Rasthaber - Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.
Kıymetli izleyicilerimizi, güzel dostlarımızı ve Marifet programını her zaman içtenlikle takip eden sevgili seyircilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.
Bugünkü programımızda hicrî XI. yüzyılın parlak simalarından değerli bir şahsiyeti konuk edeceğiz. O, İslâmî ilimlerin tüm alanlarında, geride çok nadide eserler bırakmış bir kimse: Mollâ Muhsin Feyz-i Kâşânî… Hem bir müfessir hem bir muhaddis hem bir mütekellim hem de bir filozof… Aynı zamanda bir ârif ve edip… Kendisinin çok güzel bir Dîvân’ının bulunduğunu da söylemeden geçmemek gerekir. İnşallah değerli üstadımızın açıklamalarıyla birlikte, bu ender şahsiyetin gizli kalmış yönlerini ortaya çıkarabilmemiz nasip olur.
İlk olarak izin verirseniz konuya Feyz-i Kâşânî’nin kişiliğinin tarihsel boyutlarıyla bir giriş yapalım istiyorum. Sanırım o dönemlerde İsfahan Felsefî Ekolü’nün diğer ekollere bariz bir üstünlüğü söz konusuydu. Ve kendisi de bu mektebin öğrencilerinden biriydi.
Dînânî: Bismillahirrahimanirrahim. Evet, sizin de belirttiğiniz gibi, Feyz-i Kâşânî, hicrî XI. yüzyılın büyük Şiî âlimlerindendir. O, çok yönlü ve üzerinde konuşmaya değer bir şahsiyettir. Tarih sahnesinden, çok yönlü olup, aynı zamanda kendi zamanının tüm ilimlerine vâkıf pek çok şahsiyetin gelip geçtiğini biliyoruz. Ancak Feyz-i Kâşânî’yi diğerlerinden ayrı kılan şey onun hem Ahbârî hem de filozof olmasıdır. Tabii onun bu müstesna konumuna ârifliğini de eklemeden geçmemek gerekir. Birtakım tarihî gerçekliklerin de ispatladığı gibi, Ahbârîler, genelde felsefeye karşısında müspet bir yaklaşım sergilememişlerdir. Keza irfânla da barışık değillerdi. Ancak Kâşânî bu kalıpları kırmış, tam bir Ahbârî olmasının yanında, bir yandan da hem felsefeye, hem irfâna gereken ilgiyi göstermiştir. Sizin de biraz önce söylediğiniz gibi, aynı zamanda o zevkli bir şairdir de.
Kendisi geride çok güzel eserler bıraktı. Örneğin, çok güzel bir tefsir kaleme aldı. Onun bu iki zıt konumu (Ahbârilik ve felsefe) bir araya getirebilmesi oldukça ilginçtir. Hicrî XI. yüzyılda yaşamış ve dönemin önemli felsefî ekollerinden birine katılmıştır. Biliyorsunuz ki o, Mollâ Sadrâ’nın seçkin öğrencilerindi. Mollâ Sadrâ’nın pek çok öğrencisi vardı. Ancak bunların içinde iki kişi diğerlerinden daha çok sivrilmişti: Bunlardan biri Feyz-i Kâşânî, diğeri ise Feyyâz (Abdürrezzâk) Lâhîcî idi. Her ikisinin de çok değerli şahsiyetler olduklarını eklememiz gerekir. Lâhîcî de oldukça derin ve basiretli bir filozoftu. Onlara “Feyz” ve “Feyyâz” lakaplarını Mollâ Sadrâ vermişti. Mollâ Sadrâ’nın iki kızı (ki kızlarının isimleri Sadriye ve Bedriye idi) bu iki öğrencisiyle evliydi.
Yavaş yavaş Kâşânî’nin eserlerine girmeye başladığımızda da görülecektir, kendisi gerçekten de ilginç düşüncelere sahip bir düşünürdür. Bazıları onun kırk yaşına kadar Ahbârî olarak kaldığını, sonrasında bu düşüncelerinden döndüğünü belirtse de, bu sözlerin gerçeklikle bir ilgisi yoktur; o, ömrünün sonuna dek Ahbârî olarak kalmıştır. İleride fırsat bulduğumuzda, onun Ahbârîliğini de konu edebiliriz elbette. Neticede böyle olmasında bir mahzur yoktur. “Ahbârî olmak açısından Ahbârîlik” kişi için bir eksiklik değildir. Bazıları bunun bir eksiklik ve kötü bir unvan olduğunu iddia etmekte. Ahbârî, Ehlibeyt’in (a.s.) haberlerine ve rivayetlerine önem veren, bunları önceleyen kimsedir. Yani bu kimselerin dayanak noktaları, daha çok haberler ve rivayetlerdir. Bu anlamıyla, aslında tüm Şiîler birer Ahbârî’dirler ve Masumların rivayetlerine önem verirler.
Lârîcânî: Ahbârîlik, sözün zahirdeki anlamını öncelemek (zâhircilik) demek değil mi?
