Rasthaber - Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.
Sevgili seyircilerimizi, güzel dostlarımızı ve Marifet programını daima samimiyetle takip eden saygıdeğer izleyicilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.
Feyz-i Kâşânî’nin sırlarındaki sonsuzluktan bir katre mesabesindeki El-Kelimâtu’l-Meknûne’den bir pasaj seçtik. Üstadımızın bu konudaki açıklamaları, ilgili pasaja bir ışık tutmuş olacak. Seçtiğim pasaj şu şekilde:
“Her ne kadar Mele-i A‘lâ’nın kerrûbîleri ‘lev denevtü’ makamında duruyor olsalar da ve Hz. Ulyâ’nın mukarrebleri, ‘Seni hakkıyla tanıyamadık’ deseler de, ‘Lâ tudrikuhu’l ebsâr’ âyet-i kerimesi her göreni şamil olduğundan ve ‘Allah, gözlerden gizlendiği gibi akıllardan da gizlenmiştir’ nassı her göreni ve akıl sahibini muharrik kıldığından, Allah’ın adamlarının O’nu gören gözleri, ‘Ben görmediğim Allah’a ibadet etmem’ derler ve ‘Eğer perdeler kalksaydı, yakînim daha çok artmazdı’ caddesinde yürürler. Evet, hakikatin künhüne eriştirecek bir yol yoktur; çünkü o her şeyi kuşatmıştır. Dolayısıyla kuşatılan, kuşatanı bilemez. Ve bir şeyi idrak etmek, ihata olmaksızın gerçekleşemez. Bir şey idrak edilmedikçe o şey hakkında bir bilginin/ilmin oluşması da olanaksızdır.”
Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.
Bir önceki programda da belirttiğimiz gibi, daha çok Ahbârîliğiyle şöhret bulan ve aynı zamanda bir hakîm olan merhum Feyz-i Kâşânî’nin eserleri oldukça fazladır. Onun bunca eseri arasında sizin seçmiş olduğunuz bu muhtasar eserin ayrı bir havası vardır. Gerçekte bu kitabın, içerik olarak diğer tüm eserleri içine aldığını söyleyebiliriz. Bunlar rumuzlu, faydalı, sırlı ve gizli kelimelerdir. Eğer güzel bir perspektiften bakacak olursak bu eserde toplanmış kelimelerin tamamı âyet ve rivayetlerden alınmıştır. Evet, Feyz’in irfânın diliyle konuştuğu doğrudur; ancak o, bununla birlikte Kur’ân âyetlerine ve İsmet ve Taharet Ehlibeyti’nin (a.s.) rivayetlerine dayanmayan tek bir söz söylememiştir. Bu, Kâşânî’nin bir maharetidir. Çünkü o gerçekte bir Ahbârî idi ve haberlere de son derece mukayyet idi. Aynı zamanda ârif olduğundan, Kur’ân’ın maarifinden de olabilecek en güzel şekilde faydalanabilmiştir. Feyz-i Kâşânî, hakîmlerin, insanın kendini aşması gerektiği şeklindeki aforizmalarını doğrulayan şahsiyetlerden biridir. İnsan o ilk aşamada kaldığında, bir ilerleme kaydedemez ve böylesine derin sözler söyleyemez. Feyz, kendisini aşmıştır. Bu, onun büyük bir başarısıdır. Kendisini aşması, âyet ve rivayetlerden faydalanarak bu esrâr ve letâife ulaşmasını sağlamıştır.
