyaya nasıl yansıtıldığını bilmiyordum ama İsviçre basını ve medya olayları objektif olarak veriyordu. İran'da vuku bulan olayların takibinde İsviçre'de olmam şahsım için de bir şanstı. Hemen hemen her akşam televizyonlar Tahran caddelerindeki sokak gösterilerini ekranlarına taşıyordu...

16 Ocak 1979 tarihinde Şah Rıza Pehlevi tasını tarağını toplayıp yurtdışına kaçmıştı.

Devrim lideri İmâm Humeynî ise (uçağının düşürülme tehditlerine rağmen), 14 yıllık sürgün hayatının son üç buçuk ayını geçirdiği Fransa'dan İran'a 1 Şubat 1979 yılında dönmüştü. Henüz devrim gerçekleşmemiş ve belirsizlik sürüyor, gösteriler devam ediyordu. Bu belirsizlik ve endişeli süreç on gün sürmüş ve takvim yaprakları 11 Şubat'ı gösterdiğinde 2500 yıllık Şah rejimi yıkılmış ve İslâm Cumhuriyeti ilan edilmişti. Birçok sosyal bilimci şu yorumu yapıyor: "Devrim yapmak zordur ancak devrimi ayakta tutmak çok daha zordur." Devrim 43 yıldan beri birçok yıkıcı badireyi atlatarak bi iznillah sabit berkadem bir şekilde (zalimlere meydan okuyarak) yoluna devam etmektedir...

İmâm Humeynî siyasî görüşlerini ilk defa açık bir şekilde 4 Mayıs 1944 tarihinde (adeta manifesto niteliğinde) kaleme aldığı bir yazıda ortaya koyduğu ifade edilmektedir. “Okuyun ve Uygulayın” başlıklı bu yazısında İmâm Humeynî, “De ki: Size bir tek öğüt veriyorum: Allah için ikişer ikişer ve teker teker kıyam edin.” (Sebe: 46) meâlindeki âyette geçen “kıyam” kavramını “siyasî direniş” anlamında yorumlayarak özellikle ulemâ zümresini İran’ın ıslahı için baş kaldırmaya çağırıyordu. Bazı analistlere göre İmâm Humeynî'nin bu çıkışı bir ıslah hareketiydi. 1963 yılında ise çok daha açık bir şekilde devrimci söylemleri dile getirdiği görülmektedir.

Kısacası İran'da vuku bulan bu devrimin kökleri bir yönüyle 1963 yılına dayanmaktadır. İlk kıvılcım, ilk işaret fişeği o tarihte patlamıştı. Devrim lideri İmâm Humeynî o tarihte İran'ın Kum kentinde bulunan Fevziye Medresesi'nde ahlâk ve irfan üzerine dersler vermekteydi. Bu esnada İmâm Humeynî geleneksel mollaların tutumları dışında bir tavır sergileyerek Şah'ı ve zulme dayalı yönetimini sert bir dille eleştirip İslâm'ın kendine özgü yönetim anlayışı olan "Velâyet-i Fakih" ilkesini gündeme taşıyordu. Bu tarihten bir yıl öncesinde Şah Rıza Pehlevi "Ak Devrim" olarak isimlendirdiği "dinî değerlerden inhiraf ve uzaklaşma furyası" İmâm'ı ziyadesiyle rahatsız etmiş ve Şah'ı sert bir dille eleştirmeye başlamıştı. Bu duruma öfkelenen Şah emniyet birimlerine ve kendi özel savunma gücü olan SAVAK ajanlarına talimat verip İmâm Humeynî'nin ders verdiği medreseye silahlı baskın yaptırıyor. 5 Haziran 1963 tarihinde vuku bulan bu baskın olayında yüzlerce öğrenci şehit ediliyor ve İmam Humeynî tutuklanıyor. Şah İmâm Humeynî'nin idam edilmesini istiyor, ancak 1908 anayasana göre Ayetullah sıfatına sahip âlimlerin idam edilmeme kuralından dolayı İmâm diğer bir seçenekle Türkiye'ye sürgüne gönderiliyor. İmâm Bursa'da 20 ay kadar kaldıktan sonra Irak'ın Necef kentine yerleşiyor. Necef'te bulunduğu 13 yıl boyunca hummalı bir şekilde Şah rejimi aleyhinde faaliyetlerde bulunuyor. Vaaz ve talimatlarını ses kasetleri vasıtasıyla el altından İran'a ulaştırıp halkı Şah rejimine karşı kin ve düşmanlığa tahrik ediyordu. Zalime duyulan öfke bir devrim için en gerekli malzemeydi. Din, mazluma sevgi ve merhameti gerekli kıldığı gibi zalime de buğz ve öfkeyi zorunlu kılmaktadır. İmâm elbette ki bununla birlikte halka en çok tavsiye ettiği kişisel ahlâkî gelişim ve takva üzerine nasihatlerdi. Çünkü o da biliyordu ki, Rad Sûresi'nin 11'nci ayetinde belirtildiği üzere bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmeyecekti. Toplumsal ve siyasî bir değişim isteniyorsa o minvâl üzere toplum da kendisini yenileyip değiştirmeliydi.

Bu devrimi farklı kılan en önemli faktör din adına yapılmış olmasıydı. 1789 Fransız Devrimi seküler bir mantıkla sömürgeci kapitalizm sistemini dünyaya sunmuştu. 1917 Rus Bolşevik Devrimi ise yine seküler mantığın bir başka versiyonu olan komünizmi dünya halklarına dayatmıştı. Bu iki devrim yönetim mekanizmasını oturtana kadar milyonlarca insanın kanına girmişti. Fransa'da muhalif olan herkes giyotinle idam ediliyordu. O dönemde Paris sokakları giyotinden geçilmiyordu. Moskova'da ise sokak başlarında infaz mangaları vardı. Komünizme itirazı olanlar sokak ortasında kurşuna diziliyordu. Az önce ifade ettiğimiz gibi bu iki devrimde milyonlarca insan öldürülmüştü. Sosyolog Ali Bulaç bu iki devrimden örnekler vererek İran İslâm Devrimi'ni "dünyanın en kansız devrimi" olarak nitelendiriyor. Öyle ki, son güne kadar İmâm Humeynî silahlı kalkışmaya ve şiddete asla cevaz vermemişti. Bu devrimi diğerlerinde farklı kılan da buydu. Çünkü İslâm fıkhına göre, yönetimin dinden inhiraf etmesine asla fırsat verilmemeli fakat bir şekilde böyle bir durum vuku bulmuşsa o ülkede yapmayı düşündüğünüz devrim adına güvenlik birimleri mensuplarına ve askere kurşun sıkamazsınız. Zira asker de polis de Müslüman ahalinin evlâtlarıdır. Burada müstevliler söz konusu değil ki kurşun sıkasınız. 1982 yılında Suriye'nin Hama kentinde böyle bir yanlışa imza atıldı ve 30 bin dolayında insanın ölümüne sebebiyet verildi. Birçok Arap ülkesinde faaliyetleri olan, merkezi Mısır'da bulunan "İhvan-ı Müslimin" (Müslüman Kardeşler) örgütü bir sivil toplum kuruluşu olarak çalışan ve asla şiddete bulaşmayan bir cemaat olarak biliniyordu. Bu cemaatin Hama kentinde faaliyet yürüten kolundan bir heyet 1982 yılında Merhum Erbakan'ı ziyaret edip silahlı kalkışma niyetlerini dile getiriyorlar. Erbakan böyle bir şeye asla teşebbüs etmemelerini söylüyor. Onlar büyük bir hayal kırıklığı içerisinde İran'a gidip İmâm Humeynî ile görüşüyorlar. İmâm Humeynî onlara, "Biz bu devrimi tüfekle/silahla mı yaptığımızı zannediyorsunuz? Şahın askerleri bizim insanlarımıza kurşun sıkıp ateş ederken ön saflarda bulunan kadınlarımız onlara gül ve karanfil atıyordu. Onlar da ateş etmemeye başladılar ve saf değiştirip bize katıldılar." diyerek onları adeta azarlıyor ve böyle bir teşebbüste bulunmamalarını söylüyor. Onlar ise ne Erbakan'ı ne İmam Humeynî'yi dinlemeyip gençlerin ellerine verdikleri silahlarla kalkışmada bulunuyorlar. Hüsranla sonuçlanan bu silahlı kalkışmada 30 bin dolayında insan ölüyor...

Bizim burada ifade etmek istediğimiz İran İslâm Devrimi'nin en kansız devrim olduğudur. İmâm Humeynî'nin takip ettiği strateji buydu.