Dînânî: Evet, ben de şimdi tam olarak buna değinmek istiyordum. Tabii ki, Ahbârîlik tek başına bir noksanlık değildir. Asıl bir Ahbârî için, bir süre sonra yavaş yavaş haberlerdeki kelimelerin anlamları üzerinde bir donukluğa ve zâhirciliğe evrilmek, bunun bir sonucu olarak zihni ve düşünceleri de donuklaştırıp akılcılığa karşı çıkmaya başlamak bir eksikliktir. Bu, Ahbârîliğin değil, fikirde donukluğun getirdiği bir eksikliktir. Dolayısıyla buradaki bu yanlış algıyı ortadan kaldırmamız gerekir. Ahbârî olmak, Ehlibeyt’in (a.s.) rivayetlerini önemsemek demektir. Peki, bu kötü bir şey mi? Hayır! Bizler de bu anlamda bir Ahbârî sayılırız. Burada kötü olan, donuk fikirliliktir; bu, Ahbârî için de kötüdür, Ahbârî olmayan için de… Ancak, ne yazık ki, geçmişte birçok Ahbârî, bu sabit fikirliliğe saplanıp kaldıklarından, bu durum diğer Ahbârîlere de genellenmiş ve onlardan herkesin katı ve donuk fikirli oldukları iddia edilmiştir. Oysa her Ahbârî, zorunlu olarak donuk fikirli olmak mecburiyetinde değildir. Feyz-i Kâşânî’nin Ahbârîliği ile Mollâ Emin Esterâbâdî’nin Ahbârîliği arasında yerden göğe kadar fark vardır. Esterâbâdî de bir Ahbârî’dir, ancak donuk fikirli bir Ahbârî’dir. Yani o, her tür fikre açık değildir. Oysa Kâşânî böyle midir? Hayır, çünkü o aynı zamanda bir filozoftur. Zaten siz onun felsefî kitaplarını burada okuduğunuzda, kendisinin Mollâ Sadrâ’nın ne kadar seçkin bir öğrencisi olduğunu ortaya çıkarmış olacaksınız. Yani bulunduğu ekolün değerli bir şahsiyeti olarak, Feyz-i Kâşânî’nin ismini, çok rahatlıkla Mollâ Sadrâ’dan sonra zikredebilirsiniz. Aynı zamanda o, kalender bir âriftir. Bir kimsenin bu denli geniş bir fikir sahası ve düşünsel dönüşüm alanı varsa, Ahbârî olmasında bir mahzur olabilir mi? Geçmişteki olumsuz örnekler, insanların bu zihinlerinde Ahbârîler hakkında olumsuz bir algıya yol açmıştır ki, artık bunların düzeltilmesi gerekir. Kısacası, Ahbârî olmak bakımından Ahbârîliğin bir eksiklik olduğu söylenemez. Ehlibeyt’in (a.s.) rivayetlerine önem ve değer vermek, kendi içinde bir kemâl ve hüsndür. Ancak, eğer Ahbârî olmaktan fikrî donukluk anlaşılıyorsa, asıl noksanlık budur. Feyz-i Kâşânî de, fikrî bir donukluğu olmayan Ahbârîlerdendir. Bu söylediklerim, sorunuzun kısa bir cevabıydı.
Lârîcânî: Şeyh Yûsuf ibn Ahmed Behrânî, Lu’lu’l-Bahreyn adlı eserinde iki görüşten söz ediyor: Bunlardan ilki, Ahbârîliği bir tür şeriatçılık ve lafızların zâhirdeki anlamları üzerinde yoğunlaşmak olarak değerlendiriyor ve Feyz-i Kâşânî’nin felsefî ve irfânî yönlerini bu ekolün (Ahbârîliğin) karşısına konumlandırıyor. Yani bu görüşe göre, Feyz-i Kâşânî’nin mezkûr yönleri, onun Ahbârîliği ile çelişmektedir. Bu konuda Feyz-i Kâşânî’nin de söyledikleri şeyler var elbette… Ve programın akışı içerisinde, sözünü ettiğim diğer görüşleri de arz etmeye çalışacağım.
Sizin söyledikleriniz de oldukça önemli şeylerdi. Bizim bu yanlışı gerçekten düzeltmemiz gerekiyor. Yani Ehlibeyt’in (a.s.) rivayetlerini öncelemek onların anlamları üzerinde katı bir tutum sergileyip, bâtınî anlamlarını göz ardı etmek anlamına gelmemelidir. Bu, Feyz’in, eserlerinde son derece dikkat ettiği bir tutum. Bu arada onun, El-Kelimâtu’l-Meknûne adlı kitabından konuyla ilgili bazı notlar aldım. Örneğin o şöyle söylemiş:
“Ehlibeyt’in (a.s.) imâmet ve velâyetinin rükünlerinden biri, bâtın âlemine girmek ve yaratılışın sırrına nâil olmaktır.” Bu gerçekten önemli bir nokta. Ve devamında şunları ekliyor: “Bizler, onların hidayet ve rivayetleri olmaksızın bu alana/âlemlere giremeyiz.”
Dînânî: Evet, biraz önce açıklamaya çalıştığım şeyleri gördüm bu cümlelerde. Bana söyleyebilir misiniz, tarih boyunca Ehlibeyt’in (a.s.) rivayetlerini göz ardı eden usûlî bir müçtehid olmuş mudur? Var ise de, böyle birine “fakih” diyebilmemiz mümkün müdür? Her fakihin ve müçtehidin Ehlibeyt’in (a.s.) rivayetlerine ehemmiyet vermesi ve bunlardan faydalanması gerekir. Dolayısıyla Feyz-i Kâşânî de bunlardan faydalanmıştır. Onun, El-Kelimâtu’l-Meknûne’de muazzam sözleri bulunmaktadır ve bunların hepsi Ehlibeyt’ten (a.s.) alınmıştır. Kâşânî, muhaddis Behrânî’nin de öğrencisiydi. O, gençliğinde, hadis alanında tıpkı Behrânî gibi Ehlibeyt’in (a.s.) rivayetleri üzerinde oldukça derinleşip deryalaşan (tebahhur eden) şahsiyetlerden ders almıştı.