Lârîcânî: Üstad, bu kitabın isminde geçen “meknûn” sözcüğünü biraz açabilmemiz mümkün mü? Çünkü Kur’ân-ı Kerîm de, “Onun aslı, saklanmış/korunmuş bir kitapta bulunmaktadır” buyuruyor.[1]
Dînânî: Evet, açabiliriz tabii. Çok güzel bir soru sordunuz. “Meknûn”, zâhir ehlinin, kendisine ulaşamayacağı şey demektir. Kelimenin anlamı, “gizli”dir. Yani bizler âyet ve rivayetlerde hep zâhirî bir boyut görürüz; ancak bunların gizliliklerine, sırlarına, derinliklerine ve bâtınlarına kolay kolay ulaşamayız. Feyz’in burada söylediği sözcükler, gizlidir; yani âyetlerin “meknûn”larıdır. Demin okuduğunuz pasajda da, o, Cebrâîl’in “lev denevtü” makamında, “Eğer bir adım daha yaklaşacak olursam yanarım” dediği bir rivayetten yola çıkıyor. Mukarreb bir melek olan Cebrâil’in bunu söylediği bir yerde, Feyz de ancak bir genellemede bulunabilir: Bu sadece Cebrâîl’in değil, tüm meleklerin halidir. Cebrâîl, Miraç gecesinde, bir mertebeye kadar, Hz. Hatmî Mertebet’e (s.a.a.) yoldaşlık etmişti. Ancak sonunda öyle bir yere geldi ki, artık orada daha fazla ilerleyemedi. Hazret ona “Sen de gel” diye sesleniyor, o ise, “Eğer bir adım daha yaklaşacak olursam kanatlarım yanar” diyor. Bu, kuşun değil, aklın ve gücün bir kanadıdır. Taakkul gücünün kanadıdır ve vücûdî bir kanattır. Yani, Cebrâîl, vücûdî olarak bundan daha fazlasını yapamayacağına inanıyor. Feyz, Cebrâîl’in bu sözünü genelleyerek, başını Cebrâil’in çektiği Mele-i A‘lâ’daki meleklerin (kerrûbîn) diliyle söylüyor. Sonra bir mertebe daha yücelerek mukarrebîn-i ulyâdan söz ediyor. Bizzat Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.) ne buyurmuştu? “Seni hakkıyla tanıyamadık.” Bu söz o kadar çok şeyi anlatmakta ki… Bunu söyleyen kim? Muvahhidlerin efendisi, varlık âleminin en büyüğü, Allah’a en yakın insan… “Seni hakkıyla tanıyamadık ve makamına yaraşır şekilde ibadet edemedik.” Pasajın ilk kısmı, meleklerin ifadeleriyken, bir sonraki kısmı Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.) sözleridir. Burası artık bir acz makamıdır. Sonrasında – belki zâhirde çelişiyorlarmış gibi algılanan başka bir şeyden söz ediyor ve bu sözlerini âyetle teyit ediyor: “Gözler onu idrak etmez.” Yani bir nevi, meleklerin ve Peygamber’in (s.a.a.) sözleri delillendirilmiş oluyor. Hakk’ı görebilecek hiçbir göz yoktur. “O, gözleri görür.” Sonrasında hangi nasstan faydalanıyor Kâşânî? “Allah, gözlerden gizlendiği gibi, akıllardan da gizlenmiştir.” Her aklın bir hicabı vardır. Hicap nedir? Aklın önüne engel olarak dikilen ve onun haddini (sınır) belirleyen şeydir. Yani aklın da bir sınırı vardır. Bu öylesine bir hicaptır ki, akıl onu ölçmeye kalkamaz ve aşamaz. Sonrasında Kâşânî bu iki rivayeti aktardıktan sonra, üslubunu ve konunun bağlamını değiştiriyor. O halde bir de Emîru’l-Mü’minîn Ali’nin (a.s.) sözlerine bir bakalım. Bakın, Şiîlik aslında ne demek? İşte bu sözlerden anlayın onun ne demek olduğunu… Keşke Müslümanlar bunların ne anlama geldiğini bir düşünselerdi! “Görmediğim bir Rabbe ibadet etmedim.” Yani “O’nu görmezsem, ibadet de etmem”, demektir bu. Hâlbuki bir önceki âyet ve rivayetler, O’nu hiçbir gözün göremediğini söylüyordu. Bu iki rüyet arasında ne gibi bir fark var? Meseleyi buralardan anlayın… “Eğer perdeler ortadan kalkacak olsa, yakînim daha da artmış olmazdı.” Biraz önce bahsettiğim, aklın o hicaplarına karşılık, Mevlâ Emîru’l-Mü’minîn (a.s.) ne buyuruyor? Eğer Allah ile kendisi arasındaki âlemin tüm bu hicapları ortadan kaldırılsaydı bile, onun yakînine zerre tesir etmezdi. Yani perde varken bile, aslında onun için yok gibidir. Yani “onun için” bir perde yoktur. Biri nübüvvetin, diğeri velâyetin dili. Burada elbette ki nübüvvet ile velâyetin çeliştiğini söylemek istemiyoruz. Örneğin IŞİD gibi terör örgütleri bu rivayetleri okusalardı ve Hz. Ahadiyyet makamını, Hz. Emîr’in (a.s.) tanıdığı gibi tanısalardı, bu kadar katliamlar yapmaz, bu denli fesada yol açmazlardı. Feyz, bir yandan Cebrâîl’in daha fazla ilerleyemediğinden, bir yandan da Muvahhidlerin efendisinin, “Seni hakkıyla tanıyamadık” hadisinden söz ediyor. Son olarak da Mevlâ Emîru’l-Mü’minîn’in (a.s.) sözlerini naklediyor.
