Direnişin Silahsızlandırılmasındaki İç Engeller

GİRİŞ: 13.04.2025 10:41      GÜNCELLEME: 13.04.2025 10:41
Rasthaber -  Bugün düşmanların direniş cephesinin tüm unsurlarıyla ilgili kullandığı söylem “silahsızlandırma” üzerinedir. Trump, İran İslam Cumhuriyeti'ne yazdığı mektupta açıkça “etkili bir silahsızlandırma”dan bahsetmiştir. Lübnan’da, ABD’nin özel temsilcisi ve ona bağlı gruplar Hizbullah’ın silahsızlandırılmasından söz etmektedir. Irak’ta Haşdi Şabi’nin dağıtılmasından ve aslında direnişin silahsızlandırılmasından söz ediliyor. Suriye’de askeri altyapısının büyük kısmı hedef alınmış ve silahsızlandırılması amaçlanmıştır. Gazze’de ise ateşkesin şartı olarak direnişin silahsızlandırılmasından bahsedilmektedir. Hatta Afganistan’da bile silahsızlandırma gerekliliği gündeme gelmiş, Yemen’de ise Amerikalılar sürekli saldırılarla bu ülkenin askeri altyapısını tamamen yok etmeye çalışmaktadır.

Böylesi bir şeyin mümkün olup olmamasından ayrı olarak, bu meselenin gündeme getirilmesi ve sonrasında yaşanan gelişmeler ciddi bir tartışma konusudur. Bu tür konulara girmeden önce hepimiz gördük ki Amerikalılar dünyanın her yerinde, özellikle de bölgede askeri üslerini artırmaya ve bölgeye asker sevk etmeye önem veriyor. Bu da bize, bir ülkenin milli güvenliği ve gelişme vizyonu açısından askeri güce sahip olmanın ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu gösteriyor. Ancak istikbar düzeninin bakış açısına göre bu güç sadece onların tekelinde olmalı, diğerleri ise yalnızca bu gücün hedefi olmalıdır.

Dolayısıyla Amerika’nın mutlak hakimiyetini pekiştirmek için, diğerlerinin ona karşı koyacak hiçbir gücünün olmaması gerekir. İdeolojik farklılıklar önemsizdir, yalnızca bir ülkenin coğrafyası direniş ve güç izleri taşıyorsa, o ülke saldırıya uğramalı, tüm yetenekleri elinden alınmalı ve tamamen pasif hale getirilmelidir. Öyle ki bu ülkenin geleceğinde veya vizyonunda hiçbir güç ve direnç emaresi kalmamalıdır.

Suriye’ye bakın; bu ülke son zamanlarda siyonist İsrail rejimine karşı sınırlı hava savunma hamlelerinde bulunuyordu. Ardından direnişle özdeşleşmiş hükümeti, dış bir komplonun ve kendi basiretsizliğinin gölgesinde devrildi. Çok ağır saldırıların hedefi oldu ve iki gün önce yayınlanan güvenilir bir istatistik, Suriye’nin askeri ve güvenlik altyapısının %95’inin çöktüğünü ortaya koydu. Bunun ardından, Suriye’nin parçalanması ve güçlü bir merkezi hükümetin kurulmasının engellenmesi, Amerikan-İsrail cephesinin gündeminde yer aldı. Bu şekilde, İsrail rejiminin yayılmacılığına ve saldırganlığına şimdi ve gelecekte hiçbir engel kalmasın istiyorlar.

Bu, Batılıların İslam dünyasıyla yüzleşme stratejilerinde bilinen bir politikadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çökertilmesi ve geniş topraklarının parçalara ayrılması da bu amaçla yapılmıştır. Belgeler ve Batı’nın uygulamaları gösteriyor ki, o tarihten beri Batı, İslam dünyasında hiçbir güçlü yapının ortaya çıkmaması için kararlıdır. Bu, zamanla Batı’nın İslam dünyasındaki en önemli “kırmızı çizgisi” haline gelmiştir.

Ancak son yüzyılda, bölgenin durumu dalgalı bir seyir izlemiştir. Bugün düşmanlar, Lübnan ve Irak’taki direniş unsurlarının ve hatta İran İslam Cumhuriyeti’nin bazı temkinli tutumlarını zayıflık olarak yorumlamakta ve bu sebeple onları silahsızlandırmak için baskılarını artırmaktadır. Böylelikle bu karanlık durumu gerçekleştirme umudunu daha fazla taşımaktadırlar.

Bu da bize gösteriyor ki, İran’ın mevcut gücünün ve direniş cephesinin gücünün korunması ve mümkün olduğunca artırılması zaruridir. 2011 yılından itibaren Suriye, Irak ve bazı diğer ülkelerde ortaya çıkan dalgaları ve son 15 yıllık gelişmeleri incelediğimizde, bu olaylardan çıkardığımız ilk ders, sadece güce sahip olunarak sömürgeci ve terörist yıkıcı dalgalardan sağ çıkılabileceğidir.

Ama bu gelişmelerin başka önemli bir dersi daha vardır: Direnişin bölgedeki ve her bir ülkedeki gerçek potansiyel gücü. Bazı ülkelerde bu direniş bilinen bir yapı ve örgüt haline dönüşmüştür. Bazı ülkelerde ise bu potansiyel olmasına rağmen henüz örgütlü ve yapısal bir hale gelmemiştir. Bu potansiyellerin örgütlü yapılara dönüştürülmesi zor bir iş değildir ve bu kolaylık, Amerika ve Siyonist rejim için ciddi bir endişe kaynağı olmuştur.

Mesela, 1982 yılında Fethi Şikaki'nin önderliğinde Filistin'de İslami Cihad'ın kurulması ya da altı yıl sonra 1988'de Şeyh Ahmed Yasin'in liderliğinde devrimci Hamas hareketinin ortaya çıkması, klasik askeri yapılar oluşturmanın zorluklarına karşın, toplumsal yapılar kurmanın ne kadar kolay olduğunu açıkça göstermiştir. Aynı tecrübe Yemen'de de yaşanmıştır. Bugün İslam düşmanlarının gözünde diken haline gelen Yemen’deki bu devrimci hareket, 2003 yılında yani bundan yaklaşık 22 yıl önce kendi güçlerini bile savunacak kapasitede değildi. O yıl, Ali Abdullah Salih’in ordusu, Katar’ın istihbarat desteğiyle o dönemde “Husiler” olarak bilinen Ensarullah güçlerini sığındıkları Merran dağlarında şehit etmeyi başardı. Bugün ise aynı küçük grup, yalnızca Ali Abdullah Salih ve Selman bin Abdülaziz’in ordularını 2003-2009 yılları arasında mağlup etmekle kalmadı, 8 yıllık bir savaştan da zaferle çıktı ve son bir yıl içinde ABD ve siyonist İsrail rejimiyle de karşı karşıya geldi.

Bölgedeki bu direniş güçleri, çeşitli yerlerde darbeler alsalar da ve genellikle düşmanın ileri teknolojisine ve özel durumlarına karşı kendilerini savunmakta zorlanıyor olsalar da, düşmanlarına öyle darbeler vurabiliyorlar ki düşmanlar bir daha üstün gelme fikrini akıllarından çıkarıyorlar.

Lübnan’daki Hizbullah, 33 günlük savaşın öncesindeki ilk saldırılarda İsrail rejimini ciddi biçimde zor durumda bıraktı. Sonrasında savaş başladı ve Lübnan direnişi bu savaşın bedelini can kaybı ve yapıların yıkılması şeklinde ödedi. Bu savaşın ardından altı yıl geçmeden Hizbullah, 2006 savaşından daha büyük, daha uzun ve daha karmaşık bir savaşa girdi. Bu savaş, Lübnan sınırlarının dışında altı ila yedi yıl sürdü ve Hizbullah zaferle geri döndü. Beş yıl sonra Gazze’yi savunmak için yeniden sahneye çıktı. 2012-2018 yılları arasındaki Suriye savaşında Hizbullah’ın aldığı yaralar, 2006 yaz savaşındakinden katbekat fazlaydı. Suriye’deki çatışmalar sona erer ermez, bir kez daha İsrail’e karşı savaşa ve mazlum Gazze halkını savunmaya gönüllü oldu.

İlginçtir ki, Hizbullah ne zaman düşmanla zorlu ve maliyetli bir çatışmaya girse, sonrasında mutlaka iç krizlerle yüzleşmiştir. 2000 yılında İsrail’e karşı kesin bir zafer kazandıktan sonra, Lübnan’ın sevilen başbakanı Refik Hariri’nin suikasta kurban gitmesiyle büyük bir fitneyle karşılaştı. Bu fitne, Suriye ordusunun 15 yılı aşkın bir süredir resmi olarak bulunduğu Lübnan’dan ayrılmasına sebep oldu. Bu dönemde Hizbullah suçlama belgeleriyle köşeye sıkıştırıldı. 33 günlük savaşın ardından tarihi bir zafer elde eden Hizbullah, yine bir iç krizle karşı karşıya kaldı. Lübnan bu dönemde neredeyse tamamen ikiye bölündü. Büyük kısmı (14 Mart Hareketi) Arap ve Batı ülkeleri tarafından desteklenen Hizbullah muhaliflerinden oluşuyordu. 2024 yılında İsrail'in kara saldırısına karşı kazandığı zaferin ardından, Hizbullah bir kez daha iç krizle boğuşmak zorunda kaldı ve hâlen bu süreci yaşamaktadır.

Hizbullah, tüm bu süreçlerde gerçek sahada güçlü olarak görülmüş ve gücü kabul edilmiştir; ancak gerçek olmayan ortamda zayıf hatta çok zayıf olarak gösterilmiş ve gücü inkâr edilmiştir. Ancak tecrübeli biri bilir ki Hizbullah klasik bir ordu değildir; düşmana karşı güçlerini koruyamaz. Bu nedenle şehit verir, yapıları yıkılır, her zaman böyle olmuştur. Güney Beyrut’taki Dahiye semti, yıkım görüntüleriyle insanı hüzünlendirse de, bu durumu şimdi altıncı kez yaşamaktadır. Bu nedenle, sadece görüntülerle bir hareketin ya da ülkenin mevcut durumu ve geleceği değerlendirilemez.

Kesin olan bir şey varsa o da Hizbullah’ın İsrail rejimiyle geçtiğimiz bir yıl ve birkaç aylık ağır savaşının ardından kendini toparlama sürecine ihtiyaç duyduğudur. Geçmiş savaşlarda bu toparlanma süreci 4 ila 7 yıl sürmüşse de, son savaşta gösterdiği yüksek güçten ötürü bu süre birkaç aya inmiştir. Hizbullah içinden gelen haberler, geçen yılki olaylarda ciddi zarar gören örgütsel yapının yeniden inşa edildiğini, askeri durumun tamamen yenilendiğini, silahların hem güncellendiğini hem de çeşitlendirildiğini göstermektedir. Ancak siyasi anlamda yeniden yapılanma, endişeleri giderecek seviyeye ulaşmamıştır. Hizbullah, Lübnan’da cumhurbaşkanı, başbakan ve kabine seçimlerine katılarak, Suriye ve Gazze’ye verdiği destekten ötürü sorgulanan Lübnan kimliğini açıkça ortaya koymuştur. Ancak Hizbullah’ın iç muhalifleri boş durmamaktadır. Onlar, Hizbullah’ın zayıflık döneminden kalıcı bir atmosfer oluşturmak ve böylece Lübnan’da üstün bir örgütün varlığından ebediyen kurtulmak istiyorlar. Oysa dikkatli baksalar, bu ara bulucu ve güvenilir gücün zayıflatılmasının kendi lehlerine olmadığını göreceklerdir.

Bugün Hizbullah’ın söylemi şudur: Çok güzel, Hizbullah’ın silah bırakmasından bahsedenler, İsrail’in her gün Lübnan topraklarına yönelik saldırılarına karşı ne planları olduğunu açıklasınlar. Hizbullah’ın silahına ihtiyaç yok diyenler, Lübnan’ın güvenliğini savunmak için gerçek bir çözüm önerisi sunsunlar. Dün bile, direnişin bir üyesi Lübnan parlamentosunda yaptığı açıklamada, Hizbullah’ın “ulusal diyalog” toplantılarına katılmaya hazır olduğunu duyurdu. Bu diyaloglarda Hizbullah’ın ilk sorusu şu olacaktır: Direniş olmazsa, ne olur? Lübnan’da ya da daha geniş coğrafyada bu soruya kabul edilebilir bir cevap verebilecek kimse var mı?

İsrail rejiminin saldırılarına karşı yeniden askeri cepheye dönmek için Hizbullah’ın bu toparlanma dönemine ihtiyacı var; böylece Lübnan’ın toprağını, havasını ve halkını savunmak için saldırılara başladığında, bu eylemi her zamanki gibi tüm kesimlerin ortak desteğiyle gerçekleşebilsin.

Aynı durum direniş cephesinin diğer unsurları için de geçerlidir. Direnişin silahsızlandırılmasını savunan ya da destekleyenler, acaba buna karşılık geçerli bir çözüm önerisine sahipler mi? Direnişin silahsızlandırılması durumunda, Filistin ve Filistinlileri kim savunacak? Irak’ı defalarca uçurumun kenarına getiren komplolara karşı, bu ülkeyi kim koruyacak? Suriye silahsızlandırıldıktan sonra, bu ülkeyi İsrail saldırılarına karşı kim savunacak? Afganistan’da… Pakistan’da… hatta İran’da kim savunacak?

Dolayısıyla, düşmanın bugün kesin bir çözüm olarak sunduğu “direnişin silahsızlandırılması” stratejisi, mantıksal, fıtri ve pratik olarak bölge halklarının direnişiyle karşılaşmakta ve kesinlikle başarıya ulaşamayacaktır.


keyhan gazetesinden tercüme edilmiştir

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM