Hace Nasiruddin Tûsî’nin Eğitim, Öğretim ve Temelleri Üzerine Görüşleri-1

GİRİŞ: 23.10.2024 13:05      GÜNCELLEME: 23.10.2024 13:05
Rasthaber -  Aklî ve naklî ilimlere hâkim büyük filozof Ebu Cafer Muhammed bin Muhammed bin Hasan Tûsî, nam-ı diğer Hace Nasiruddin Tûsî, İran’ın ve doğunun ilmî çehrelerinden sayılır. O, ahlâk, eğitim ve öğretim gibi değişik dallarda paha biçilmez eserlere sahiptir. Bu yazıda bu büyük İslamî düşünürün eğitimsel görüşlerini ve temellerini inceleyeceğiz.

1. Bölüm: İnsan

Hace Tûsî çeşitli yazılarında ve eserlerinde insandan çok bahsediyor ama Ahlâk-ı Nasırî kitabında aynı Miskeveyh gibi düşünüyor. Şerh-i İşarat’ta İbn Sina’nın sözlerini çok iyi anlatıyor ve onun görüşlerinin çoğunu kabul ediyor.

Bu bölümde eğitim ve öğretimin temeli olan insanbilim konusu, Hace Tûsî’nin bakış açısından işlenecektir. Ancak İbn Sina kendi yazılarında ve eserlerinde bu konuların çoğunu ayrıntılarıyla anlattığı ve biz bu serinin birinci cildinde bunu işlediğimiz için burada bu konuların bir kısmını muhtasar olarak inceleyeceğiz.

İnsanın Üstünlüğü

İnsan, varlık mertebesi açısından cansız varlıklardan, bitkilerden ve hayvanlardan üstün bir varlıktır. Zira bitkisel ve hayvansal kuvvelere ve de beslenme, gelişme, üreme, hissetme ve hareket etme gibi özelliklere sahip olmasının yanı sıra nefs-i natıkaya, akla ve iradeye sahiptir. Onun cansız varlıklara, bitkilere ve hayvanlara üstünlüğünün ölçüsü, aklı ve iradesidir. Hace Tûsî “O da: Bizim Rabbimiz, her şeye hilkatini (varlık ve özelliğini) veren, sonra da doğru yolu gösterendir, dedi.”[1] ayetine dayanarak varlığın mertebelerinin çeşitliliğini ve çokluğunu tabiatın ve hikmetin gereği olarak görmüştür.[2]

İnsanın Hakikati

Eskiden beri filozoflar, insanın hakikatine teveccüh etmiş, tahlil ve tefsir etmeye çalışmışlardır. Bu alanda birçok görüş sunmuşlardır. Hace Tûsî ilahi ve maddi filozofların bu alandaki çeşitli görüşlerini beyan ettikten sonra insanı nefis ve bedenden oluşan bir hakikat bilmiş, nefsin varlığı, özlüğü, nefs-i natıkanın soyutluğu ve madde özelliklerinden arı oluşunu delillerle ispat ettikten sonra nefsin ve bedenin irtibatını ve birbirlerini karşılıklı etkilemelerini güzelce açıklamıştır.[3]

Ona göre insan bedeni zamanla kemale doğru giden dereceleri kat etmektedir. Nefsi bulma derecesine ulaştığında Allah Teâlâ hemen nefs-i natıkayı ona verir ve bu şekilde başka bir yaratılış gerçekleşir.[4] Kuran-ı Kerim’de de bu konuya açık bir işaret vardır. Bedenin oluşumunun çeşitli merhalelerini saydıktan sonra şöyle buyuruyor:

“Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik.”[5]

Nefsin Kuvveleri

Nefs-i natıka vahit olmasıyla beraber bitkisel, hayvanî ve insanî çeşitli kuvvelere sahiptir. Beslenme, gelişme ve üreme kuvvelerine ilaveten idrak ve hareket kuvvelerine de sahiptir.[6]

İnsanın idraki zahirî duyular yoluyla, yani görme, işitme, tatma, koklama ve dokunma ve de ortak duygular, hayal, hayal edilen, vehim ve hafıza gibi batınî duyular yoluyla gerçekleşir. Hareket kuvveleri kasların tahrikiyle insanı, yapmak için motive olduğu bir davranışı göstermeye iter.[7] İdrak üç kısma ayrılır: İlk kısım üzerinde düşünmeden ve iradesizce gerçekleşir, reflekse dayalıdır. İkinci kısım üzerinde düşünerek ve iradeyle eğilimlerin, lezzetlerin ve menfaatlerin tarafına çekilir. Üçüncü kısım zararları uzaklaştırmak için kullanılır. Son iki kısım şehvet ve öfke kuvveleridir ve duyusal ve aklî idrak kuvvelerine bağlıdırlar.[8]