Fakat devrim vuku bulduğunda bundan en çok rahatsız olan İran'ın zenginliklerinden nemalanan, İran'ı sömüren ABD ve İngiltere gibi emperyalist ülkeler olmuştu. İslâm Devrimi'ni akamete uğratmak ve yıkmak için olmadık entrikalara giriştiler, münafıkları kullanarak suikastlar yaptırdılar. 28 Haziran 1981 tarihinde meclis binasında patlattıkları bomba ile 73 milletvekilini katlettiler. İran yargı sisteminin başında bulunan ve o dönem İmâm Humeynî'den sonra İran İslâm Devrimi'nin en güçlü kişisi olarak görülen ve İmâm Humeynî'nin, "ömrümün meyvesi" dediği Ayetullah Muhammed Beheşti de 73 şehitten biriydi.

Bir ay sonra yine münafıklar kullanılarak 30 Ağustos 1981 tarihinde İran'ın eski Cumhurbaşkanı Muhammed Ali Recai ve Başbakan Muhammed Cevad Bahonar'e düzenlenen bir bombalı saldırıda şehit edildiler.

Bu suikastlar devrim tarihi boyunca devam etti. Özellikle bilim adamlarına yönelik suikastların ardı arkası kesilmedi. En son 5 Kasım 2021 tarihinde İran'ın nükleer programının mimarlarından olan Muhsin Fahrizade yine hain bir suikastla şehit edilmişti.

