Böylesi bir şeyin mümkün olup olmamasından ayrı olarak, bu
meselenin gündeme getirilmesi ve sonrasında yaşanan gelişmeler ciddi bir
tartışma konusudur. Bu tür konulara girmeden önce hepimiz gördük ki
Amerikalılar dünyanın her yerinde, özellikle de bölgede askeri üslerini
artırmaya ve bölgeye asker sevk etmeye önem veriyor. Bu da bize, bir ülkenin
milli güvenliği ve gelişme vizyonu açısından askeri güce sahip olmanın ne kadar
önemli ve vazgeçilmez olduğunu gösteriyor. Ancak istikbar düzeninin bakış
açısına göre bu güç sadece onların tekelinde olmalı, diğerleri ise yalnızca bu
gücün hedefi olmalıdır.
Dolayısıyla Amerika’nın mutlak hakimiyetini pekiştirmek
için, diğerlerinin ona karşı koyacak hiçbir gücünün olmaması gerekir. İdeolojik
farklılıklar önemsizdir, yalnızca bir ülkenin coğrafyası direniş ve güç izleri
taşıyorsa, o ülke saldırıya uğramalı, tüm yetenekleri elinden alınmalı ve
tamamen pasif hale getirilmelidir. Öyle ki bu ülkenin geleceğinde veya
vizyonunda hiçbir güç ve direnç emaresi kalmamalıdır.
Suriye’ye bakın; bu ülke son zamanlarda siyonist İsrail
rejimine karşı sınırlı hava savunma hamlelerinde bulunuyordu. Ardından
direnişle özdeşleşmiş hükümeti, dış bir komplonun ve kendi basiretsizliğinin
gölgesinde devrildi. Çok ağır saldırıların hedefi oldu ve iki gün önce
yayınlanan güvenilir bir istatistik, Suriye’nin askeri ve güvenlik altyapısının
%95’inin çöktüğünü ortaya koydu. Bunun ardından, Suriye’nin parçalanması ve
güçlü bir merkezi hükümetin kurulmasının engellenmesi, Amerikan-İsrail
cephesinin gündeminde yer aldı. Bu şekilde, İsrail rejiminin yayılmacılığına ve
saldırganlığına şimdi ve gelecekte hiçbir engel kalmasın istiyorlar.
Bu, Batılıların İslam dünyasıyla yüzleşme stratejilerinde
bilinen bir politikadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çökertilmesi ve geniş
topraklarının parçalara ayrılması da bu amaçla yapılmıştır. Belgeler ve
Batı’nın uygulamaları gösteriyor ki, o tarihten beri Batı, İslam dünyasında
hiçbir güçlü yapının ortaya çıkmaması için kararlıdır. Bu, zamanla Batı’nın
İslam dünyasındaki en önemli “kırmızı çizgisi” haline gelmiştir.
Ancak son yüzyılda, bölgenin durumu dalgalı bir seyir
izlemiştir. Bugün düşmanlar, Lübnan ve Irak’taki direniş unsurlarının ve hatta
İran İslam Cumhuriyeti’nin bazı temkinli tutumlarını zayıflık olarak
yorumlamakta ve bu sebeple onları silahsızlandırmak için baskılarını
artırmaktadır. Böylelikle bu karanlık durumu gerçekleştirme umudunu daha fazla
taşımaktadırlar.
Bu da bize gösteriyor ki, İran’ın mevcut gücünün ve direniş
cephesinin gücünün korunması ve mümkün olduğunca artırılması zaruridir. 2011
yılından itibaren Suriye, Irak ve bazı diğer ülkelerde ortaya çıkan dalgaları
ve son 15 yıllık gelişmeleri incelediğimizde, bu olaylardan çıkardığımız ilk
ders, sadece güce sahip olunarak sömürgeci ve terörist yıkıcı dalgalardan sağ
çıkılabileceğidir.
Ama bu gelişmelerin başka önemli bir dersi daha vardır:
Direnişin bölgedeki ve her bir ülkedeki gerçek potansiyel gücü. Bazı ülkelerde
bu direniş bilinen bir yapı ve örgüt haline dönüşmüştür. Bazı ülkelerde ise bu
potansiyel olmasına rağmen henüz örgütlü ve yapısal bir hale gelmemiştir. Bu
potansiyellerin örgütlü yapılara dönüştürülmesi zor bir iş değildir ve bu
kolaylık, Amerika ve Siyonist rejim için ciddi bir endişe kaynağı olmuştur.
Mesela, 1982 yılında Fethi Şikaki'nin önderliğinde
Filistin'de İslami Cihad'ın kurulması ya da altı yıl sonra 1988'de Şeyh Ahmed
Yasin'in liderliğinde devrimci Hamas hareketinin ortaya çıkması, klasik askeri
yapılar oluşturmanın zorluklarına karşın, toplumsal yapılar kurmanın ne kadar
kolay olduğunu açıkça göstermiştir. Aynı tecrübe Yemen'de de yaşanmıştır. Bugün
İslam düşmanlarının gözünde diken haline gelen Yemen’deki bu devrimci hareket,
2003 yılında yani bundan yaklaşık 22 yıl önce kendi güçlerini bile savunacak kapasitede
değildi. O yıl, Ali Abdullah Salih’in ordusu, Katar’ın istihbarat desteğiyle o
dönemde “Husiler” olarak bilinen Ensarullah güçlerini sığındıkları Merran
dağlarında şehit etmeyi başardı. Bugün ise aynı küçük grup, yalnızca Ali
Abdullah Salih ve Selman bin Abdülaziz’in ordularını 2003-2009 yılları arasında
mağlup etmekle kalmadı, 8 yıllık bir savaştan da zaferle çıktı ve son bir yıl
içinde ABD ve siyonist İsrail rejimiyle de karşı karşıya geldi.
Bölgedeki bu direniş güçleri, çeşitli yerlerde darbeler
alsalar da ve genellikle düşmanın ileri teknolojisine ve özel durumlarına karşı
kendilerini savunmakta zorlanıyor olsalar da, düşmanlarına öyle darbeler
vurabiliyorlar ki düşmanlar bir daha üstün gelme fikrini akıllarından
çıkarıyorlar.
Lübnan’daki Hizbullah, 33 günlük savaşın öncesindeki ilk
saldırılarda İsrail rejimini ciddi biçimde zor durumda bıraktı. Sonrasında
savaş başladı ve Lübnan direnişi bu savaşın bedelini can kaybı ve yapıların
yıkılması şeklinde ödedi. Bu savaşın ardından altı yıl geçmeden Hizbullah, 2006
savaşından daha büyük, daha uzun ve daha karmaşık bir savaşa girdi. Bu savaş,
Lübnan sınırlarının dışında altı ila yedi yıl sürdü ve Hizbullah zaferle geri
döndü. Beş yıl sonra Gazze’yi savunmak için yeniden sahneye çıktı. 2012-2018
yılları arasındaki Suriye savaşında Hizbullah’ın aldığı yaralar, 2006 yaz
savaşındakinden katbekat fazlaydı. Suriye’deki çatışmalar sona erer ermez, bir
kez daha İsrail’e karşı savaşa ve mazlum Gazze halkını savunmaya gönüllü oldu.
İlginçtir ki, Hizbullah ne zaman düşmanla zorlu ve maliyetli
bir çatışmaya girse, sonrasında mutlaka iç krizlerle yüzleşmiştir. 2000 yılında
İsrail’e karşı kesin bir zafer kazandıktan sonra, Lübnan’ın sevilen başbakanı
Refik Hariri’nin suikasta kurban gitmesiyle büyük bir fitneyle karşılaştı. Bu
fitne, Suriye ordusunun 15 yılı aşkın bir süredir resmi olarak bulunduğu
Lübnan’dan ayrılmasına sebep oldu. Bu dönemde Hizbullah suçlama belgeleriyle
köşeye sıkıştırıldı. 33 günlük savaşın ardından tarihi bir zafer elde eden
Hizbullah, yine bir iç krizle karşı karşıya kaldı. Lübnan bu dönemde neredeyse
tamamen ikiye bölündü. Büyük kısmı (14 Mart Hareketi) Arap ve Batı ülkeleri
tarafından desteklenen Hizbullah muhaliflerinden oluşuyordu. 2024 yılında
İsrail'in kara saldırısına karşı kazandığı zaferin ardından, Hizbullah bir kez
daha iç krizle boğuşmak zorunda kaldı ve hâlen bu süreci yaşamaktadır.
