Suriye’yi tamamen vassalı haline getirme peşindeki İsrail’in Şara ile 25 Eylül’de ABD arabuluculuğunda bir güvenlik anlaşması imzalama ihtimali, Erdoğan’ın Beyaz Saray ziyaretini “duble” kritik hale getiriyor

Soldan sağa, ABD Başkanı Donald Trump, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Suriye Geçiş Hükümeti Devlet Başkanı Ahmed el-Şara
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 25 Eylül tarihli Beyaz Saray ziyareti doğal olarak kaotik iç politika tartışmalarımızın şekillendirdiği bir temelde gündeme geliyor, getiriliyor. Oysa tam da aynı tarihlerde ABD’de bizi, daha çok da bölgemiz perspektifinde bizi ilgilendiren çok önemli başka birtakım gelişmeler bekleniyor. Bu sebeple, Erdoğan’ın bu ziyaretine “Boeing alma taahhüdü veriyoruz F-35’leri alıyoruz” basitliğinin ötesinde de bakmamız gerekiyor, gerekecek. Ya da bunları da o gelişmelerle çizeceğim tablonun içine yerleştirmemiz gerekecek.
Şimdi önce o gelişmeleri aktarıp çizeyim o tabloyu:
Diplomatik kaynaklara bakılırsa, Suriye Geçiş Hükümeti Devlet Başkanı Ahmed el-Şara da 21-25 Eylül tarihleri arasında New York ve Washington’da olacak. El Şara’ya ABD gezisinde aynı hükümetin Dışişleri Bakanı Esad Hasan Şeybani ile yeni BM temsilcisi İbrahim el-Albi refakat edecek. Şeybani, yaklaşık bir hafta önce de ABD’nin Şam’a yönelik yaptırımlarının kalıcı olarak kaldırılmasına yönelik lobi yapmak üzere Washington’daydı. (ABD Başkanı Donald Trump Suriye’ye yönelik yaptırımları geçici olarak kaldırdı, ancak kalıcı olarak kaldırılması için Kongre onayı gerekiyor.)
Ama Şara’nın gündemi Türkiye için çok daha kritik: 24 Eylül’de New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 80. birleşiminde bir konuşma yapması planlanan Şara’nın ayrıca Türk mevkidaşı Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte New York’taki Türk Evi’ni ziyaret etmesi de bekleniyor. 58 yıl sonra BM Genel Kurulu’na seslenecek ilk Suriye lideri olacak Şara, ABD’deki diplomatik ve stratejik düşünce kuruluşlarıyla da görüşecek. Ancak Şara’nın ABD’deki en önemli gündemi, 25 Eylül’de Beyaz Saray’ın arabuluculuğunda -ama Türkiye’nin desteğiyle olduğunu söylememiz zor- İsrail ile bir güvenlik anlaşması imzalayacak olması. Arka planı son derece gizli yürütülen böyle bir anlaşma imzalanacak mı imzalanmayacak mı, derken Şara, geçtiğimiz günlerde, Milliyet gazetesine, Suriye’nin ABD arabuluculuğunda İsrail ile bir güvenlik anlaşmasına yaklaştığını doğruladı. El-Şara’ya göre, anlaşma önümüzdeki günlerde sonuçlanabilir!
Ankara Şara’yı bir süredir -deyim yerindeyse- tam bir markaj altına tutuyor ve sık temaslarla -öyle bir güvenlik anlaşması imzalanacaksa bile- Ankara’nın arzulamadığı şartlar barındırmasına engel olmaya çalışıyor. O yüzden, sanıyorum, Türk Evi ziyareti, sadece Şam ile Ankara arasında bölgesel konularda artan koordinasyonun geldiği noktanın değil bu güvenlik anlaşması konusunda Ankara tezlerinin ne ölçüde dikkate alındığının sinyallerini vermesi açısından da önemli.
Şimdi gelelim Suriye ile İsrail arasında imzalanması beklenen güvenlik anlaşmasının içeriğine ve neden Türkiye’yi de ilgilendirdiğine.
Sky News Arabia’nın İsrail 12. Kanal’ına referansla geçen ay aktardığına bakılırsa, 25 Eylül’de Şam ve Tel Aviv yönetimleri tarafından ABD’nin arabuluculuğunda imzalanması beklenen anlaşma imzalanırsa, İsrail’in iki ülke arasında 1974’te imza edilen ateşkes anlaşmasına uygun olarak, Suriye’de işgal ettiği yerlerden eski konumuna çekileceği (!) söyleniyor. Tam da “eski konumuna” demeyelim. 1974 ateşkes anlaşması kapsamında belirlenen tampon bölgeyi iki kilometre derinliğe kadar genişleterek Suriye topraklarının biraz daha fazlasını ilhak etmeyi amaçlıyor Tel Aviv. Esad hükümetinin devrilmesinden sonra işgal ettiği bazı bölgeleri, örneğin stratejik öneme sahip Hermon Dağı’daki askeri varlığını da koruyacak. Bu “kıyağının” karşısında peki ne bekliyor Şam yönetiminden:
- Suriye ordusunun füze ve hava savunma sistemleri de dahil olmak üzere stratejik silah konuşlandırılmasını yasaklıyor.
- Şam’dan Süveyda’ya kadar uzanan bölgenin silahsızlandırılmasını şart koşuyor.
- Ayrıca, Süveyda Valiliği dahilinde bir “insani koridor” kurulmasını zorunlu kılıyor.
Şam yönetimi, bu şekilde, ülkenin güneyine askeri araçlarla girmesinin yasaklanmasını ve savaş uçaklarının ülkenin güneyinde (Şam’ın güneybatısından tampon bölgeye kadar) uçmasının yasaklanmasını kabul ederse İsrail onu artık bombalamayacak!
Kısacası, Şam ve Tel Aviv arasında bu şartlarda imzalanacak bir anlaşma, Suriye hükümetinin stratejik silah ve hava savunmasından mahrum bırakılmayı kabul etmesini garanti altına alacak. Ayrıca, Şam yönetiminin başkentin güneyindeki Suveyda’ya kadar olan bölgelerden asker çekmesinin, buraları silahsızlandırmasının ve bölgeye “insani yardım koridoru” açılmasına izin vermesinin de önünü açacak.
Anlaşma iki ülke arasında ilişkileri normalleştirmeyi hedefleyen kapsamlı bir anlaşma olmayacak. Sadece güvenlik konularını düzenleyecek. Aslına bakılırsa, planın tamamından da haberdar değiliz. Arapça yayınlanan El Akhbar gazetesine bakılırsa, Tel Aviv’in Şam’a önerdiği planın gizli maddelerinden biri, Suriye’nin İsrail savaş uçaklarına İran’a yönelik hava saldırılarını sürdürebilmeleri için hava sahasını açmayı resmen kabul etmesini içeriyor.
İsrail böylelikle, Golan Tepeleri’nden Süveyda’ya, oradan da Suriye’deki ABD desteğinde hareket eden Kürt milislerin kontrolünde bulunan kuzeydoğu Suriye topraklarına uzanan “Davut Koridorunu” kurabilme imkanına kavuşacak. Bu, İsrail’in Türkiye’nin bir anlamda komşusu olması, daha önce de yazdığım gibi, yarın Türk askerinin başına bir yerlerde “çuval geçirilecekse,” onu da artık İsrail askerinin yapabilme kudretine kavuşması demek olacak!
Bir zamanlar Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi (YDSK) kurup Ortak Bakanlar Toplantısı yaptığımız, barış içinde yaşadığımız komşumuz Suriye’nin İsrail’in nüfuz bölgelerine dönüşmesi demek!
Suriye, zaten ancak İsrail’in silah oynatabilip at koşturabildiği ve Türk askerinin eğitim amaçlı olarak bile denklem dışı tutulmasının garanti altına alınmaya çalışıldığı bir ülke. Türkiye’nin Suriye’deki -eğitim için dahil olsa- olası askeri varlığını açıkça reddeden İsrail, bu çerçevede daha önce Humus çevresindeki bir havalimanı ile hava savunma üssünü imha etmişti.
Ankara’nın 2011’den başlayarak bölgesel konulardaki hatalı birtakım tercihlerinin sonucu olarak 3 milyon Suriyelinin de mülteci olarak bize itelendiği sürecin geldiği nokta bu, bugün. Dolayısıyla 25 Eylül, 250-300 Boeing’in çok ötesinde potansiyel gelişmelere gebe, önemli bir tarih.
Ankara adını dahi koymadığı bazı “süreçlerde” geldiği “hukuki çözüm aşamasını” Meclis Komisyonu’nun gündemi yapmaya çalışırken, bir yandan ABD ve Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG), “Aralık ayına kadar Kürt milislerin Suriye’ye entegrasyonu sonuçlanmazsa, askeri harekata geçebiliriz” mesajını vermeye çalışırken, bir yandan da Şara’nın böylesi şartlar barındıran bir anlaşmanın altına imza atmasına engel olmaya çalışıyor. Türkiye de dahil bütün bir Ortadoğu’yu hizalama girişimi içindeki İsrail’in Katar’ı bombalamasının ardından Tel Aviv politikalarına yönelik tedirginliği artan Suudi Arabistan’ın da Ankara ile birlikte bu yönde diplomatik çaba sarf ettiğini duyuyoruz.
Son dönemde çabalar ve karşı çabalar birbirine girmiş durumda. Azerbaycan başkenti Bakü de bu görüşmelerde öne çıkmaya çalışıyor. Örneğin, 18 Eylül’de Bakü’de Suriye ile İsrail arasında gizli bir güvenlik toplantısı düzenlendiği ileri sürülüyor. Azerbaycan yönetiminin bu “arabuluculuk” hamlesini, “İslam birliğine ihanet,” İran ve Türkiye’nin İsrail karşıtı duruşuna “açık bir meydan okuma” olarak görenler de var. Suriye ile İsrail tarafları daha önce Temmuz ayında da Bakü’de bir araya gelmişlerdi.
Bu arada, Şam yönetiminin Dışişleri Bakanı Esad Şeybani ile İsrail Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer arasında Londra’da bir görüşme planlandığı, ancak MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın devreye girip Şam’da Ahmet el Şara ile görüşmesi sonucunda bu görüşmenin de Bakü’ye alındığı ileri sürülüyor. Bakü görüşmelerinde Türkiye’nin de Suriye’nin geleceğine dair kendi planını ortaya koymasının muhtemel olduğu değerlendirmeleri yapılıyor.
İsrail Türkiye de dahil bütün bir Ortadoğu’yu kendince hizaya getirmeye çalışırken, gelişmelerin bundan sonra nasıl bir seyir izleyeceğini ve 25 Eylül sonrasında neler olacağını öngörmek güç. Fakat 25 Eylül’ün Ankara için duble kritik olduğunu söylersek sanırım yanlış olmaz.