İnsanın Özellikleri

İnsan, diğer hayvanlarda bulunmayan özelliklere sahiptir. Hace Tûsî eserlerinde bu özelliklerin bazılarına değinmiştir. Burada en önemlileri zikredilecektir.

1. İrade ve İhtiyar

İrade ve ihtiyar insanın özellikleri arasında sayılır. Zira insan sadece bilinçli ve kendi ihtiyarıyla yaptığı amellerle kemale ve saadete ulaşır. Başka hiçbir tür davranış onun kemale ulaşmasına yardım etmez.

Hace Nasir bu konu hakkında şöyle yazıyor: “Hayvanlar tabii, içgüdüsel ve iradesiz şekilde, düşünmeden kendi ihtiyaçlarını temin ederler. Allah tabiatta onların ihtiyaçlarını gidermeleri için ortam hazırlamış, yiyecek, giysi ve savunma aletlerini onlara bilfiil bağışlamıştır. Yiyeceklerini temin için ziraate, hasada, öğütmeye, yoğurmaya ihtiyaçları yoktur. Giysileri de ipliğe, dokumaya, dikmeye gerek olmadan hazırdır. İnsan ise böyle değildir. Kendi ihtiyaçlarını temin etmek için düşünmeli, çalışmalı ve yardım almalıdır.”[9]

İnsanların fiilleri üç kısımdır: Bir kısım fiil ve davranışları bilgileri ve iradeleri dışında olur; gelişme, büyüme, yiyeceği hazmetme gibi. Bazıları bilinçli ve şuurlu olarak ama irade dışı gerçekleşir; uyku, uyanıklık ve teneffüs gibi. İnsanların fiil ve davranışlarının üçüncü kısmı ise marifet, irade ve zekâ kullanılarak gerçekleşir; yemek, geçimi sağlamak gibi temini için ilim, irade, akıl ve çalışma gereken bütün ihtiyaçları bu guruptadır. İradenin insan yaşamındaki rolü açıktır.[10]

Diğer taraftan irade sahibi bir insan kemale doğru adım atabilir, melek seviyesine, hatta ondan daha yukarıya çıkabilir ya da hayvanların seviyesine düşebilir ve kınanabilir. İnsanın amellerine ve davranışlarına göre övülebilmesi ve kınanabilmesinin kendisi bile irade ve ihtiyar sahibi olduğunun bir delilidir.[11]

Hace Tûsî iradenin büyük rolünü beyan ettikten sonra hakikatini açıklamıştır. İlim ve şevki iradenin iki temel rüknü kabul etmiştir. Zira irade, insanın bir şeyi idrak etmesi ve sonra ona yönelmesi ve şevke gelmesi veya arkasını dönmesidir. Bununla beraber ilim ve şevk, iradenin temelidir; ister duyu veya tahayyülün idraki olsun, ister akıl kuvvelerinden kaynaklansın.[12]

Hace’ye göre insanın ihtiyarî fiillerinden her biri şu dört temelden kaynaklanmaktadır: İlk önce insan o fiili tasavvur eder, faydasına ve iyiliğine olduğunu düşünürse şevk hissetmeye başlar, sonra irade eder, yapmaya karar verdiğinde kaslarını ve bedenini harekete geçirir ve o işi yapar.[13]

Bu arada önemli olan şey şudur: Eğer insandan sadır olan fiilin bütün açılarına bakılacak olursa cebir ve tefviz şüphesi ortadan kalkar ve yüce “bel emrun beyne’l-emreyn” hakikati kendisini gösterir. İnsanın fiilinin Allah’a isnat edilmesinde hiçbir müşkül ortaya çıkmaz.[14] Zira insanın fiillerinde ve davranışlarında sadece sebeplerin sebebine, ilk sebebe bakacak olursak, insanın varlığının ve varlık âleminde kemal, cemal ve kudret sahibi olan her şeyin, bu sahip olduklarının kendilerinden olmadığını, hepsini subhan olan Allah’a borçlu olduklarını görürüz. Bu durumda insan ihtiyar ve irade sahibi değildir. Zira varlığı, sağlığı ve hatta nefes alması ondan değildir ve mecburen cebri kabul etmek gerekir. Diğer taraftan sadece fiilin süduruna yakın olan sebeplere bakılıp varlık bahşeden eli görmezden gelerek tefvizin kabul edilmemesi gerekir. Her ikisi de yanlıştır. Fiilin süduruna her açıdan bakılmalıdır; insanın davranışında hem yakın sebeplere, hem de uzak sebeplere dikkatle bakılmalı ve bunlar değerlendirilmelidir. Böylece onun fiil ve davranışları da kendisine dayandırılır –zira ihtiyarı ve iradesiyle yapmıştır, istemeseydi yapmazdı ve gerçekte iradesi, fiilin südurunun son sebebidir- ve aynı fiil Allah’a da dayandırılır. Zira fiilin südurundaki yakın sebeplerin de uzak sebeplerin de hepsi O’ndandır.[15]

Elbette söylemeden geçmeyelim ki Allah’ın, insanların davranışlarını ve amellerini bilmesi cebir değildir. Zira Allah’ın bilmesi kendi başına insanların davranışlarının ortaya çıkmasında etkili değildir ve o davranışın mecburen gerçekleşmesine sebep olmaz.[16]

2. Bilgelik

İnsanın hayvana en üstün imtiyazı bilgeliğidir. İnsan sadece duyusal ve aklî idrake sahip olup aklî bilgileri yoluyla kendisinin tasavvura ve tasdike dayalı bilinmezlerini tanımak, halletmek ve bilgisini artırmakla kalmaz, huzurî ve şuhudî ilme de sahiptir.

Hace Tûsî “Şüphesiz biz insanı, karışım hâlindeki az bir sudan (meniden) yarattık ve onu imtihan edeceğiz. Bu sebeple onu işitir ve görür kıldık.”[17] ayetine istinaden varlık nimetinden sonra zekâ, ilim ve bilgiyi Allah’ın insana verdiği en üstün ve en yüce nimet biliyor.[18]

Hace insanın iradesinin temelini ve esasını ilme ve zekâya döndürmüş ve ilim ve iradenin irtibatını öyle derin ve güçlü görmüştür ki iradeyi, ilmin aynısı olmasa da bir türü olarak telakki etmiştir.[19]

3. Toplumsallık

İnsan toplumsal bir varlıktır. Kişilerin birbirlerine ihtiyaç duymaları yapılarına yerleştirilmiştir. İşbirliği ve dayanışma olmadan yaşamaları mümkün değildir. İnsanın toplumsal olmasıyla ilgili üç görüş vardır:

1) İnsan tabiatı itibariyle medenidir. Yani yaratılışı, toplumsal olmasını gerektirmektedir.

2) İnsan tabi olduğu için medenidir. Şu anlamda ki her ne kadar yapısal olarak toplumsal yaşam sürmesi gerekmese de içinde var olan kemale ulaşma iştiyakı, onu toplumsal yaşama itmektedir. Zira kemale ulaşmak ve tabiî zenginliklerden daha iyi istifade edebilmek, toplumsal yaşam yoluyla daha çok mümkün olur.

3) İnsan mecbur olduğu için medenidir. Yani çeşitli ve kapsamlı insanî ihtiyaçları, onu toplumsal yaşama zorunlu kılar. Hace Tûsî’nin Ahlâk-ı Nasırî’nin muhtelif bölümlerindeki sözleri, üçüncü görüşü kabul ettiğini göstermektedir. Tabirlerinin bazılarına bakılarak ikinci görüşte olduğu da söylenebilir. O bu konuda şöyle diyor: “İnsanın diğerleriyle yardımlaşmaya ve müşarekete ihtiyacı iki açıdandır: Biri, hiç kimsenin tek başına, diğerleriyle müşareket etmeden ve yardımlaşmadan kendi ihtiyaçlarını temin ve bekasını tazmin edememesidir. Diğeri, kemale ulaşmak ve Allah vergisi hediyelerden daha iyi faydalanmak için kişilerin birliğe ve yardımlaşmaya ihtiyaç duymalarıdır. Bununla beraber insan kendi şahsının ve türünün bekası için ve de kemale ulaşmak için diğerlerinin yardımına ve müşareketine muhtaçtır.”[20]

