Lübnan hükümeti ve
cumhurbaşkanlığı, Amerika’nın diktelerine teslim olarak direnişi silahsızlandırmaktan
bahsediyor ancak, öyle görünüyor ki, Lübnan tarihini ve Siyonist rejimin
saldırı ve işgallerini unutmuşlar ve eğer direniş silahları olmasaydı Lübnan'ın
bugün Filistin'e benzer bir durumda olacağını, bu ülkenin tüm topraklarının
Siyonistlerin işgali altında olacağını bilmiyorlar.,
Bugün Lübnan'daki direnişi, onun
silahlarını ve destekçilerini hedef alan komplo artık sadece savaş sonrası
dönemdeki iç güç dengelerine ilişkin siyasal hedeflere ulaşmayı amaçlayan
siyasal bir çaba olarak değerlendirilemez, aksine bu, Lübnan'ın ulusal ve
toplumsal direniş projesini baltalamak ve bu ülkeyi iktidar unsurlarından
tamamen boşaltmak için açık bir komplodur.
Lübnan Başbakanı ve
Cumhurbaşkanı'nın, ABD ve Siyonist rejimin yıkıcı planları doğrultusunda
direnişi silahsızlandırmaktan bahsetmesi, Lübnan hükümetinin içinde bulunduğu
krizin derinliğini ve gelecekteki zorluk ve tehditlere karşı planlama
eksikliğini göstermektedir. Özellikle Siyonist rejimin Lübnan topraklarına
yönelik saldırılarını sürdürmesinin ve ateşkes sağlanmasına rağmen bu ülkeyi
işgal etmesinin üzerinden aylar geçmesine rağmen, Lübnan hükümeti ve
yetkilileri bu saldırıları durdurmak için hiçbir pratik adım atmadıkları gibi,
sözlü olarak da kararlı bir tavır takınmayı başaramadılar.
Eğer Lübnan hükümeti ve
cumhurbaşkanlığı güçlü bir ülke inşa etme vaatlerine sadıklarsa, bu, düşman
saldırılarına ve işgaline şekil ve içerik olarak yanıt veren tutarlı bir ulusal
savunma projesini gerektirmektedir. Lübnan hükümetinin Hizbullah'ın silahsızlandırılması
gerektiğini vurgulayarak direnişi Lübnan ulusal çerçevesinin dışında, yasadışı
bir proje olarak göstermeye çalışması, bu ülkeyi 1980'ler öncesine döndürme
çabası anlamına gelmektedir. Direnişin ortaya çıkmasından önce, Siyonist rejimin
saldırılarına ve işgaline karşı duracak caydırıcı bir güç bulunmuyordu ve bu
ülke Siyonistlerin ve onların paralı askerlerinin işgal arenasıydı ve Beyrut
tamamen İsrail tarafından işgal edilmişti. Başka bir deyişle, direnişin
silahsızlandırılması ve Hizbullah'ın askeri yapılanmasının imha edilmesi,
Lübnan hükümetinin İsrail'in Lübnan topraklarındaki işgal ve saldırılarını
kabul edilebilir ve normal görmesi anlamına geliyor. Buna göre de direnişin
silahlarına karşı kurulan komplo, siyasi bir proje olmaktan çıkıp Lübnan'ı
bölme projesine dönüşüyor. Böyle bir durumda en olası seçeneklerden biri iç
savaşın çıkması ve ardından ABD ile Siyonist rejimin bunu ülkedeki planlarını
uygulamaya koymak için kullanmasıdır.
Burada dikkat çeken husus, Lübnan
hükümeti ve cumhurbaşkanlığının, Siyonist rejimin saldırı ve işgali ile
bunların Lübnan'daki etkilerinin ortadan kalkmasını veya azaltılmasını
beklemeden direnişin silahsızlandırılması konusunu gündeme getirmesidir.
Direnişin silahsızlandırılması ve buna çağrı yapılmasının Lübnan'a özgü bir iç
plan olmadığı, tamamen dışarıdan tasarlandığı açıktır.
ABD hükümet yetkilileri, defalarca
yaptıkları müdahaleci açıklamalar ve Lübnan'ın içişlerine müdahaleleriyle,
direnişin silahsızlanma planının arkasındaki asıl itici gücün kendileri
olduğunu ortaya koydular.
Direnişin silahlarının beyhude
olduğunu vurgulamak, direnişi Lübnan'ın yıkımının sebebi olarak göstermek, ayrıca
direnişi bu ülkede yerli bir proje değil, yabancı bir proje olarak sunmak,
Lübnan'daki tüm ABD temsilcilerinin izlediği ve izlemeye devam ettiği ortak bir
yoldur.
Güçlü bir ülke inşa etmenin yolunu
bulmak, iç bölünmeyi kabul etmeyen kapsamlı bir ulusal görevdir. Bu bağlamda,
Lübnan'ın tarihsel olarak güçlü ve bağımsız bir ülke inşa edecek temellerden
yoksun olduğunu belirtmek önemlidir. Lübnan, mezhepsel yapısına rağmen onlarca
yıldır bölgesel ve uluslararası aktörlerin, özellikle de Batı ve Amerika'nın
varlık gösterdiği bir ülke olmuştur ve Lübnan'ın köklerine zayıflık ve tefrika
tohumları ekilmiştir.