Lârîcânî: Evet, bu iki ismin ikincisi de, Esterâbâdî idi.
Dînânî: Evet, ancak ne yazık ki o, donuk fikirliliğine yenilmiş ve yerinde saymıştır. Buna karşılık Kâşânî, Mollâ Sadrâ’nın yanında felsefe ve irfân tahsil etmiş, hiçbir şeyin zâhiriyle yetinmemiştir. Hatta denebilir ki o, yapısı itibariyle fikrî gelişimlere açık birisiydi ve mutaassıp değildi. Bu nedenle biz onun Ahbârîliğinde bir eksiklik ya da eleştirilecek bir yön bulamıyoruz. Şahsım adına, kendisinde bir fikrî donukluğun olduğunu düşünmüyorum.
Lârîcânî: Peki, o halde içtihadda bulunmayı niçin eleştiriyor?
Dînânî: Onun eleştirdiği, bunun Ehlibeyt’in (a.s.) rivayetlerine dayanmadan yapılması… Ve gerçekte kastettiği de, kendi görüşüne göre tefsirdir (tefsiru bi’r-re’y). Kişinin, furûâtta kendi görüşüne dayanarak içtihad yapmasını olumlu bulabilir miyiz? Onun burada karşı çıktığı şeyin, müçtehidlerin, Ehlibeyt’in (a.s.) haberlerinden uzaklaşmalarıdır. Kendi görüşüne göre tefsire giden yolu bu tutumun açtığına inanmakta yani… Mezkûr tutumu hiçbir gerçek müçtehid, doğru bulmuyor zaten. İçtihad, dört delilden (Kitap, Sünnet, akıl, icmâ) çıkarılan bir istinbata dayanmalıdır. Onun bu hassasiyetinde şaşılacak bir şey yok, çünkü kendisi de bir fakihti ve Ehlibeyt’in (a.s.) rivayetlerine diğer her şeyden daha çok ehemmiyet veriyordu. Onun fakihliği kimseden aşağı değildir. Fıkıh alanındaki kitaplarını inceleyenler, benim ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklardır.
Lârîcânî: Evet, bu alanda Kitâbu’l-Vâfî, Mefâtîhu’ş-Şerâ‘i gibi eserler kaleme almış.
Dînânî: Dolayısıyla onunla diğer Ahbârîler arasında bir fark gözetilmelidir.
Lârîcânî: Evet, bu genellemeler yüzünden, aslında doğru bir yolu takip edenlere de zulmedilmiş oldu. Örneğin Şeyh Ahmed Ahsâî’nin de Kâşânî hakkında söylediği birtakım şeyler var.
Dînânî: Eğer yaygın ve bilinen anlamdaki “Ahbârî” sözcüğünü bir âlim için kullanacak olsaydık, bu kesinlikle Şeyh Ahmed Ahsâî olurdu. O, Mollâ Sadrâ’ya bir şerh de yazmış, ancak ne gariptir ki, gerçekte Mollâ Sadrâ’nın tek bir cümlesini dahi anlayamamıştır! Sadece “şerh” adı altında birtakım alâkasız açıklamalarda bulunmuştur. Buna karşılık bir de Kâşânî’nin ilmî seviyesine bir bakın… Onun Mollâ Sadrâ’dan hiçbir eksiği yoktu ve kendisinin en iyi öğrencilerinden biriydi. Mollâ Sadrâ’nın düşüncelerinin açıklığa kavuşturulması gereken her yerde, Feyz-i Kâşânî bunu en güzel şekilde icra etmiştir. O halde şunu soralım: Ahmed Ahsâî mi Mollâ Sadrâ’yı daha iyi anlamıştı, Kâşânî mi? Peki, bunlardan hangisini “Ahbârî” kabul ederdiniz? İşte bunlar, dikkat edilmesi gereken bazı paradokslar ve handikaplardı.
Lârîcânî: Aynı zamanda birer ipham…
Dînânî: Evet.
Lârîcânî: O, Mollâ Sadrâ ile ilk karşılaşmasını çok güzel bir şekilde anlatıyor: “Ben yitiğimi onda buldum. Onu velâyetin doğru yolu (sırât-ı müstakîm) olarak gördüm. Böylece benim fikrim, hareket edeceği caddeyi/yolu bulmuş oldu.” diyor. Çok güzel ve ilginç ifadeler. Aynı zamanda Mollâ Sadrâ’ya sekiz yıl boyunca tüm o yalnızlıklarında eşlik etmiş ve onun sırdaşı olmuştur.
Dînânî: Evet. Mollâ Sadrâ’nın ve Hikmet-i Müteâliye’nin aşkın doktrinlerini ve düşüncelerini en iyi şekilde açıklayanlar, programın başında da isimlerini zikrettiğimiz bu iki şahsiyettir: Yani Feyz ve Feyyâz. Evet, onun başka öğrencileri de vardı; fakat bu ikisi, bunların içinde en çok öne çıkanlardılar.