Hace Tûsî yiyecek, giyecek, mesken, savunma gibi insanı toplumsal yaşama mecbur eden doğal ve yaşamsal ihtiyaçlarını beyan ettikten sonra insanların düşüncelerinin, görüşlerinin, amaçlarının ve ilgilerinin farklı olmasının felsefesini ve sırrını açıklıyor. Bu konu hakkında şöyle diyor: “İnsanın işi birbirleriyle yardımlaşma, işbirliği ve dayanışmayla yürüdüğü için Allah insanları muhtelif görüşlere, yapılara ve isteklere sahip yarattı. Böylece herkes kendi tabiatına uygun mesleklere yönelir ve toplumsal yaşam intizama kavuşur. Bu yüzden hekimler şöyle demişlerdir: İnsanlar eşit olursa toplum helak olur.”[21]

İnsanın ihtiyaçları, çeşitli içtimaların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Ev ve mahalleden başlayarak şehir topluluğuna, sonra büyük milletler topluluğuna ve en sonda yeryüzü topluluğuna dönüşmüştür.[22]

Toplumsal hayatın bazı gereklilikleri olduğu daha söylemeden ortadadır. Bazılarına değinelim (Bu noktaların insanın özellikleri arasında sayılabileceğini de söylememiz gerekir):

1) Tekellüm: Eğer insan yaşamı diğerleriyle işbirliği, yardımlaşma ve fikir alışverişi olmadan mümkün değilse, insanların bir şekilde düşünceleri, bilgileri ve içlerinden geçenler hakkında birbirlerini bilgilendirmeleri gerekir. Bu yüzden en uygun ve en kolay yöntemden faydalanmışlardır. O da konuşmaktır. Kelimeleri ve cümleleri dile getirerek kendilerini açıklamaktadırlar.[23]

2) Kitabet: Kişilerin ilmî miraslarından ve tecrübelerinden muhtelif toplumların faydalanabilmesi ve gelecek nesillere kalabilmesi için yazı ortaya çıkmıştır. Bu yolla konuşma sırasında ağızdan dökülen kelimeler ve cümleler kitaplarda korunabilir.[24]

3) Kanun: Şüphesiz küçük veya büyük her toplum, kanuna ve idareciye ihtiyaç duyar. Toplum idarecisi kanuna dayanarak toplumu yönetebilir, halkın maslahat ve menfaatini temin edebilir, ihtilafın, kargaşanın, tartışmanın ve yok olmanın önüne geçebilir, ihtilaf çıktığında sorunu çözebilir.[25]

4. Tekmilî ve Tekamülî Hareket

İnsan nefsi potansiyel becerilere, kabiliyetlere ve sermayelere sahiptir. Kemale doğru yöneldiğinde ilim ve amel ile kendi becerilerini ve sermayelerini verimli kılmalı, Allah’a yaklaşmalı, kesretten vahdete ulaşmalı, şaşkınlık tozunu ve şüphe zilini ruhunun çehresinden arındırmalıdır. Mülk ve melekût âleminin hakikatlerinden haberdar olmalı, rabbanî ilimle seçkinleşmeli, amel boyutunda da içsel kuvvelerini, nefsani isteklerini ve ihtiyaçlarını, adalet ve itidalin hâkim olacağı ve bütün becerilerinin gerektiği biçimde gelişeceği şekilde düzenli ve uyumlu hale getirmelidir.[26]

İnsan kendi iradesini ilahi iradeye tabi kılar, rıza makamına ulaşır, kendi kudretini ilahi kudret doğrultusunda kullanır, tevekkül mertebesine erişir, kendi ilmini ilahi ilme gark edebilir, teslimiyet menziline yükselebilir, sonunda da kendi varlığını yüce Rabbin varlığında fanileştirebilirse, bu yükselen seyrin ışığında sonsuz ilim ve kudrete ve de sonsuz varlığa ulaşabilir. Böyle ilerlerse Mabud ile arasında hiçbir hicap kalmaz.[27]

5. Yakınlık Makamına Varma

İnsanın özelliklerinden birisi de ilahi yakınlık makamına varabilmesidir. Allah’a yakınlığın birçok mertebesi ve derecesi vardır. İnsan ilim ve salih amel ile bu makamın derecelerine nail olabilir ama hayvanlar bu makamdan nasipsizdir. Zira yapısal açıdan gerekli özelliğe sahip değillerdir.[28]

Hace Tûsî Kuran’dan aldığı ilhamla, insanın ilim, salih amel, nefis tezkiyesi ve zatını dünyevî alakalardan tecrit etmesiyle kendisinde ilahi yakınlık makamına varma zemini hazırlayabileceğine inanmaktadır. Hace “İnsana bilmediğini öğretti.”[29] ayetine ve “İyi ameller işleyiniz.”[30] ayetine istinaden insanın ilim ve salih amelden oluşan iki kanadıyla ilerleyeceğini, kemal menzillerini ve derecelerini kat edeceğini “Dön Rabbine” nidasını duyuncaya dek ilerleyeceğini ve ilahi yakınlık makamına varacağını söylemektedir.[31]

Bununla beraber her ne kadar insan yüce âlemden aşağı inip cennetten kovulduysa da yine kullukla yükselebilir, ilk konumuna ve asıl vatanına geri dönebilir ve Allah’ın cennetine girebilir. Ancak bu yükselişin şartı, sürekli insanı kendisiyle meşgul eden, kemale ulaşmaktan alıkoyan ve hüsrana uğratan bu dünyanın karanlık seddinden geçebilmektir. Bu esasa göre insan ilim ve amel meydanında kendisini donatmalı ve diğerlerinin de elinden tutmalıdır. Böylece büyük bir zafer kazanacaktır.[32]

...

Kaynakça

Emin, Seyyid Muhsin; Ayanu’ş-Şia; Beyrut: Daru’t-Tearif, 1408 k.

Farabî, Ebu Nasr; Arayi Ehli’l-Medinetu’l-Fazıla; Beyrut: Daru’l-Meşrik, 1991.

Hani, Numan Ferhat; el-Hace Nasiruddin Tûsî ve’l-Araetu’l-Felsefiyye ve’l-Kelamiyye; Beyrut: Daru’l-İhyai’t-Turasi’l-İslamî, tarihsiz.

Hansarî, Muhammed Bâkır; Ravzatu’l-Cennât; Kum: İntişarat-ı İsmailiyan, 1390.

İbn Fahd Hillî; el-Muhezzebu’l-Bâri fi Şerhi’l-Muhtasaru’n-Nâfi; Kum: Defter-i İntişarat-ı İslamî, 1369.

Meclisî, Muhammed Bâkır; Biharu’l-Envar; Beyrut: Daru’l-İhyai’t-Turasi’l-Arabî, tarihsiz.

Müderris Rezevî, Muhammed Takî; Ahval ve Asar-i Hace Nasir; Tahran: İntişarat-ı Bonyad-ı Ferheng, 1370.

Müderrisi Zencanî, Muhammed; Sergüzeşt ve Akaid-i Felsefi-yi Hace Nasiruddin Tûsî; Tahran: Emir Kebir, 1363.

Nime, Şeyh Abdullah; Felasefe-i Şia; Seyyid Cafer Gazban çevirisi; Tahran: İntişarat-ı İngılab-ı İslamî, 1367.

Sıddık, İsa; Tarih-i Ferheng-i İran; Tahran: İntişarat-ı Danışgah-ı Tahran, 1363.

Tûsî, Nasiruddin; Ahlâk-ı Nasırî; Müçteba Minuyî ve Ali Rıza Muradî tashihi ve açıklamasıyla; Tahran: Harezmî, 1369.

Tûsî, Nasiruddin; Kavaidu’l-Akaid; eski Rıhlî baskısı, bilgi yok.

Tûsî, Nasiruddin; Şive-i Danişpejuhî; Bâkır Gubarî çevirisi; Tahran: Defter-i Neşr ve Tahkikat-ı Bedr, 1362.

Tûsî, Nasiruddin; Ağaz ve Encam-ı Cihan; Hasanzade Âmulî talikatıyla; İntişarat-ı Ferheng ve İrşad-ı İslamî, 1366.

Tûsî, Nasiruddin; Ahlâk-ı Muhteşemî; Tahran: İntişarat-ı Danışgah, 1361.

Tûsî, Nasiruddin; Esasu’l-İktibas; Müderris Rezevî tashihi; İntişarat-ı Danışgah-ı Tahran; 1326.

Tûsî, Nasiruddin; Evsafu’l-İşrak; Muhammed Müderrisî tashihi; Tahran: Kitabfuruşiyi İslamiyye, 1369.