Araplar ve Siyonist rejim
arasındaki çatışma ve bunun Lübnan'daki sonuçları bağlamında, bu ülkede birbiri
ardına gelen siyasi otoriteler bu çatışmanın sonuçlarıyla başa çıkmada her
zaman başarısız oldular. Lübnan, 1948'den bu yana Filistinli mültecilerin yükünü
taşıyor ve ABD ile Siyonist rejim, Filistinli mülteci krizinin ve bunun
yarattığı ekonomik ve güvenlik sorunlarının Lübnan'da sona ermesine hiçbir
zaman izin vermedi. Nitekim ABD ve İsrail, farklı dönemlerde Lübnan'ı
Filistinli mültecilerin son ve ana karargâhı haline getirmeye ve bu
mültecilerin kademeli olarak Lübnan'da kalıcı olarak ikamet etmelerini
sağlamaya çalışmışlardır.
Siyonistler, Arap topraklarını
işgal etme projeleri doğrultusunda farklı dönemlerde Lübnan'ı defalarca işgal
edip tahrip etmişler, ancak hiçbir zaman Lübnan'da bu ülkeyi bu tehditlere
karşı savunabilecek güce sahip bir hükümet olmamıştır. Ayrıca Lübnan ordusu her
zaman Batı ve Amerika’nın yardımlarına bağımlı bir askeri kurum olmuş ve
onların emirlerini yerine getirmiştir, dolayısıyla Lübnan ordusunun istese bile
İsrail saldırılarına karşı hareket özgürlüğüne sahip olamayacağını söylemek
gerekir.
Dolayısıyla Lübnanlı yetkililer,
savaş ve barış zamanlarında doğru kararlar alabilen yetenekli bir ülke inşa
etmek istiyorlarsa, öncelikle ülkenin içsel zorlukları ve sorunlarıyla
ilgilenmelidir. Güçlü ve yetenekli bir hükümetin öncelikle tutarlı ve bütüncül bir
yapıya sahip olması gerekir. Özellikle mezhepsel yapı, idari, mali ve siyasi
yolsuzlukların oluşmasına uygun bu yapının gölgesinde güçlü bir iktidardan söz
etmek mümkün değildir.
Buna göre güçlü bir devlet kurma
projesi, çeşitli mezheplerin siyasi, mali ve idari ayrıcalıklarından
vazgeçerek, Lübnan halkının gerçek temsilini garanti altına alan bir seçim
sistemine dayalı birleşik ve medeni bir devlet inşasına doğru doğrudan hareket
etmelerini gerektiriyor. Lübnan gibi mezhepçi sisteme alışmış, içerideki
tarafların her birinin farklı yönelimleri olan bir ülkede böyle bir sürecin
hayata geçirilmesi imkânsızdır, hatta halk bile buna alışkın değildir.
Bu bağlamda en açık örnek,
Lübnan'da art arda yaşanan siyasi krizlerdir. Bunlardan en sonuncusu, Mişel
Avn'ın cumhurbaşkanlığı görevinin sona ermesinin ardından cumhurbaşkanı seçimi
krizidir ve Lübnan, iki yıldan fazla bir süre cumhurbaşkanlığı boşluğu yaşamış,
dış müdahaleler ve iç zorluklar nedeniyle cumhurbaşkanı seçememiş ve Hizbullah'ın
aldığı tedbirler ve hoşgörüsü sayesinde Joseph Avn, Hizbullah'a verdiği sözü
tutmasa da Baabda Sarayı'na (Lübnan Cumhurbaşkanlığı Sarayı) girebilmiştir.
Lübnan, mezhepsel bir yapıya sahip
Arap ülkeleri arasında hem başbakan hem de cumhurbaşkanı seçimi düzeyinde
siyasi boşluk ve krizlerin en çok yaşandığı ülke konumundadır ve bu ülkede uzun
süre ne cumhurbaşkanının ne de resmi bir başbakanın görevde olmadığı dönemler
olmuştur.
Ancak güçlü ve bağımsız bir ülke
inşa etmenin bir diğer şartı da, hiçbir dış düşünce ve dayatmaya maruz kalmadan
ülkeyi savunma sorumluluğunu üstlenebilecek güçlü bir ulusal orduya sahip
olmaktır. Yukarıda da değindiğimiz gibi, Lübnan ordusu her zaman ABD ve Batı
yardımlarına bağımlı olmuştur ve eğer Amerika yardımlarını keserse, Lübnan
ordusu ülkeyi savunmak için etkili silahlara neredeyse hiç sahip olamayacaktır
ki, Lübnan Amerika'nın şartlı yardımıyla bile Lübnan'ı savunacak durumda
değildir.
Dolayısıyla Lübnan yönetiminin
yetenekli ve bağımsız bir ülke inşa etme yönündeki vaatleri, en azından mevcut
koşullarda, ülke vatandaşlarının hiçbiri nezdinde inandırıcı değildir. Bu,
Siyonist rejimin gece gündüz Lübnan topraklarını işgal etmeye ve ihlal etmeye
devam ettiği, ülke vatandaşlarını şehit ettiği, Lübnan ordusunun veya
hükümetinin ise buna karşılık vermediği bir dönemde gerçekleşmektedir.
Lübnanlıların zihnini meşgul eden önemli
soru şu: Hizbullah son birkaç ayda, ateşkes anlaşmasına uyarak ve Lübnan
içindeki Batı yanlısı taraflara bahane vermeyerek Siyonist rejime karşı askeri
eylemden kaçınırken, Lübnan ordusu ve hükümeti İsrail’in saldırılarına ve
işgaline karşı ne yaptı?
Son olarak akla gelen bir diğer önemli soru ise şu: Lübnan Başbakanı ve Cumhurbaşkanının, Hizbullah'ı silahsızlandırarak ülkeyi güçlendirmekten kastı, Lübnan'ı ABD ve İsrail’in saldırı arenası ve iç çatışmaların merkezi haline getirmek mi?