İran’da "Ayetullah
Hamanei’nin Düşünce ve Fikirlerinde Biz ve Batı” başlıklı ulusal konferansın
arifesinde, “İmam Hamanei’nin Bakış Açısıyla Sömürgecilik Karşıtlığının Fıkhi
Temellerinin Araştırılması” konulu ilmi bir ön oturum düzenlendi.
Bu toplantıda Hüccetü’l İslam Ali
Asker Nusreti, Hüccetü’l İslam Ruhullah Şeriati ve Hüccetü’l İslam Zebihullah
Naimiyan bu alandaki görüşlerini ve ilmi verilerini sundular.
Bu toplantıda, yeni ve eski
sömürgecilik karşısında İmam Hamanei’nin fıkıh düşüncesinin çeşitli yönleri,
yabancı hâkimiyetine karşı siyasi fıkhın analizi ve İslam dünyasında Batı
etkisinin sınırlandırılmasında âlimlerin rolü değerlendirildi.
İmam Hamanei’nin açıklama ve
yazılarından alıntı yapan üstadlar, onun düşüncesindeki sömürgecilik
karşıtlığının sadece siyasi bir yaklaşım olmadığını, aynı zamanda fıkıh,
medeniyet ve Kur'an temellerinden kaynaklandığını, bu temelde İslam milletinin
kimliğini savunmanın, Batı'nın kültürel ve ekonomik egemenliğine karşı koymanın
ve ülkelerin bağımsızlığını korumanın bir görev sayıldığını vurguladılar.
Toplantının detayları şöyle:
*Hüccetü’l İslam Ali Asker
Nusreti”
Sömürgecilik karşıtlığını
özellikle fıkhi temelleri açısından ele almak istiyorsak, başlangıçta bazı
ilgili giriş kavramlarını açıklamak gerekmektedir. Sömürgeciliğin mahiyeti,
oluşum süreci, toprak nüfuzunun boyutu, etki ve hâkimiyet yöntem ve biçimleri,
gelişiminin tarihsel dönemleri, ayrıca dünyanın her yerinde ona karşı oluşmuş
tepkiler ve direnişler gibi kategorilerin incelenmesi gerekmektedir.
Geçmiş dönemlerde “sömürgecilik”
terimi açıkça kullanılmamış olabilir, ancak bunun örnekleri ve işlevleri vardı.
Sömürgecilik terimi 1950'lerden itibaren yaygınlaşmaya başladı, ancak bu olgu,
benzer içeriklerle, ondan önce kullanılmaya başlamıştı. Sömürgecilik, zayıf ve
savunmasız ülkelere karşı kullanılan bir olgudur. Bu, milletlerin toprakları,
kaynakları, siyasal egemenlikleri, insan kaynakları, kültürleri ve yaşam
biçimleri üzerinde tam bir egemenlik kurmayı amaçlayan bir olgudur. Aslında
sömürgecilik Batı kimliğinin parlamasıdır. Bu, medeniyet yolunda bir sapma
değil, Rönesans'tan itibaren Batı temellerinin doğal bir ürünüdür. Batı'nın
ürünlerini, kültürünü, medeniyetini ihraç edebilmesi için diğer topraklarda
sosyal, kültürel ve siyasal altyapı sağlaması gerekiyordu. Dolayısıyla bu
topraklara örgütlü bir şekilde sızmış ve yapıları değiştirmiştir. Kültürel
egemenlik de kendini çeşitli biçimlerde gösterdi. Yazı ve dili değiştirmek,
dini ve yaşam tarzını değiştirmek, sapkın ve yapısal mezhepler oluşturmak buna
örnektir. Sömürgeciliğin çeşitli ülkelerde ortaya çıkardığı Vahabilik,
Bahailik, Siyonizm ve diğer hareketler, zalimin işini kimsenin müdahalesi
olmadan yapabilmesi için milletleri bölmenin ve oyalamanın araçlarıydı.
Ekonomik hâkimiyet de özel anlaşmaların
imzalanması, bağımlılık yaratan yapısal reformlar, haksız yatırımlar ve tek
ürünlü ekonomik modelin dayatılması yoluyla sağlandı. Bunun en açık örneği,
görünürde refahı artırmak için uygulanan, ama aslında ulusal ekonomiyi Batı
pazarlarına daha bağımlı hale getirmeyi amaçlayan İran'daki toprak
reformlarıdır.
Sömürgecilik karşıtlığını tanımlarken,
bu kavramın yalnızca sömürgecilere karşı çıkmaktan ibaret olmadığını söylemek
gerekir. Anti-sömürgecilik, sömürgeciliğin her türlü tür ve biçimine karşı
direnmek, etki ve sonuçlarını ortadan kaldırmak, küresel güçlere karşı tam
bağımsızlık, güç ve şahsiyette gerçek eşitlik gibi göstergelerle asli kimliğe
dönmek anlamına gelir.
Sömürgeciliğe tepki olarak
dünyanın çeşitli yerlerinde çeşitli hareketler ortaya çıktı. Milliyetçi
hareketler, bağımsızlık hareketleri, petrolün millileştirilmesi hareketi,
kapitalist sistemin eleştirisinden ortaya çıkan Marksist anti-emperyalist
hareketler buna örnektir. Ancak bu hamlelerin çoğu hatalı, yanlış yönlendirici
veya aldatıcıydı. Hindistan'daki bağımsızlık hareketleri sadece siyasi veya
askeri bir hakimiyet olmayacağını söylemişler, ancak dilleri, kültürleri,
ekonomileri ve hatta hükümet ilişkileri bağımlı kalmıştır. Hatta valinin bile
İngiltere Kraliçesi tarafından seçilmesi gerekmektedir.
19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın
başlarında müstekbir güçler egemenlik yapılarını değiştirmeye ve yeniden
yapılandırmaya çalıştılar. Geleneksel sömürgeciliği terk edip yerine yeni veya
yapısal sömürgeciliği koydular. Amaç milletlerin tam bağımsızlığa doğru
kaçışını engellemekti.
Ancak İslam İnkılabı Rehberi’nin fikir
sisteminde sömürgecilik karşıtlığı çok daha geniş bir anlam taşır. İmam
Hamanei, sömürgecilik karşıtlığının yalnızca askeri veya siyasi bir çatışmadan
ibaret olmadığına, tam tersine tam bir kültürel, medeni ve kimlik hareketi
olduğuna inanmaktadır. Sömürgecilik tam bir egemenlik bulmacası yaratmıştır ve
bizim bu bulmacayı tersine çevirmemiz gerekmektedir.
Bu nedenle sömürgeciliğe karşı
mücadele, bilgi üretmekten, batı yazılımlarından kurtulmaktan, İslam İnkılabı
düzeyinde insan yetiştirmekten ve İslam İnkılabı değerlerini ihraç etmeye kadar
medeniyetin yeniden inşasını gerektirir. Temel strateji yeni bir İslam
medeniyeti inşa etmektir. İmam Hamanei burada şu aşamaları anlatmıştır: İslam İnkılabından, İslam nizamına, İslam
devletine, İslam toplumuna ve nihayetinde yeni İslam medeniyetine uzanan süreç,
gerçek anti-sömürgecilik zincirinin halkalarıdır.
Bu zincir tamamlanıp bağımsız bir
medeniyet konumuna ulaştığımızda artık medeniyetler arası etkileşimden söz
edebiliriz. İşte o aşamada “İslam kazanacak ve galip gelecek hiçbir şey İslam’ı
yenemeyecektir.”
*Hüccetü’l İslam Ruhullah
Şeriati
İlk olarak girişte birkaç noktaya
değineyim. Uzmanların bildiği gibi, bir fakihin şer-i bir hükme ulaşma sürecinde
izleyebileceği iki temel yol vardır. Bir yol, fakihin şeriatın temel kaynakları
olan Kitap, Sünnet, akıl, icma vb.'ye dayanarak doğrudan doğruya hüküm
çıkarmasıdır. Bir diğer yol da fakihin bu kaynaklardan genel bir kural
çıkarması ve bu kuralı ilgili kişiye bildirmesidir; böylece ilgili kişi konuyu
anlayıp, kuralı konuya uygulayarak şer’i bir hükme ulaşabilir.
Siyasal fıkıh alanında da bu fıkıh
dalını çeşitli konularda kullanılabilecek çok sayıda kural bulunmaktadır. Bu
iki yol arasındaki fark şudur: Birinci yolda fakih doğrudan kaynaklara
dayanarak fetva verir veya o kaynaklara dayanarak kendisinden bir davranış
çıkarır; İkinci yolda ise sunulan, aynı kaynaklardan çıkarılmış bir kuraldır ve
bunu dış meselelere uygulama görevi sorumlu kişiye bırakılmıştır.
Burada hem fakih hem de mükellef
için ilk şart, konuyu iyi anlamaktır. Meseleyi ve sonuçlarını anlamak, doğru bir
hüküm vermenin ilk şartıdır. Zira konu doğru bir şekilde tespit edilmediği
takdirde verilecek kararın hatalı olma ihtimali yüksektir. Bu nedenle konunun
doğru anlaşılmasında uzmanların rolü öne çıkmaktadır. Çünkü konuya uzmanlaşmış
bir şekilde hâkim olarak fakihlerin kuralları konuya uygulama sürecinde
yardımcı olabilirler.
Burada şunu eklemek isterim ki,
sömürgecilik gibi meselelerle karşı karşıya kalındığında, meseleyi
derinlemesine ve çok boyutlu olarak incelemek gerekir. Sömürgeciliğin,
özellikle kültürel, ekonomik ve sosyal etkileri bakımından, fıkhi açıdan
incelenmesi gereken yaygın etkileri bulunmaktadır. Bu çalışmalar arasında
milletlerin özgün kimliklerinin boşaltılması, kişiliklerinin aşağılanması,
onurlarının çiğnenmesi ve aşağılanmalar da yer almaktadır.
Fıkıhtaki şeref ve onur kuralı hem
ayetlerde hem de rivayetlerde vurgulanmaktadır. Örneğin, “…halbuki asıl güç,
izzet ve şeref Allah’a aittir, Rasûlü’ne aittir ve mü’minlere aittir…” ayeti müminlerin
ve İslam ümmetinin onurunu korumanın temel bir fıkıh ilkesi olduğunu açıkça
ortaya koymaktadır. Eğer milletlerin aşağılanması sömürgeciliğin bir sonucu
ise, aynı kural ileri sürülerek fıkhi olarak eleştirilebilir ve reddedilebilir.
Kur'an-ı Kerim, Firavun'un
hikâyesini anlatan bir ayette, milletlerin zayıflama ve aşağılanma sürecine
açıkça değinmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Şüphe yok ki Firavun, yeryüzünde yücelmişti
ve halkını bölük bölük etmişti ve onlardan bir topluluğu zayıf bir hale
getirmede, oğullarını kesmede, kadınlarını bırakmadaydı; hiç şüphe yok ki o,
bozgunculardandı. Firavun, onları zayıflatıp küçük düşürerek, o kavim üzerinde hâkimiyetinin
yolunu açmıştı.” Sömürgeciler tam da bu yaklaşımla milletleri kimlik ve
kültürel açıdan aşağılamış ve egemenliklerini pekiştirmişlerdir.
İslam İnkılabı Rehberi'nin
açıklamalarını incelediğimde çok önemli bir noktayla karşılaştım. İmam
Hamanei, İmam Ali’den (a.s) nakledilen
“İlim, onu bulanın kudretidir, kim onu elde ederse hakimiyet sahibi olur ama
her kim de onu elde edemezse başkaları ona hâkim olur ve onu aşağılar”
hadisinin tefsirinde şöyle buyurmaktadır: “Bilgisi olmayan kişi başkalarının
otoritesine itaat etmek zorunda kalır. Bu, Farsça’daki meşhur bir şiirde dile
getirilen aynı gerçektir ve şiirde şöyle geçmektedir: “Akıllı olan güçlüdür.”
İmam Hamanei’nin görüşüne göre,
Batının sömürgeciliği bilimin kullanımına dayanıyordu. Tabi burada İmam
Hamanei’nin saf ve pak bilgi ve pak olmayan bilgi arasında yaptığı ayrım çok
önemlidir. Saf ve pak bilgi, İslam medeniyetinde hakikate hizmet eden ve insanı
yüceltmeye götüren bilgidir. Fakat pak olmayan bilgi, milletleri tahakküm
altına almanın ve yağmalamanın bir aracıdır. Batı, bu kirli ilme ve tahakküm
araçlarına güvenerek ulusları sömürgeleştirmeyi, zenginliklerini yağmalamayı ve
onlara tüketim kültürünü dayatmayı başardı.
Bu açıdan bakıldığında İslami
uyanış ve bilgiye, ferasete vurgu sadece fikri açıdan değil, aynı zamanda fıkıh
açısından da önemlidir. Milletleri kimliklerinden yoksun bırakmak, halkları
aşağılamak, kukla yöneticiler getirmek, hepsi de fıkhi açıdan eleştirilebilecek
sömürgecilik yöntemleridir.
İmam Ali (a.s) Malik Eşter'e
yazdığı tarihî mektupta şöyle buyurmaktadır: “İnsanlar ya senin din kardeşindir
ya da yaratılışta seninle eşittir.” Oysa sömürgeciler halka saygı
göstermedikleri gibi, daha fazla egemenlik kurmak için halkın başına beceriksiz
yöneticiler geçirdiler.
Sömürgeciliğin fıkhi eleştirisinde
önemli bir diğer eksen de sömürgeciliğin milletler üzerindeki zulümdür.
Seçkinlerin ve âlimlerin hayatlarının ellerinden alınmasından, ekonomik
kaynakların ve servetlerin yağmalanmasına kadar hepsi zulmün örnekleridir. Kur’an-ı
Kerim’deki “Ne zulmediniz nede zulme uğrayınız” gibi çok sayıda ayet ve İmam
Ali’nin (a.s) zalime karşı koymanın gerekliliğine ilişkin açıklamaları,
sömürgecilikle mücadele etmenin gerekliliğini açıkça ortaya koymaktadır.
“Size ne oluyor da, Allah yolunda
ve “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize
bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf ve
zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” ayeti
de müminleri zulme karşı ayağa kalkmaya ve mazlumları kurtarmaya açıkça
çağırmaktadır. Dolayısıyla İslami gayret, mazlumdan yana olma, mazlumlara
yardım etme ve Müslümanların bağımsızlığı gibi kavramlar sömürgeciliğe karşı
direniş fıkhının temel unsurlarıdır.
Sömürgecilik iki biçimde ortaya
çıkmıştır: Savaş ve şiddet yoluyla egemen olan eski sömürgecilik ve ulusları
politik, ekonomik, kültürel egemenlik gibi yazılım araçlarıyla boyunduruk
altına alan neo-sömürgecilik. Her ikisine karşı da çok sayıda fıkıh kuralı
zikredilebilir.
Bu kurallardan bir de Nisa Suresi
141. ayette zikredilen “yolu ortadan kaldırma” kuralıdır ve şöyle
buyurmaktadır: “…Allah, kıyamet günü aranızda hükmünü verecektir. Allah,
mü’minlerin aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermeyecektir.”
Bu kural bireysel, toplumsal ve
uluslararası düzeyde geçerlidir. Hatta fakihler, Müslüman bir kadının
gayrimüslim bir erkekle evlenmesinde de aynı kurala dayanmışlardır. Bu kural,
toplumsal ve uluslararası boyutta da Müslüman olmayanların Müslümanlar
üzerindeki hâkimiyetini engeller.
Bunun tarihi bir örneği Osmanlı
döneminde yaşanmıştır. Irak'ta İngilizler, Müslümanlara bir gayrimüslim
dayatmış, Şii âlimler de bu kuralı öne sürerek tepki göstermiş ve reform
çağrısında bulunmuşlardır. Ayrıca uluslararası örgütlerin ülkelerin ekonomileri
ve kültürleri üzerindeki hâkimiyeti de bu hukuk kuralı açısından sorunludur.
“İslam'ın üstünlüğü” ilkesine de
dikkat edilmelidir. “İslam üstündür ve onun üstünde kimse yoktur.” Bu kural,
İslam'ın üstün bir konuma getirilmesi gerektiği anlamına gelir. Çünkü o, ilahi
bir dindir ve varlığın mutlak sahibi de Yüce Allah'tır. Dolayısıyla hiçbir
ekonomik veya siyasal sistem vs. ona egemen olmamalıdır.
Müslümanların izzet ve onurunu
koruma kuralı da temel bir kuraldır. Rivayetlerde Allah’u Teala'nın mümine tüm
işlerde yetki verdiği, ancak kendisini küçük düşürme yetkisinin ona ait
olmadığı bildirilmektedir. Eğer bir mümin kendi şahsiyetini aşağılama hakkına
sahip değilse, o zaman başta bir İslam milleti onurunu kaybetmemelidir.
Dolayısıyla toplumun bütün kesimlerinin, hem halkın, hem de yöneticilerin,
İslam'ın izzetini korumak için çaba sarf etmesi gerekmektedir.
*Hüccetü’l İslam Zebihullah
Naimiyan
Sömürgecilik, insanlık tarihinde
çok eskilere dayanan bir olgudur ve bunun en belirgin sembollerinden birini
Haçlı Seferleri'nde görebiliriz. Yaklaşık iki yüz yıl süren savaşlar,
Hıristiyan Batı'nın İslam dünyasına karşı sekiz büyük seferi, çeşitli iniş
çıkışları da beraberinde getirmiştir. Öte yandan, hem Şii hem de Sünni İslam
dünyasının âlimleri, sömürgecilikle mücadele alanında ciddi rol
üstlenmişlerdir.
Bu medeniyet ve fıkıh meselesini
ele alırken, bazı tartışmalar Şii âlimlerin rolüne daha fazla odaklanmamızı gerektirse
de, Sünni âlimlerin tutum ve eylemlerini de vurgulamayı ihmal etmemeliyiz. Her
ne kadar Mısır Darüliftası, ismini zikretmeden çelişkili bir tavır takınsa da İslam
Dünyası Âlimler Birliği'nin son aylarda yayınladığı 16 eksenli fıkıh
bildirgesi, Sünni ulema ile sömürgecilik arasındaki fikri ve fıkıh çatışmasının
tam bir tezahürüydü.
Tarihsel olarak sömürgeciliğin
ortaya çıkışının kökenlerine baktığımızda, bu olgunun yalnızca askeri olarak
değil, aynı zamanda siyasal, ekonomik ve kültürel boyutlarda da genişlediğini
görürüz. Bu gerçeği fark eden İslam âlimleri, bütün bu alanlarda tahakkümle mücadeleye
başlamışlardır. Bu tür çatışmanın en belirgin örneğini, Batı sömürgeciliğiyle
daha doğrudan bir çatışma yaşayan ve hatta Avrupa ve Afrika'nın bazı
bölgelerini fetheden Osmanlı döneminde görebiliriz. Ancak bu imparatorluk da nihayetinde
sömürgeciliğin siyasi ve askeri baskıları altında dağılmış ve iki yüzyıl boyunca
sayısız yenilgiye uğramıştır.
Şii ulema arasında da özellikle
Rusya'nın İran'a saldırması ve bunun sonucunda cihat fetvalarının verilmesi ve
büyük âlimlerin cihat risaleleri yazmasıyla birlikte dört önemli mücadele alanı
gözlemlenmektedir. Bu karşı karşıya geliş, masum bir imamın veya tüm şartlara
sahip bir müçtehidin varlığı olmaksızın cihat fetvası isteme noktasına kadar
vardı. Merhum Mirza Kumi de bu durumda artık söz konusu şartlara gerek
kalmadığını açıklamıştır.
Uluslararası İslam alanında da
Necef âlimleri, İtalya’nın 1911’de Libya’yı, Rusya’nın da 1912’de Kuzey İran’ı
işgaline ciddi tepki göstermişler ve Osmanlı hükümeti de bu tutumları
memnuniyetle karşılamıştır. Mısır da bundan yaklaşık 220 yıl önce işgalcilerin ve
sömürgecilerin saldırısına uğramıştı. Sömürgeciliğin coğrafi kapsamı genel
olarak doğuda Endonezya'dan başlayıp, batıda Afrika Boynuzu'na ve hatta Avrupa'ya
kadar uzanıyordu.