Tûsî, Nasiruddin; Fusul; Danişpejuh tashihi; Tahran: İntişarat-ı Danışgah-ı Tahran, 1088 k.

Tûsî, Nasiruddin; Fusulu’l-Akaid; Mısır: Matbaa-yı Rahmaniye, tarihsiz.

Tûsî, Nasiruddin; Keşfu’l-Murad fi Şerh-i Tecridu’l-İtikat; Kum: Müessese-i İntişarat-ı İslamî, 1099 k.

Tûsî, Nasiruddin; Musannifat: Şerh-i Meseletu’l-İlm; Meşhed: Danışgah-ı Meşhed, tarihsiz.

Tûsî, Nasiruddin; Ravzatu’t-Teslim; Tahran: Neşr-i Hami, 1363.

Tûsî, Nasiruddin; Risale-i fi’s-Seyr u Sülûk; eski Rıhlî baskısı, bilgi yok.

Tûsî, Nasiruddin; Şerh-i İşarat ve’t-Tenbihat; Tahran: Matbaa-yı Haydari, tarihsiz.

Tûsî, Nasiruddin; Telhisu’l-Muhassil; Tahran: Müessese-i Mütalaat-ı İslamî, 1359.

[1]    Tâ-Hâ/ 50.

[2]    Ahlâk-ı Nasırî, 59-63; el-İşarat ve’t-Tenbihat, c. 3, s. 264.

[3]    Tûsî, Nasiruddin; Kavaidu’l-Akaid, s. 45-47.

[4]    Ahlâk-ı Nasırî, s. 10 ve 34.

[5]    Muminun/ 14.

[6]    Ahlâk-ı Nasırî, s. 52, 57 ve 109.

[7]    Tûsî, Nasiruddin; Telhisu’l-Muhassal, s. 498, 499.

[8]    A.g.e.

[9]    Ahlâk-ı Nasırî, s. 63 ve 64.

[10]   Sergüzeşt ve Akaid-i Felsefî-yi Hace Nasiruddin Tûsî: Risale-i Cebr ve İhtiyar, s. 180 ve 181; Keşfu’l-Murad fi Şerh-i Tecridu’l-İtikat, s. 306-309.

[11]   Ahlâk-ı Nasırî, s. 76 ve 77.

[12]   Tûsî, Nasiruddin; Evsafu’l-İşrak, s. 118.

[13]   Keşfu’l-Murad fi Şerh-i Tecridu’l-İtikat, s. 123.

[14]   A.g.e., s. 306-309; Tûsî, Nasiruddin; Sergüzeşt ve Akaid-i Felsefî-yi Hace Nasiruddin Tûsî (Risale-i Cebr ve İhtiyar), s. 180-181.

[15]   Keşfu’l-Murad fi Şerh-i Tecridu’l-İtikat, s. 306-309; Sergüzeşt ve Akaid-i Felsefî-yi Hace Nasiruddin Tûsî (Risale-i Cebr ve İhtiyar), s. 180 ve 181.

[16]   Keşfu’l-Murad fi Şerh-i Tecridu’l-İitikat, s. 306-309.

[17]   İnsan/2.

[18]   Tûsî, Nasiruddin; Ağaz ve Encam-ı Cihan, s. 63.

[19]   Keşfu’l-Murad fi Şerh-i Tecridu’l-İtikat, s. 252 ve 253.

[20]   Ahlâk-ı Nasırî, s. 250, 320 ve 321; Tûsî, Nasiruddin; Şerh-i İşarat ve’t-Tenbihat, c. 3, s. 371; Kavaidu’l-Akaid, s. 32 ve 33.

[21]   Ahlâk-ı Nasırî, s. 250-251.

[22]   A.g.e., s. 256.

[23]   Tûsî, Nasiruddin; Esasu’l-İktibas, s. 344, 529 ve 541.

[24]   A.g.e., s. 61 ve 62.

[25]   Ahlâk-ı Nasırî, s. 250, 320, 321 ve 346.

[26]   A.g.e., s. 69, 70 ve 71.

[27]   Ağaz ve Encam-ı Cihan, s. 63 ve 64.

[28]   A.g.e.

[29]   Alak/5.

[30]   Muminun/51.

[31]   Ahlâk-ı Nasırî, s. 33 ve 34.

[32]   A.g.e.

YORUMLAR

REKLAM