Lârîcânî: Yine o, El-Kelimâtu’l-Meknûne’de, Esfâr’daki birçok konunun, kendisi ile Mollâ Sadrâ ya da bazen Mollâ Sadrâ ile Abdürrezzâk Lâhîcî arasında geçen konuşmalardan teşekkül ettiğini belirtiyor. Yani tıpkı şu an bendeniz ile sizin bu programdaki diyaloglarımız gibi… Hikmet-i Müteâliye’nin düşüncelerinin temelleri işte bu diyaloglarda şekillenmiştir.
Dînânî: Eğer Mollâ Sadrâ’nın bu iki öğrencisi olmasaydı, Mollâ Sadrâ bu denli tecelli bulamaz, fikirleri de bu denli yayılamazdı. İyi bir öğrenci, öğretmenine her zaman bir zevk verir ve onu daha seçkin bir hale getirir. Örneğin İbn Sînâ, kendi yerinde elbette ki büyük ve önemli bir şahsiyetti. Fakat eğer Behmenyâr gibi öğrencileri olmasaydı, belki düşünce alanına bu kadar yenilik katamayacaktı. Onun azameti, biraz da öğrencilerindendi. Bu gibi öğrenciler, öğretmenlerini coştururlar, sordukları birtakım sorular ve derslere gösterdikleri ilgiyle öğretmenlerinin şevklerini artırırlar ve onun içinde pınarlar kaynatırlar. Behmenyâr bu bağlamda öğretmeni İbn Sînâ’dan kesinlikle aşağı değildi. Tekrar Mollâ Sadrâ’ya dönelim: Eğer onun da Feyz ve Feyyâz gibi öğrencileri olmasaydı, düşünceleri bu kadar coşmaz, böylesi yeni fikirleri ortaya atamazdı. Öğretmeni coşkulandıran ve onun düşüncelerini kanatlandıran faktör, daha çok öğrencidir desek abartmış olmayız sanırım.
Lârîcânî: Üstad, Kâşânî aynı zamanda kelâm, felsefe, fıkıh, hadis, irfân, edebiyat ve tefsir gibi pek çok alanda toplamda iki yüz eser bırakmıştır. Fıkıh alanındaki önemli eserlerinden biri, El-Vâfî’dir. O bu eserde Ehlibeyt’ten (a.s.) ulaşan elli bin kadar hadisi bir araya getirmiş, aynı zamanda Şîa’nın dört büyük hadis kitabını da kritik etmiştir. Örneğin bu eserde bazı hadislerin tekrarlandığını, bir kısmının da güvenilir olmadığını söylemiş, bunların her birinin altına, “El-Beyân” başlığı ile birtakım açıklamalar eklemiştir.
Onun El-Vâfî’si ile ilgili belirtmek istediğim bir diğer husus, bu kitaba genel olarak bakıldığında, onda latif bir üslupla yazıya dökülmüş birtakım irfânî ve felsefî açıklamalara rastlandığıdır. Ehlibeyt’ten (a.s.) ulaşan hadisleri derlediği yerlerde, kendisi için bu hadislerin bâtınlarının ve sırlarının zâhirî anlamlarından çok daha önemli olduklarını vurgulamıştır.
Dînânî: Kendisinin kaleme aldığı bu kitap (El-Vâfî), hafife alınacak bir eser değildir. Ondan önce hiç kimse, Kutûbu Arba‘a’ya (dört temel Şîî hadis kitabı) bu şekilde eleştirel yaklaşmamıştı. Kutûbu Arba‘a (El-İstibsâr, El-Kâfî ve Men Lâ Yahduruhu’l-Fakîh ve Tehzîb) gibi eserler Şia’nın en önemli eserleridir. Bu eserlerin müellifleri de – Allah ecirlerini artırsın – Ehlibeyt’in (a.s.) rivayetlerini bir araya getirmek ve düzenlemek için pek çok zahmete katlanmışlar, bu bağlamda büyük bir işi başarmışlardır. Ancak tüm bunlara rağmen Feyz-i Kâşânî, henüz dahi eksik bir şeylerin kaldığına inanıyordu. El-Vâfî, gerçekte El-Kâfî’ye bir naziredir. Evet, “El-Kâfî, Şiîler için kâfidir.” Ancak El-Vâfî de hakikate vefa göstermekte ve onun hatırını her şeyden üstün tutmaktadır. Belirttiğim gibi bunu, Feyz’den başka yapabilen çıkmamıştır. Gerçekten de onun bu rivayetleri bir araya getirip bir süzgeçten geçirmekle büyük bir iş başardığını söylemek zorundayız. Dolayısıyla El-Vâfî’yi görmezden gelemeyiz.
Lârîcânî: Çok doğru, üstad.
Yine Feyz-i Kâşânî, biraz önceki anlatısına şu şekilde devam ediyor: “Üstadım Mollâ Sadra, bu hadisleri toplamaya niyetlendiğimde bana şu iki şeyi şart koşmuştu: Bunlardan ilki; akıl selâmeti, diğeri ise kalp taharetiydi.” Ne kadar güzel incelikler gizli bu ifadelerde…
Dînânî: Zaten bizim bu ikisinden başka bir zenginliğimiz mi var? Kalp nelerden temizlenmelidir? Hevâ ve heveslerden, yıkıcı düşüncelerden… Sâlim bir akıl ile tâhir bir kalp, tek bir şey olurlar ve tek bir hüküm verirler; iki ayrı şeye hükmetmezler. Ne kadar da güzel söylemiş!