Bu yolda askeri tahakkümle
mücadele etmek hikâyenin sadece bir parçasıdır. Âlimler de siyasi, ekonomik ve
kültürel tahakküme karşı aktif bir şekilde karşı çıkmışlardır. Siyasal tahakküm
alanında ülkelerin siyasal ve güvenlik bağımsızlığını savunmak onların önde
gelen görevlerinden biriydi. Meşrutiyet döneminde ve hatta öncesinde İran ile
Rusya arasında yaşanan iki büyük savaşta yaşanan âlim çatışmaları bu çabanın en
belirgin örnekleridir. Merhum Mirza Kumi, Molla Ahmed Naraki, Mir Muhammed
Hüseyin Sultan’ul-Ulema, Molla Ali Ekber İsfahani ve Ağa Seyyed Ali Tabatabai
gibi büyük âlimler bu konuda çok sayıda cihat hükmü çıkarmış ve zengin içeriğe
sahip risaleler yazmışlardır.
Hükümetlerin ulusal kimliklerini
kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu durumlarda bile, âlimler işgal
edilen toprakların geri alınması için pratik adımlar atılmasını talep etmek
üzere türbelere temsilciler gönderdi. Âlimlerin katılımı sadece İran ile
sınırlı kalmadı. Ömer Muhtar, sufi eğilimlerine rağmen Libya'da sömürgeciliğe
karşı mücadelede ön saflarda yer almış, hatta kurtarılan bölgelerin idaresinde
rol oynamıştır.
Hint alt kıtasında Şii ve Sünni âlimler
de İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadelede rol oynadılar. İngiliz
sömürgeciliği Hindistan'a yalnızca askeri tahakküm yoluyla değil, aynı zamanda
kültürel ve elit yapılarla da büyük bir işgal düzenledi. Mevcut egemenliğin ve
siyasal yapının sürdürülmesi, kimi zaman bazı aydınların reformist veya
devrimci düşünceleriyle çatışıyordu. Mesela Seyyid Cemaleddin Esedabadi, Necef
ulemasını Nasreddin Şah'ın zulmüne karşı harekete geçirmeye çalışmıştır. Ancak
Mirza Şirazi gibi âlimler, sömürgeciliğin gizli katmanlarını ve yukarıdan gelen
siyasi değişimlerin olası sonuçlarını anladıkları için, Şah'ın devrilmesi ve
yerine başkasının getirilmesi önerisini kabul etmemişlerdir.
Nasıreddin Şah döneminde,
zayıflıklarına rağmen Batı kültürel etkisine karşı bir duyarlılık da vardı. Nasıreddin
Şah, Dar’ün Fonun'u ziyareti sırasında öğrencilerin Fransızca yaptıkları
tartışmaların hükümete karşı olma ve yabancılara destek verme etrafında
döndüğünü fark edince, bu tür toplantıların bir daha yaşanmaması için harekete
geçti.
Ancak sömürgeci kültürel etki
sadece dil veya eğitimle sınırlı değildi. Etkili bir araç olarak Masonluk bu
dönemde önemli bir rol oynamıştır. Masonlar, İslam toplumlarının siyasi,
kültürel ve ekonomik elitlerini yöneterek, İslam toplumlarının yönetiminde
sömürgeciliğin elini uzatmışlardır. Bunlardan biri de Feth Ali Şah döneminde İran
dışişleri bakanının Rusya'ya giderek Masonluğa üye olması ve Doğu Hindistan
Şirketi'nden para almasıdır.
Anayasada da bazı siyasetçilerin Batı
büyükelçilikleriyle, özellikle de İngiltere ve Fransa'nın büyükelçilikleriyle
bağlantılarını gösteren açık belgeler yer alıyor. Nasıreddin Şah'ın damadının
evindeki Masonluk belgeleri İngiliz büyükelçiliğine gönderiliyordu.
Şii ve Sünni âlimlerin
sömürgeciliğe karşı mücadeledeki rollerinin yalnızca askeri cihat fetvaları
vermekle sınırlı olmadığı, bilakis siyasi bağımsızlığın korunması, sömürgeci
antlaşmalara karşı çıkılması, bağımlı elitlerin nüfuzuna karşı çıkılması ve
İslam dünyasının kültürel ve medeniyet kimliğinin korunması noktasında ciddi ve
etkili bir rol oynadıkları açıkça görülmektedir. Bu, bugün yeni sömürgeci
projelere karşı yeniden yorumlanması ve değerlendirilmesi gereken bir roldür.