3 Ocak 2020 tarihinde ise Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymanî ve Iraklı General Ebu Mehdi El- Mühendisî'ye yönelik hain suikast (Bağdat Havaalanı'nda) bizzat büyük şeytan ABD tarafından yapılmıştı. Bu suikastta 8 kişi şehit olmuştu. Elbette bu devrimin sadece suikastlerle başı dertte değil. Düşman çok yönlü saldırıyor. Her seçimde münafıklar kullanılarak provokasyonlar yaptırılıyor. ABD bu devrimi yıkmak veya en azından akamete uğratmak için her yıl milyarlarca dolar bütçe ayırıyor. Üstelik bunu gizlemeyip bizzat dile getiriyorlar. ABD devrimin ilk gününden beri her türlü şeytanî plân ve tuzaklarını devreye sokmuştu. Bunlardan biri de Tebes Çölü'ne çıkarma yapma girişimiydi. ABD büyükelçilik binasında ele geçirilen casusların tutuklu bulunduğu sırada (25 Nisan 1980 tarihinde) Tebes Çölü'ne çıkarma girişiminde bulunduklarında helikopterlerin kum fırtınasına yakalanıp düşmesi ile tam bir fiyasko yaşanmıştı. (Merkezi hükümetin bu çıkarmadan haberi olmamıştı ama Allah Teâlâ'nın görünmeyen orduları devreye girmişti ve rezil bir şekilde hezimete uğramışlardı.) Bu hezimetten sonra ateşe elini sokmamaya karar veren ABD beş ay sonra Saddam maşasını devreye sokup (22 Eylül 1980 senesinde) İran'a savaş başlatıldı. Bu tahmilî savaş ABD ve Batılı emperyalist güçler adına yapılan bir savaştı ancak bunu herkes bilmiyordu. Saddam bile gaza getirildiğinin ve kimlere hizmet ettiğinin farkında değildi. Bakınız düşmanın çok yönlü çalıştığını ifade etmiştik. Aynı ay içerisinde dikkat çeken iki hadise daha vuku buluyor: Birincisi 6 Eylül'de Merhum Erbakan Hocamız Milli Görüş Hareketi adına Konya'da yüz binlerce insanın katıldığı mahşerî bir kalabalıkla "Büyük Kudüs Mitingi" düzenliyor. ABD, "Eyvah İran'dan sonra Türkiye'yi de mi kaybediyoruz?" diyerek düğmeye basıyor ve piyon olarak kullandığı Kenan Evren'e askerî ihtilal yaptırıyor. On gün sonra ise Saddam'ı İran'a saldırtıyor. Bu gelişmeler asla tesadüf değildi. Başta ABD olmak üzere Batılı şeytanî güçlerin bütün askerî yardımlarına rağmen 8 yıl süren bu saldırı savaşında Saddam İran'dan bir karış toprak koparamamıştı. Bu dönemde Suudi Arabistan ve Kuveyt Saddam'a verdiği milyarlarca dolar borç parayı geri isteyince Saddam CIA'nın provokasyonu ile Kuveyt'i işgal etmişti. ABD Saddam'ı öyle bir ayak oyununa getiriyor ki, bu sefer Kuveyt'i Saddam'ın işgalinden kurtarma bahanesiyle Irak'ı 45 gün boyunca bombalıyor ve bu esnada 240 bin dolayında insan ölüyor. Bakınız Irak'ın İran'a yönelik saldırı savaşında büyük şeytan ABD İslâm Devrimi'ni çökertemeyince bu sefer Türkiye'yi İran üzerine kışkırtmaya koyulmuştu. Hatırlayalım, Demirel'in cumhurbaşkanı olduğu dönemde malum gazeteler her Allah'ın günü İran aleyhinde olmadık tezviratlarla halkımıza kin ve nefret tohumları aşılayarak savaşın psikolojik altyapısını hazırlıyorlardı. O esnada iki ordu sınır boyunda büyük askerî tatbikatlar yaparak birbirlerine gövde gösterisinde bulunuyordu. Adeta nefesler tutulmuş savaşa ramak kalmıştı. Allah'a şükürler olsun ki her iki tarafa sağduyu hakim olmuş ve ortalık sakinleşmişti. Büyük şeytan ABD yine umduğunu bulamamış ve hayallerini başka bir mevsime saklamıştı. O başka mevsim 15 Temmuz darbe girişiminden başkası değildi. Bildiğiniz üzere darbe girişiminin ertesi günü İçişleri Bakanı Süleyman Soylu bizzat, "Darbenin arkasında Amerika var" demişti. Asıl konumuzla ilgili ifşaatı yapan ise bir zamanlar FETÖ elebaşısının sağ kolu olan Latif Erdoğan olmuştu. Latif Erdoğan 15 Temmuz darbe girişiminden sonra gazetelere verdiği demeçte açık açık şunları diyordu: "Eğer bu darbe girişiminde muvaffak olsalardı üç ay içerisinde Türkiye İran'a saldırtılıp savaşa sokulacaktı. İki ordunun da güçlü olması hasebiyle yıkım ve tahribat o kadar çok büyük olacaktı ki, bu savaşta belki on milyondan fazla insan ölecekti. ABD'nin 15 Temmuz darbe girişiminin arkasındaki asıl hedef buydu." Türkiye'nin İran'a saldırtılma projesi eskilere dayanmaktadır. Öyle ki FETÖ elebaşısı Gülen kendi müstear olarak yazdığı Abdülfettah Şahin isimli kitaplarında kendi müntesiplerine mezhep üzerinden sürekli İran düşmanlığını körüklüyor ve Çaldıran'dan, Yavuz Sultan Selim'den örnekler vererek, "Şu Rafizîlere haddini bildirmesi için günümüzde de Yavuzlara ihtiyacımız var" diyerek savaş naraları atıyor, savaş tamtamları çalıyordu.

Ayrıca vaaz kasetlerinde de bu tür kahpe kışkırtıcılığın en galizine tanık oluyorduk...

Sonuç olarak ifade edecek olursak, 43 yıldan beri başta ABD olmak üzere bütün Batılı şer odakları bu kutsal devrimi yıkmak veya en azından akamete uğratmak için hummalı bir şekilde çalışıyorlar. Bazı dindar olarak bildiğimiz kesimler de ne yazık ki, olmadık tezviratlara alet olarak mezhep üzerinden İran İslâm Cumhuriyeti ile halkımızın arasına husumet duvarları örmeye devam ediyorlar.

Farkındayım yazımız uzadı ama İslâm Devrimi ilgili yazacak o kadar çok daha konu var ki, bunlar birkaç makaleye sığacak cinsten değil. Rabbimiz İslâm ümmetine basiret ve birlik nasip etsin. Rabbim İslâm Cumhuriyeti'ni muhafaza buyursun ve direniş cephesine zaferler versin. Merhum Erbakan Hocamız'ın ifadesiyle tek çare "İslâm Birliği". ("D-8" "İslâm Birliği"ne giden yolda bir ön adımdı. Akamete uğratılmamalıydı.)

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM