Vahdet İçin Ne Yaptık?

Herkes kabul ediyor;  Müslümanlar paramparça. Öyle ki, parçalar da paramparça…

“Müslümanların en büyük sorunu tefrika sorunudur” diyor herkes.  Hiçbir âlim, bilge ve mü’min yoktur ki, birliğin birincil derecede elzem olduğunu söylemesin.

Sözü konusu edilen birlik olunca pek çok ayet ve hadis zikredilir. Çünkü hakikaten hem Kur’an, hem de Resul-i Ekrem (SAV) Müslümanların vahdetine, dinin ve imanın kendisi kadar önem vermiştir. Öyle ki kimi hadisler, iman edip etmediğimizin testini, diğer mümin kardeşimizi sevip sevmediğimize bakarak yapmamızı istemiştir. Kur’an Müslümanları açıkça uyarmış, “tefrikaya düşmeyin” demiştir.

O zaman,

Bu iş bu kadar önemli olmasına rağmen niçin Müslümanlar paramparça?

Müslümanların birliği bu kadar önemliyse, niçin buna yönelik esaslı bir gündemimiz yok?

Gerçekten, âlimler, zâhidler, şeyhler, vaizler, cemaatler, dernekler, vakıflar, İslami hareketler, partiler… Müslümanlar olarak her birimiz, Müslümanların vahdeti için ne yaptık?

“Mümin inancı uğruna fedakârlıkta bulunan kişidir” diye öğretilmişti bize… Böyle biliyoruz.

Peki, vahdetin önemine, ehemmiyetine inanmıyor muyuz? Tefrikanın İslam coğrafyasında neden olduğu rezaletten, cehaletten, kan ve gözyaşından utanç duymuyor muyuz?

Hakikaten vahdet için neyimizi feda ettik? Neyimizi verdik?

Müslümanların birliği için;

Geri adım atmaya,

Haksızlığa tahammül etmeye,

Öfkemizi yutmaya,

Tabelamızı indirmeye,

İddiamızdan vazgeçmeye,

Görmezden/duymazdan gelmeye,

Göğsümüze taş basıp, yine de,  “sen öyle diyorsan öyle olsun” demeye…

Değmez mi?

Peki, niçin yapmıyoruz, yapamıyoruz?

Çünkü vahdet için “vermek”  ve hatta “vazgeçmek” gerekir…

İddiamızdan, hakkımızdan, kürsümüzden, tezimizden, “kendimizden” vazgeçmek gerekir…

Vazgeçemiyoruz, çünkü kendi haklılığımızı diğerinin haksızlığı üzerine kuruyoruz. Kendi doğruluğumuzu diğerinin yanlışlığı üzerinden ispat ediyoruz. Kendi büyümemizin, diğerinin küçülmesiyle olacağını zannediyoruz.

Kendi taraftarlarımızın gücünü, diğerine/diğerlerine yönelterek azaltmak, bölmek, küçültmek istemiyoruz. Kendi ellerimizle biriktirdiğimiz “sermayemizi” paylaşmak istemiyoruz.

***

Bireylerin İsmail’i para, pul, mal ve çocuklar olabilir.

Peki ya cemaatlerin, mezheplerin, partilerin, hiziplerin İsmail’i yok mudur?

Grupların İsmail’i iddialarıdır; kendilerini o grup yapan “doğrularıdır”.

Gerçek şu ki, kendi doğrularımızı “vahdete” kurban etmenin cesaretini gösteremiyoruz.

Kendi doğrularımızı “hepimizin doğrularına” kurban etmenin cesaretini gösteremiyoruz. Hepimizin doğruları içinde kaybolmaya, ümmet denizinde bir damla olmaya razı değiliz.

Herkes bir gün ümmetin “kendisi gibi” düşünenlerden teşekkül edeceğini, işte o zaman ümmet olacağımızı zannediyor.

Herkes, “cemaatimizi yeteri kadar büyütürsek” diğerlerini çekim alanımıza alır, böylelikle ümmet oluruz diye düşünüyor. Hiç kimse “vermeyi” düşünmüyor,”vazgeçmeyi” düşünmüyor; diğerlerini ilhak ederek, ümmet olmak gibi muhayyel bir amacın (vesvesenin mi desem) peşine düşmüş görünüyor.

***

Büyük hesap gününde ümmetin birliğinden hesaba çekileceğiz.

Ümmetin dağılmışlığından, parçalanmışlığından, bölünmüşlüğünden sorumlu tutulmayabiliriz. Ama ümmetin vahdetini dert etmediğimiz için; bu konuda sahih, gerçekçi çabalar göstermediğimiz için hesaba çekileceğiz.

Ve belki de, bu konuda hesap veremezsek, diğer konulardan hesaba çekilmeyeceğiz.

Çünkü ümmetin birliği için çaba göstermemek, diğer amellerimizi heba etmeye yetecek kadar çetin bir konudur.

O zaman verecek bir şeyimiz varsa;

Kanımız, canımız, malımız, itibarımız ve sevdiğimiz bütün şeyler…  Müslümanların vahdeti için vermeli değil miyiz?

“Müslümanların birliği için vermekten” daha değerli ne olabilir?

***

Hz. Resul-i Ekrem’in (SAV) kutlu veladet haftası,  güçlü bir vahdetin vesilesi olur inşallah…

O’na salat ve selam olsun…

Bu Haberi Paylaş
Yorum Bırakın