Burada belki bir yanlış anlaşılma gündeme gelebilir. Dilerseniz hemen buracıkta bunu gidermeye çalışalım: Zira bazıları, Hz. Ali’nin (a.s.), Peygamber’den (a.s.) daha üstün olduğunu söylediğimizi düşünebilir. Hayır, benim söylemek istediğim şey bu değildi. Onların hepsi tek bir nurdur. Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.) nuru, Hz. Ali’nin (a.s.) bâtınındadır. Dolayısıyla insanlarımız ilk olarak bu rivayetleri kendimizden değil de birtakım kaynaklardan naklettiğimizi bilmeliler. Bu rivayetlerin hepsi müstenettir (bir senede dayalıdır). Bunları bir araya getiren Feyz’dir ve bildiğimiz gibi o, bir Ahbârî olması hasebiyle zaten bunu yapabilecek yetkinliktedir. Dolayısıyla o bunların sıhhatini, diğer her muhaddisten daha iyi bilmekteydi. Eğer bunu Ahbârî olmayan bir kimse yapmış olsaydı, onun bunları anlamamış olduğunu iddia edebilirdik. Oysa Feyz, aynı zamanda senetlere de vâkıf bir muhaddistir. O halde bu rivayetleri nasıl cem‘ edelim? Sonuçta bunlar güvenilir rivayetler. Bunların toplamı şudur: Hz. Emîr’in (a.s) sözleri, bâtından, Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a) sözleri ise zâhirdendir. Resûl (s.a.a), zâhirle memurdur; onun risaleti zâhirîdir ve insanları davet etmek üzerine kuruludur: Onlara, onların akıllarınca konuşmaktır yaptığı. Risalet, doğası itibariyle zâhirîdir. Hz. Emîr’in (a.s.) velâyeti ise bâtınîdir. Eğer Emîru’l-Mü’minîn (a.s.) o beş yıllık hilâfeti olmasaydı bile, bu durumun onun makamından eksilteceği bir şey olmazdı. Velâyeti kayıp mı olurdu? Hayır. Bir gün dahi halife olmasaydı bile, onun velâyeti yine de genel bir velâyetti (velâyet-i külliye). Mevlâ Emîru’l-Mü’minîn Ali (a.s.), sonsuza dek velidir. Veli, bâtının dilidir ve bâtının diliyle konuşur. Dolayısıyla o, bâtının diliyle konuşarak, “Görmediğim bir Rabbe ibadet etmem” derken, Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.) ise, zâhirin diliyle konuşarak, “Seni hakkıyla tanıyamadık” buyuruyor.
Lârîcânî: Elbette Peygamber’in (s.a.a.) de bâtının diliyle konuştuğu yerler olmuştu: “Kim beni görürse Hakk’ı görmüştür.”
Dînânî: Evet, burada velâyetin diliyle konuşuyor. Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.) hem risaletin hem de velâyetin diliyle konuşmuştur. Velâyet, risaletin bâtınıdır. Hz. Emîr’de (a.s.) olan her şey, Hz. Hatmî Mertebet’te (s.a.a) zaten mevcuttu. Buradaki fark, risaletin Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a) sorumluluğunda olması ve Hz. Ali’nin (a.s.) ise resûl olmamasıdır; ancak o, velidir.
Lârîcânî: Velâyetin asaleti, nübüvvetin hakikatidir.