Lârîcânî: Bu büyük şahsiyetin eserlerinden bir diğeri de Meheccetu’l-Beydâ’dır. O, Gazzâlî’nin İhyâu’l-Ulûm’una Masum İmamlarla (a.s.) ilgili bir bölüm ekliyor ve deyim yerindeyse tam bir İmamoloji uzmanlığı sergiliyor. Onun bu tutumunu pek çok kişi eleştiriyor. Kendisi bu itirazlara da çok güzel bir şekilde cevap veriyor. Bir yandan da Gazzâlî’nin bu eserine methiyeler diziyor ve onu çok değerli ve kapsamlı bulduğunu belirtiyor. O, yukarıdaki kitabının 33. bölümünde üstadının, kendisine Ehlibeyt (a.s.) hakkında yapmış olduğu tavsiyeye yer veriyor. İzin verirseniz, buraları bir okuyayım:
“Ben Sadrüddîn Şîrâzî’ye (Mollâ Sadrâ), Emîru’l-Mü’minîn Ali’nin (a.s), “Bizim işimiz (emrimiz, Velâyet’imiz), gerçekten zordur. Allah’ın, kalbini iman ile sınadığı mü’min kuldan başkası yüklenmez” sözü hakkında bir soru sordum.”
Dînânî: Bu onun ince zekâsı ve basiretidir. Biraz önce de belirttiğim gibi, geçmiştekilerin pek çok eserine vâkıftı kendisi. El-Vâfî’yi yazmasının sebebi de bu idi: Olur da geçmiştekilerin eserlerinde bir hataya ya da eksikliğe rastlanırsa – ki bu gibi önemli ve büyük çaptaki eserlerde muhakkak birtakım eksikliklere rastlanır – bunları telafi etsin diye… O bu bağlamda Şia’nın en kritik ve hayatî önemdeki eserleri üzerinde yoğunlaşıyordu. İhyâu’l-Ulûm, Ehl-i Sünnet içinde ahlâk alanında o âna dek yazılmış en iyi eserdir gerçekten. Yani mezkûr alanda bu eserden daha büyük, daha ayrıntılı ve kapsamlı bir kitaba rastlayamazsınız.
Lârîcânî: Aynı zamanda oldukça düzenli ve sistematik.
Dînânî: Evet, ciltlerinin sayısı da epey fazla.
Nihayetinde Feyz-i Kâşânî, insaf ehliydi; Gazzâlî’nin bu alandaki zahmetlerini takdir etmeyi bilmiş ve ona bir değer atfetmişti. Buna rağmen yine de bu kitapta bir eksikliğin olduğunu keşfedebilmiştir. O, bu eserde her âriften, dervişten ve hakîmden birçok şey nakledilirken, Ehlibeyt’ten (a.s.) hiçbir şeyin nakledilmediğini görmüştü. Düşünün ki böylesine azametli ve kapsamlı bir eserde, Ehlibeyt’ten (a.s.) nakledilen hiçbir şey yok! Kâşânî bir taraftan bu eseri muhteva bakımından beğendiğini ifade ettiyse de – daha önce de belirttiğim gibi, İhyâu’l-Ulûm, Aristotelesçi ahlâk felsefesini takip etmemiş tek kitaptır. Örneğin İslâm ahlâkıyla ilgili olarak yazılan birkaç eserin (örneğin İbn Miskeveyh’in eseri) Aristotelesçi bir ahlâk felsefesinin ölçü alınarak yazıldığına tanık oluyoruz. Gazzâlî tam da bu noktada Aristotelesçi olmayan İslâmî bir ahlâk anlayışını vücûda getirmeye çalışmıştı – diğer taraftan Kâşânî, bu kitabın içinde Ehlibeyt’ten (a.s.) herhangi bir şeye rastlayamadığı için eleştirmeyi de bilmiştir. Bu eksikliği telafi etmek adına mezkûr eseri Ehlibeyt’ten (a.s.) ulaşan rivayetlerle tekmil etmiştir. Ayrıca bununla da yetinmemiş, Gazzâlî’nin eserinin isminin başına, “Meheccetu’l-Beydâ” ibaresini eklemiştir. Bu ibare, “aydınlık, apaçık yol” anlamına gelmektedir. Yol neyle aydınlanıyor? Ehlibeyt’in (a.s.) rivayet ve haberleriyle tamamlanıp aydınlanıyor. Kâşânî’nin bu eseri, İslâm ahlâkı alanında kaleme alınan en önemli eserlerden biri. Üstelik Ehlibeyt’ten (a.s.) rivayetleri de içine alacak şekilde… Nitekim Gazzâlî de zaten eserinin (yani ahlâkın) İslâmî temellere dayanmasını istemiyor muydu? Bunlar Feyz-i Kâşânî’nin başardığı büyük işlerden yalnızca birkaçıdır.
Lârîcânî: Kâşânî, Gazzâlî’yi rüyasında gördüğünü ve onun Şiî olduğuna inandığını söylüyor.
Dînânî: Ben de Şiî olduğuna inananlardanım, elbette ki ömrünün sonlarına doğru… Bendenizin bu iddiası bir delile dayanmakta elbette. Kendisi hakkında otuz yıl önce kaleme almış olduğum Gazzâlî’nin Bakışında Mantık ve Marifet adlı kitabımda birtakım delillere dayanarak onun Şiî olduğunu ispatlamıştım. Bunun en büyük delillerinden biri, kendisinin kaleme almış olduğu Sırru’l-Âlemeyn adlı kitabıdır. Zira Feyz-i Kâşânî de aynı kitaba dayanarak onun Şiî olduğunu söylüyor. Sözünü ettiğim kitabımda, bu konuda Feyz’in sunduğu delillerden ayrı olarak, bendenizin getirdiği deliller de bulunmakta. Bunları incelemek isteyenler, ismini verdiğim kitabıma müracaat edebilirler.