Hizbullah, tüm bu süreçlerde gerçek sahada güçlü olarak
görülmüş ve gücü kabul edilmiştir; ancak gerçek olmayan ortamda zayıf hatta çok
zayıf olarak gösterilmiş ve gücü inkâr edilmiştir. Ancak tecrübeli biri bilir
ki Hizbullah klasik bir ordu değildir; düşmana karşı güçlerini koruyamaz. Bu
nedenle şehit verir, yapıları yıkılır, her zaman böyle olmuştur. Güney
Beyrut’taki Dahiye semti, yıkım görüntüleriyle insanı hüzünlendirse de, bu
durumu şimdi altıncı kez yaşamaktadır. Bu nedenle, sadece görüntülerle bir
hareketin ya da ülkenin mevcut durumu ve geleceği değerlendirilemez.
Kesin olan bir şey varsa o da Hizbullah’ın İsrail rejimiyle
geçtiğimiz bir yıl ve birkaç aylık ağır savaşının ardından kendini toparlama
sürecine ihtiyaç duyduğudur. Geçmiş savaşlarda bu toparlanma süreci 4 ila 7 yıl
sürmüşse de, son savaşta gösterdiği yüksek güçten ötürü bu süre birkaç aya
inmiştir. Hizbullah içinden gelen haberler, geçen yılki olaylarda ciddi zarar
gören örgütsel yapının yeniden inşa edildiğini, askeri durumun tamamen
yenilendiğini, silahların hem güncellendiğini hem de çeşitlendirildiğini
göstermektedir. Ancak siyasi anlamda yeniden yapılanma, endişeleri giderecek seviyeye
ulaşmamıştır. Hizbullah, Lübnan’da cumhurbaşkanı, başbakan ve kabine
seçimlerine katılarak, Suriye ve Gazze’ye verdiği destekten ötürü sorgulanan
Lübnan kimliğini açıkça ortaya koymuştur. Ancak Hizbullah’ın iç muhalifleri boş
durmamaktadır. Onlar, Hizbullah’ın zayıflık döneminden kalıcı bir atmosfer
oluşturmak ve böylece Lübnan’da üstün bir örgütün varlığından ebediyen
kurtulmak istiyorlar. Oysa dikkatli baksalar, bu ara bulucu ve güvenilir gücün
zayıflatılmasının kendi lehlerine olmadığını göreceklerdir.
Bugün Hizbullah’ın söylemi şudur: Çok güzel, Hizbullah’ın
silah bırakmasından bahsedenler, İsrail’in her gün Lübnan topraklarına yönelik
saldırılarına karşı ne planları olduğunu açıklasınlar. Hizbullah’ın silahına
ihtiyaç yok diyenler, Lübnan’ın güvenliğini savunmak için gerçek bir çözüm
önerisi sunsunlar. Dün bile, direnişin bir üyesi Lübnan parlamentosunda yaptığı
açıklamada, Hizbullah’ın “ulusal diyalog” toplantılarına katılmaya hazır
olduğunu duyurdu. Bu diyaloglarda Hizbullah’ın ilk sorusu şu olacaktır: Direniş
olmazsa, ne olur? Lübnan’da ya da daha geniş coğrafyada bu soruya kabul
edilebilir bir cevap verebilecek kimse var mı?
İsrail rejiminin saldırılarına karşı yeniden askeri cepheye
dönmek için Hizbullah’ın bu toparlanma dönemine ihtiyacı var; böylece Lübnan’ın
toprağını, havasını ve halkını savunmak için saldırılara başladığında, bu
eylemi her zamanki gibi tüm kesimlerin ortak desteğiyle gerçekleşebilsin.
Aynı durum direniş cephesinin diğer unsurları için de
geçerlidir. Direnişin silahsızlandırılmasını savunan ya da destekleyenler,
acaba buna karşılık geçerli bir çözüm önerisine sahipler mi? Direnişin
silahsızlandırılması durumunda, Filistin ve Filistinlileri kim savunacak?
Irak’ı defalarca uçurumun kenarına getiren komplolara karşı, bu ülkeyi kim koruyacak?
Suriye silahsızlandırıldıktan sonra, bu ülkeyi İsrail saldırılarına karşı kim
savunacak? Afganistan’da… Pakistan’da… hatta İran’da kim savunacak?
Dolayısıyla, düşmanın bugün kesin bir çözüm olarak sunduğu “direnişin silahsızlandırılması” stratejisi, mantıksal, fıtri ve pratik olarak bölge halklarının direnişiyle karşılaşmakta ve kesinlikle başarıya ulaşamayacaktır.