Rasthaber - Bir bölümü Usulü Kâfi’de de geçen ve Mesadiru Nehci’l-Belağa kitabında zikredilmiş[1] olan Nehcu’l-Belağa’daki tevhid hutbesinde Emirulmüninin Ali (as); İslam, Kur’an ve Ehl-i Beyt[2] görüşüne göre marifetullahın, Allah’ın isimlerinin ve fillerinin şerhi babından Allah’ı tanıma konusunda kapsamlı bir izah yapar. Burada bu aydınlık görüşten yararlanmak için o kıymetli hutbenin tercümesini veriyoruz:* * *
Allah’a nitelik isnat eden, O’nu birlememiş; örneklendiren O’nun hakikatini kavrayamamış; teşbih eden O’nu kast etmemiştir. O’na işaret eden ve tevehhüm eden O’nu ihtiyaçsız bilmemiştir. Zatıyla her şey sonradan yapılmıştır. Başkasıyla kaim olan her şey de ma’luldür. O yapıcıdır, bir alete ihtiyaç duymadan. O takdir edicidir, düşünmeden. O zengindir, istifade etmeksizin. Zamanla birlikte değildir. Aletler O’na yardım edemez. Varoluşu zamanlardan, varlığı yokluktan, ezeliyeti başlangıçtan önce gelmiştir. Duyu organlarını yaratmakla, duyu organına sahip olmadığı bilinmiştir. Eşya arasında zıtlık var etmesiyle zıddının, eşyalar arasında benzerlikler var etmesiyle de eşi ve benzerinin olmadığı kavranmıştır. Nuru zulmetle, açıklığı kapaklıkla, donmuşluğu akıcılıkla, sıcağı soğuklukla birbirlerine zıt olarak yaratmıştır. O, farklı iki parçayı bir arada tutar, farklılıkların arasını eşitler, uzakları bir araya getirir, yakın olanları birbirinden ayırır. O belirli bir sınırla sınırlandırılamaz, bir sayıyla sayılamaz; çünkü sadece eşyalar birbirlerini sınırlandırabilir, ancak aletler, birbirlerine benzeyip, birbirini çağrıştırabilir. “Ne zamandan beri” tabiri kadim olmaktan alıkoymuş, “kesin olacak” ifadesi ezeliyete engel olmuş ve “keşke böyle olsaydı” sözü de kâmil oluştan uzaklaştırmıştır.
Yaratıcı yaratıklarıyla akıllara tecelli eder, onlarla gözlerin bakmasına mani olunur. Allah için sükûnet ve hareket geçerli değildir. Çünkü kendisinin can verdiği şeyler nasıl kendisi için geçerli olabilir; kendisinin ortaya çıkardığı şeyler, nasıl kendisine dönebilir ve kendisinin vücuda getirdiği şeyler, nasıl O’nda vücuda gelebilir? Böyle olsaydı zatı değişir, künhü parçalanmış olur ve ezeli olamazdı. Eğer onun için bir “ön” söz konusu olsaydı, “ard”ı da olur, böylece zatına bir noksanlık lazım gelirdi ve tamamlanmaya ihtiyaç duyardı. Bu durumda O’nda yaratılmışlık nişanesi ortaya çıkar, başkaları kendisine delil olduğu halde, kendisi delil olur, başkasına tesir eden şeyin kendisine de tesir etmesine engel olan hükümranlığından çıkar giderdi. O değişmez, zail olmaz, kaybolması caiz olmaz. O, doğmamıştır ki doğrulmuş olsun. Doğrulmamıştır ki sınırlı olsun. O, çocuklar edinmekten yücedir, kadınlara yaklaşmaktan münezzehtir. Zihinler O’na ulaşamaz ki onu takdir etsin. Zekâlar O’nu kavrayamazlar ki tavsif edebilsin. Duyular O’nu idrak edemez ki hissedebilsin. O’na el değemez ki dokunulsun. Hali değişmez, halden hale de girmez. Geceler ve gündüzler O’nu eskitemez, aydınlıklar ve karanlıklar, onu değiştiremez. Herhangi bir parça, endam, organ, araz, değişim ve cüzler ile vasıflandırılamaz. Hakkında bir had, nihayet, inkıtaa uğramak veya son söz konusu edilemez. Eşyalar O’nu ihata edemez ki aşağı yukarı götürsün. Hiçbir şey O’nu yüklenemez ki eğsin veya düzeltsin. Ne eşyaların içine girmiş ve ne de onların içinden çıkmıştır. Dil ve damak olmadan haber verir. Alet ve işitme cihazı olmadan işitir. Konuşur, fakat laf söylemez. Korur, fakat koruyabilmek için çaba sarf etmez. İster, fakat içinden geçirmeksizin. Yumuşamadan sever ve razı olur, meşakkate girmeden, rahatsızlık duymadan ve sıkıntıya düşmeden kızar ve gazap eder. Olmasını istediği şeye “ol” der, o da oluverir; kulağa gelen sesle değil, işitilen bir nidayla da değil. Münezzeh olan Allah’ın kelamı, yarattığı ve tecessüm ettirdiği fiilidir. O’ndan önce bir şey yoktu; eğer önce olmuş olsaydı şüphesiz o da ikinci ilah olurdu.