Lârîcânî: Evet. Feyz de onu rüyasında gördüğünü söylüyor. Rüyasında Gazzâlî ona Hz. Ali’nin (a.s) Nehcu’l-Belâğa’nın 189. hutbesinde geçen, “Bizim sözümüzü emin kalplerden (sinelerden) ve sağlam/güçlü akıllardan başkası öğrenmez” sözünü söylüyor. Sonrasında şunu ekliyor Kâşânî: “Bu rüyamdan kısa bir süre sonra onun Sırru’l-Âlemeyn adlı eseri elime geçtiğinde, Gazzâlî’nin Şiî olduğuna yakînen kanaat getirdim.” Bu iki unsur bir hayli önemli: Emin kalpler ve sağlam akıllar. Yani “Meheccetu’l-Beydâ.”
Dînânî: Evet, bu öyle aydınlık bir yol ki, artık kişi dalâlete sapmaz. İnsanın aklı sâlim, kalbi de pak olduğu zaman ruhu (=revân) tertemiz olur. Bunu daha önceki programlarımızda da söylemiştim: Farsçada, Arapçadaki “ruh”un ve “nefs-i nâtıka”nın karşılığı olan ve dilimizde de “cân” anlamına gelen “revân” sözcüğü, kelimenin türediği kök itibariyle, “giden, gidici” anlamına gelmektedir. O, aydınlık bir yolda “giden”dir. Onun için niçin böyle bir sözcük kullanılmış? Hiçbir zaman dur durak bilmediği ve yerinde saymadığı için. Nefs daima bir faaliyet içindedir. Faal olmayan bir fikir, fikir olabilir mi? Fikir daima faal, ruh veya nefs de daima gidendir. Bu gidicilik nereye kadar? Sonsuza dek. Nefs sonsuza kadar gidicidir ve yerçekimi kanununun gerekliliklerine uymaz; o tüm bunların dışındadır. Yerçekimi kanunu sizi sürekli bir yerde tutabilir; ancak onun ruhunuza bir tesiri olamaz. Ruh, yerçekiminin ne olduğunu bilir, ancak onun tesiri altında kalmaz.
Lârîcânî: Zamanı da tutamaz.
Dînânî: Evet, ruh zamana, “Eğer ben sana bir anlam vermeseydim, senin ne gibi bir anlamın olabilirdi ki?” diyor.
Lârîcânî: Ne kadar güzel ve ilginç bir açıklamaydı! O halde biz İranlılar, ona “kendisiyle müsemmâ bir isim” koymuşuz desenize…
Bu arada onun velâyet ve imâmet konusuna da diğer düşünürlerden farklı bir yaklaşım tarzı var. Örneğin ârifler genelde imâmeti hep velâyetten çıkarsarlar; ancak Kâşânî, Ehlibeyt’in bir (a.s.) haber ve rivayet kaynağı olmasından yola çıkarak, imâmetin sahasının zaten bu genişliğe sahip olma (yani velâyeti de içine alacak genişliğe sahip olma) liyakatini taşıdığını belirtiyor. Onun, Ehlibeyt’in (a.s.) sözlerinden yola çıkarak bu önemli meseleyi böylesi bir ihata ve vukûfiyetle ele alması gerçekten de takdire şayan.
Dînânî: Evet, çünkü o gerçek bir Şiî idi ve Ehlibeyt’in (a.s.) rivayetlerinden nasıl faydalanması gerektiğini çok iyi biliyordu. Yani o, rivayetlerde gördüğü latif anlamları bizlere güzel bir şekilde aktarmıştır. Takdir edersiniz ki, rivayetleri anlayabilmek o kadar da kolay bir şey değildir. Nasıl ki Kur’ân’ı anlamak zor ise, rivayetleri de anlamak aynı şekilde zordur: “Şüphesiz bizim emrimiz/işimiz gerçekten zordur.” Yani Biz Ehlibeyt’in (a.s.) fikirleri, yöntemleri sandığınız kadar kolay değildir: “Bunu, Allah’ın, kalbini imanla sınadığı mü’min kul dışında kimse üstlenemez/taşıyamaz.” Tüm bu gaybî sırlar, onların rivayetlerinde alabildiğine fazladır. Her sözün ve rivayetin bir zâhirî boyutu vardır, bir de bâtınî… Zâhirî kısmı daha çok şeriatla ilgilidir ve bunun – bâtınî boyuta nazaran – keşfinde pek bir zorluk yoktur. Örneğin kişinin nasıl abdest alacağı ve nasıl namaz kılacağı gibi konular… Ancak Ehlibeyt’ten (a.s.) maarif alanında ulaşan hadislerde durum bu kadar kolay değildir. Tevhid, nübüvvet, imâmet, me‘âd ve gayb âlemi ile ilişkili maarif (bilgiler), derin bir anlayışı ve konulara esaslıca hâkim olmayı gerektirir. Bu alanlarla ilgili hadislerde kullanılan sözcükler ve ibareler, bu âlemin en karmaşık ve en zor ifadeleridir; elbette ki Kur’ân-ı Kerîm’den sonra. “İşlerinin ve emirlerinin zorluğunu” yine bir Masum’un kendisi söylüyor. Bunları herkes anlayamaz doğal olarak.
Lârîcânî: İmam Ali’nin (a.s.), kendisinin “marifetu bi’n-nurâniye” (nurânîyetle tanınması) ile kastettiği şey neydi?
Dînânî: Evet, o burada “marifetu bi’l-cismâniyye” demiyor. Çünkü o Hazret’i cismen herkes görüyordu. Onunla olan herkes onun cismini görmekteydi. Bu sözü bile her şeyi ortaya koymakta. O Hazret’in nuranîliği neydi ve neyde idi mesela? Hz. Emîru’l-Mü’minîn (a.s.) kendisini nuranî görüyor. Hatta hiç çekinmeden, ona “nur” dahi diyebiliriz. Bir “nur” vardır, bir de “nuranî”. Hz. Ali (a.s.), esasında nurun kendisidir. Hazret’in nur makamı hakkındaki marifeti (bilgisi) ve velâyet makamına dair ilmi herkesin sahip olabileceği bir bilgi/ilim değildir ki… İşte, Feyz-i Kâşânî, Ehlibeyt (a.s.) kanalıyla ulaşan bu rivayetlere son derece önem vermiş, anlamları üzerinde dikkatle düşünmüştür.
Lârîcânî: Kesinlikle öyle. Kâşânî’nin eserlerinin özelliklerinden biri de, onun Ehlibeyt’in (a.s.) maarif ummanında dalgıçlık yaptığını tüm maharetiyle ortaya koymuş olmasıdır.
Dînânî: Eğer Şiîlik tarihi boyunca tüm Ahbârîlerimiz, tıpkı Feyz gibi Ahbârî olsaydılar, her şey ne kadar mükemmel olurdu. Ancak ne yazık ki Ahbârîlerin büyük bir kısmının fikren donuklukları söz konusudur. Şia’da ortaya çıkan bu akım – burada Feyz’i değil, diğer Ahbârîleri kastediyorum – ne yazık ki tahaccüre (taşlaşmaya) ve fikrî donukluğa duçâr olmuştur. Bu gibi akımlar sadece Şia içinde değil, Ehl-i Sünnet içinde de mevcuttu. Örneğin Hanbelîler, Mâlikîler ve daha pek çok grup. Bunlar bir tür zâhirciliği benimsemişlerdir. Peki, tüm bunların yanında Kur’ân bize neyi tavsiye etmişti? Düşünmeyi, tefekkür ehli olmayı… Bu durumda bu ekoller ya da gruplar, Kur’ân’ın bu yüce düsturunu kulak arkası etmiş olmuyorlar mı? Ehl-i Sünnet içinde sözünü ettiğimiz gruplar varken, biz Şiîlerin içinde de Ahbârîler vardı. Ancak Feyz, bunların içinde bir istisnadır. Haberlere ve rivayetlere ehemmiyet vermekle birlikte, kendisinin düşüncede bir donukluk söz konusu değildir.
Lârîcânî: Kâşânî, El-Vâfî kitabında, Ehlibeyt’in hikemî, irfânî ve felsefî rivayetlerinin, şeriatla ilgili rivayetlerinden daha fazla olduğunu vurguluyor. Neye dikkat çektiğine bir bakın…
Dînânî: Evet, söylediği şey çok doğru. Onların maarif alanındaki rivayetleri, diğer tüm alanlardakinden fazladır.
Lârîcânî: Evet, kendisi bununla ilgili olarak yine, Ehlibeyt’in (a.s.) çehresine bir mahcûriyet (mahcur bırakılmış, terk edilmiş olmak) mührü vurulduğuna işaret ediyor: “Benim bu alanda çabalayan herkese vasiyetim – özellikle Şiî maariften nasibini alanlara – bu nefis ve kalıcı eserlerin üzerindeki bilinmezlik perdesini çekip atmaları ve insanlığı, susuzluğunu çektiği bu maarife doyurmalarıdır.” Ne kadar güzel ve sorumluluk hissettirici bir tavsiye…
Dînânî: Bu ifadeler, onun bu meselelerin acısını çektiğini ve bu alanda bir sorumluluk duyduğunu göstermektedir. Eğer birçokları Feyz ile aynı hassasiyeti taşısalardı, bugün birçok rivayet mahcur kalmamış olurdu.
Lârîcânî: Evet. Ne yazık ki bunlar bizlerin pek az dikkat ettiği şeyler.
O halde buradan itibaren dilerseniz, konuları bir sınıflandıralım: İlk olarak fıkhı es geçelim. Çünkü programımızın formatı ve konusu bu alana yönelik değil. Felsefe alanında yazdıklarına bakalım:
Örneğin El-Kelimâtu’l-Meknûne’nin giriş kısmından bir pasajı okuyalım. Böylelikle yavaş yavaş derslerimize de başlamış oluruz: Onun “kelime” hakkında çok latif ifadeleri var: “Yaratılış âleminde – ister içte ister dışta olsun – ne kadar kelime gördüysem, bunların hiçbirinin birbirine benzemediğini fark ettim. Allah’ın yaratılış âlemindeki kelimelerinden her birinin bir mesajı vardı. Örneğin bir ağacın altından geçerken onun her bir yaprağının ve oradan geçen bir nehrin her bir damlasının kendine özgü nağmelerinin olduğuna tanık oluyordum.” Ne kadar ilginç, üstad.
Dînânî: Suyun şırıltısını ve yaprakların nağmelerini işitiyor. Eğer bir kimse duyan kulaklara sahip olursa, yaprakların da bir şarkısının olduğunu işitecektir. Suyun akışı, yaprakların hışırtısı, bunların her biri insana bir şeyler söyler. Yalnızca bunların sesi de değil, taşlar, kuşlar vd. olmak üzere tüm âlem, bir sadâyı terennüm etmekte. Kısacası her şeyin bir sesi vardır mutlaka… Bunları da duyacak kulaklar gerek. Eğer hakikatin remzini varlık âleminin zerrelerinden duyacak kulaklar olursa, bunların her birinde ne kadar haberin gizlenmiş olduğu görülecektir. Bu âlem sonsuzdur ve içindeki her şey haber içre haberdir. Fakat bizler ne yazık ki bundan gafiliz. Gündelik meşguliyetlerimize, giyimimize kuşamımıza, yememize içmemize o kadar gömülmüşüz ki… Oysa âlemin her yerinde ve her şeyinde bir haber vardır. Denizin derinliklerine de inseniz, bir dağın en yüksek zirvelerine de çıksanız her şeyde bir sırrın gizlendiğini göreceksiniz. En derin çukurlarda ve en yüksek noktalarda… Âlem, aşkın fısıltısından hiçbir zaman ari değildir. Bu âlemin tamamı, varlığın bir fabrikasıdır. Günümüzde her şeyin bir fabrikası vardır, öyle değil mi? Hâlbuki şöyle bir baktığımızda asıl büyük fabrikanın varlığın ve varlık âleminin kendisi olduğunu görürüz. Varlığın fabrikası, şu içinde yaşadığımız dünyanın kendisi ve onda gördüklerimizdir. Peki, bu varlık fabrikasının bir gayesi mevcut mudur, yoksa o, amaçsız mı yaratılmıştır? Bizler varlık fabrikasının amacını bilmesek de, neticede onun belli bir amaç için var edildiğini biliyoruz. Onun yanından yüzeysel, amiyane ve kayıtsızca geçip gidiyoruz. Oysa yapılması gereken, varlığın fabrikasından dersler ve ibretler almaktır.
Lârîcânî:
“Dedim ki, Ey Muhsin baş (=ser) sendedir, ancak sır suda ve yaprakta
O halde kendini bu gafletten kurtar.”
Dînânî: Feyz-i Kâşânî’nin, Farsçanın güzelliklerini sergilediği şiirlerinden biri… Muhsin kendi adı… “Başa sen sahipsin, sırra da onlar” diyor kendi kendine seslenerek. Dolayısıyla ser (baş) ile sırrın birbirleriyle bir irtibat kurmaları gerekir. Eğer başın (ser) bir sırrı olmazsa, ona baş da denemez. Ona ancak “kelle” denebilir. Baş sırla tanıştığında baştır, aksi takdirde bir kelleden fazlası olamayacaktır.
Lârîcânî: Feyz şöyle devam ediyor: “Tam da o ân kendime geldim ve hayatımın geri kalanını ziyan etmemeye, boşa harcamamaya ve varlık fabrikasındaki rolümü okumaya karar verdim.”
Dînânî: Meselenin püf noktası da zaten burada gizli. Varlık fabrikasının amacı nedir? Burası oldukça önemlidir. En azından varlık fabrikasındaki rolümüzün ne olduğunu öğrenebiliriz, öyle değil mi? Yoksa bunu dahi anlamamalı mıyız?
Lârîcânî: Bu, insandan beklenenin en azıdır.
Dînânî: Kendi rolümüzü bildiğimizde, varlık fabrikasının rolünü de anlamış olacağız zaten.
Lârîcânî: Gerçekten çok kıymetliydi anlattıklarınız, üstad. Konuya da güzel bir şekilde giriş yapmış olduk bu vesileyle.
Bilahare Mollâ Sadrâ’nın, onun adını “Feyz” koyması boşuna değilmiş…
Dînânî: Mollâ Sadrâ’nın, “Feyz” ve Feyyâz” isimlendirmelerinin ardından Feyz-i Kâşânî ile Abdürrezzâk Lâhîcî aralarında tatlı tatlı çekişmişler, bunlardan hangisi daha üstün diye. “Feyyâz” sonuçta Arapçadaki mübalâğa kalıbında. “Feyz” ise sadece feyz. Dolayısıyla bu iki kelimenin hangisinin bir diğerinden üstün olduğu tartışılmış. Buna Mollâ Sadrâ şöyle bir cevap vermiş: “Bu tıpkı, ‘Zeyd adalettir’ demek gibidir. Yani kişi, o şeye eşit olmuştur. Bazen ‘Zeyd âdildir’ deriz, bazen de ‘Zeyd, adalettir’ veya ‘adaletin kendisidir’ deriz. Adalette mi daha çok mübâlağa vardır, âdil olmakta mı? Sen ise ‘feyz’in kendisisin” demiş. Mollâ Sadrâ’nın cevabındaki hikmete bakın.
Lârîcânî: Gerçekten harika bir cevap olmuş.
Yine değerli bilgilerinizden istifade etmiş olduk. Ve aynı zamanda söyledikleriniz, ileriki programlarımızın da bir mukaddimesi niteliğindeydi. İnşallah ilerleyen derslerimizde bu büyük düşünürün şahsiyetinin muhtelif boyutlarına ve ilmî eserlerine yer vermeye çalışacağız.
Bir sonraki programımızda tekrar görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a ısmarlıyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.
Medya Şafak