Allah, “yokluğundan sonra oldu” diye de söylenemez. Çünkü bu durumda Allah’a, sonradan oluşmuş sıfatlar isnat edilmiş olur, Allah’la onun sıfatları arasında bir ayırım söz konusu olamaz. Aynı zamanda kendisinin, kendi sıfatlarından fazlalığı da söz konusu değildir. Aksi takdirde yapan ve yapılan eşitlenmiş, bir şeyi örneksiz yaratanla, örneksiz yaratılan şey denklenmiş olur. Allah, yaratılanları, başkasından alınmış bir örnek olmadan yaratmıştır. Mahlûkatı yaratırken yarattıklarından hiç kimseden yardım da istememiştir. Yeryüzünü yaratmış, meşgul olmadan tutmuş, bir yerde karar kılmadan sağlamlaştırmış, direksiz dikmiş, dayanaksız yükseltmiş, eğrisi-büğrüsü olmadan korumuş, paramparça olup dağılmasını engellemiş, çivilerini (dağları) sağlamlaştırmış, sıra dağları yan yana dizmiş, pınarları fışkırtmış, vadileri yarmıştır. Böylece bina ettiklerine gevşeklik ve pörsüklük yol bulmaz, kuvvetli kıldığı zayıf olmaz.
O, gücü ve azametiyle tüm mahlûkatına hâkimdir, ilmi ve marifetiyle her şeyi bilir. Celal ve izzetiyle her şeyden yücedir. İstediği hiç bir şey, O’nu aciz bırakmaz, emrinden çıkamaz ki O’na üstün gelsin. Hızlı hareket eden O’ndan kaçamaz ki, geçilebilsin. Malı olana ihtiyacı yoktur ki O’nu rızıklandırsın.
Her şey O’na boyun eğmiş, azameti karşısında küçülmüştür. Hiçbir şey O’nun saltanatından kaçıp başkasına sığınamaz ki fayda ve zararına engel olsun. O’nun hiç dengi yoktur ki O’na denk olabilsin. O’nun bir benzeri yoktur ki O’na eşit olabilsin. Mahlukatı hiç var olmamış gibi var ettikten sonra yok edecek olan O’dur. Dünyanın yaratılmasından sonra yok edilmesi, ilk defa yaratılması ve ilk defa düzene konmasından daha çok hayret edilecek bir şey değildir. Bütün hayvanlar; kuşlar, dört ayaklılar, ahırlarda veya otlaklarda otlayanlar, akıllı ve akılsız her çeşit ve sınıftan canlılar, bir sivrisineği yaratmak için birleşseler, onu yaratmaya güç yetiremezler! Onu nasıl var edeceklerine dair bir yol bulamazlar. Bunu bilmek için akılları karışır ve sapıtır. Bütün kuvvetleri aciz kalır ve tükenir. Hepsi de zelil ve yenilgiyi kabul etmiş bir şekilde bu işten vazgeçerler. O sivrisineği hiçbir zaman var edemeyecekleri için acziyetlerini itiraf ederler, onu hiç yok edemeyeceklerini de kabullenirler. Münezzeh olan Allah, dünya yok olduktan sonra hiçbir şeyle birlikte olmaksızın tek kalır. Vakit, yer, süre ve zaman olmaksızın, dünya yok olduktan sonra da var olmadan önceki gibi olur. O zaman bütün süreler ve vakitler yok olur, seneler ve saatler kaybolur, bütün işler kendisine dönen, tek ve kahhar olan Allah’tan başka hiçbir şey kalmaz. Dünya ilk yaratılışında hiç bir güce sahip olmadığı gibi, kendinin yok olmasını da engelleyemez. Eğer engellemeye gücü yetseydi ebediyeti devam ederdi.
Yapmaya koyulunca herhangi bir şeyi yapmak ona zor olmadı, bir şeyi yaratmak ona ağır gelmedi. Allah varlıkları; saltanatını güçlendirmek, yok olmaktan ve noksanlıktan korkmak, kendisine galip gelecek dengi karşısında kendilerinden yardım almak, saldıran düşman karşısında korunmak, mülkünü arttırmak, ortaklığında ortağından üstün hale gelmek ve yalnızlıktan kurtulup onlarla ünsiyet edinmek için yaratmamıştır. (hayır, o, mevcudatı bu maksatlardan hiçbiri için yaratmadı, çünkü o, mutlak manada ihtiyaçsızdır.)
Daha sonra var ettikten sonra dünyayı yok eder. Tabii ki bu yok edişi; ne dünyayı evirip çevirme veya idare etmedeki bir bıkkınlık, ne arzulayıp ulaşmak istediği rahatlık, ne de dünyanın kendisine getirdiği külfetten dolayıdır. Müddetinin uzaması O’nu usandırmaz ki hemen yok etmeye kalkışsın. Münezzeh ve yüce olan Allah, dünyayı sona erdirmeyi kendi lütfuyla düşündü, kendi iradesiyle tuttu ve kendi kudretiyle sağlamlaştırdı. Yok ettikten sonra da hiçbir şeyine ihtiyaç duymadan, yardımını ummadan; yalnızlık halinden ünsiyet haline, cehalet ve bilinçsizlik halinden ilim ve irfan haline, fakirlik ve ihtiyaç halinden zenginlik ve bolluk haline, düşkünlük ve zilletten izzet ve kudret haline geçmeyi murat etmeden, dünyayı tekrar iade edecektir.[3]
İmamet Hakkındaki Şüphelerin Giderilmesi
İmamet Hakkındaki Şüphelerin Giderilmesi
* * *
Merhum Üstad Murtaza Mutahhari’nin ifadesiyle, bu nedenledir ki yaratılmışlar Hakk’ın ayetidirler. Çünkü onun kemalinin göstergesidirler. Eğer bu hakikatler iki anlam idiyse o zaman biri, ötekinin ayet ve işareti değildi.[4] Bu bakımdan, bu bakışa, yani varlık kavramının anlam katılımı ve kanıtsal ayrışmasına göre hem Allah’ın metafizik sıfatları doğru biçimde yorumlanır, hem de bâtıl iptalden ve teşbihten kaçınılmış olur. Fakat rıza, sevgi, muhabbet, gazap, intikam, tuzak, yakınlık, konuşma, üstünlük vs. gibi insanvari sıfatlarda; etkilenebilir veya cismani olduğu vehmi uyandıran, teşbih ve şaşı bakışa ve Allah Teâlâ’nın zâtına noksanlık nispetine zemin oluşturan “arş”, “kürsü”, “el”, “cennet”, “kat” ve benzeri mensubiyetlerde “müteşabihleri muhkemlere irca ve tevil” ilkesi esasına göre, akli karine ve kitabın muhkemlerinden yardım alarak uygun tevilini bulur.
- - - - - - - - -
[1] Mesadiru Nehci’l-Belağa, c. 2, s. 475.
[2] Metinde “itret”
[3] Nehcu’l-Belağa, hutbe 186. Çeviride Kadri Çelik tercümesi esas alınmıştır.
[4] Şerh-i Mebsut-i Manzume, c. 1, s. 40.