Dînânî: Mevlâ Emîru’l-Mü’minîn (a.s), Peygamber’in (s.a.a.) hakikatine sahiptir; fakat risaletin zahirine sahip değildir. Dolayısıyla burada, Hz. Ali’yi (a.s.), Hz. Hatmî Mertebet’ten (s.a.a) üstün tuttuğumuz düşünülmemeli. Bu noktaya Feyz de dikkat etmiştir. O hem Ahbârî hem de muhaddis bir âriftir. Bu rivayetleri bilinçli bir şekilde bir araya getirmiştir. Sonrasında buna Kur’ân âyetini de ekliyor: “Nereye dönerseniz, Allah’ın veçhi oradadır.”[2] Peki, bu ne demektir? Bizim gibi sıradan insanlar için, bu, bir miktar müşküldür. Bizler etrafımıza baktığımızda çiçekleri, ağaçları vd. görürüz. Ancak bir kimse kâmil ve vâsıl bir ârif olduğunda, ağacı ve çiçekleri görse bile, aslında bunların her bir çehresinde Allah’ı görür, varlıkların mezâhirinde Hakk’ın nurunu müşahede eder. Yukarıda, Feyz’in aktardığı hadislerdekiler de bir rüyettir, biraz önce sözünü ettiğim şey de... Biri, mazharda zâhiri görürken (ki bu, velâyetin bakışıdır/rüyetidir), diğeri ise zâhir olmaksızın sadece mazharı görmektedir. Mazharın, zâhir olmaksızın bir faydası var mıdır? Eğer zâhiri mazharda görürsek, bu vilâyî bir bakıştır ve “Nereye dönerseniz, Allah’ın veçhi oradadır” âyetinin bir tecellisidir. Bunu biz değil, Kur’ân söylüyor.
Burada Hakk’ın veçhinin ne anlama geldiğini sorabilirsiniz. Tüm Müslümanlar bu âyeti okuyor. “Yöneldiğiniz, teveccüh ettiğin yer, Hakk’ın veçhidir.” Veçh, “yüz, çehre” anlamına gelir. Peki, Hakk’ın çehresi nasıl yerde olabilir? Şu karşımızdaki duvar, dışarda gördüğümüz ağaç, çiçek vd. Hakk’ın suretleridir. Peki, Allah’ın bir yüzü var mıdır ki? O’nun veçhi, âleme olan teveccühüdür/yönelişidir. Eğer, Hakk’ın, örneğin denize bir teveccühü (yönelim) olmasaydı, deniz, deniz olabilir miydi? Dolayısıyla tüm âlem, O’nun teveccühü olmaksızın, bir hiçtir. Eğer Hakk’ın inâyeti bir ân dahi âlemden yüz çevirecek olsa, bu âlem, âlem olamaz ve ademin karanlığında mahvolur, gider. Hakk’ın inâyeti, O’nun veçhidir. Vech de teveccühten gelir; “teveccüh”, “vech”in tefa‘‘ul bâbındaki mastarıdır. Bir şeye teveccüh etmek (yönelmek), kişinin yüzünü belli bir yere dönmesi demektir. Dolayısıyla tüm âlem – ama’sız ve koşulsuz – Hakk’ın veçhidir. Dolayısıyla bu âyette – hâşâ – ne bir abartı söz konusudur ne de zâhirin aksine delâlet eden başka bir anlam… O bu âlemde atomdan galaksilere kadar her şeye teveccüh ettiği için, tüm âlem O’nun veçhi olmuştur.
Lârîcânî: Dolayısıyla buradaki güzel nokta, insanın Veçhullah’ın penceresinden âleme baktığı takdirde, velâyetin bâtınından bakmış olacağıdır. Dolayısıyla Peygamber’in (s.a.a.) hem Allah’ın bir velisi hem de resûlü olarak böyle bir makamı vardır. Bunlar Muhyiddîn ibn Arabî’nin de çok güzel bir şekilde açıkladığı hususlardı. Hâfız’ın şiirinde de geçtiği gibi, veçhin kendisini câm-ı cihânnümâ olarak adlandırabilir miyiz?
Dînânî: Eğer câm-ı cihânnümânın hizmetinde olursanız, mülkten melekûta kadar hiçbir hicaba rastlamazsınız. Câm-ı cihânnümâ nedir, peki? İnsân-ı kâmildir. İnsân-ı kâmilden alâsı var mıdır? Âlemde olup da insanda bulunmayan tek bir şey var mıdır? İnsanda bulunmayan şey, dışarıda da yok demektir. Mülkten melekûta kadar ne varsa, hatta Hakk Tebârek ve Teâlâ’nın bile, insanda bir veçhi vardır. İnsan, Vechullahu’l-Ekber ve Halifetullahu’l-A‘zam’dır. Diğer bir deyişle, âlemdeki her şeyi gösteren bir aynadır ya da varlık kitabının fihristidir. Elinize aldığınız her kitabın önce fihristine bakarsınız, öyle değil mi? Fihristte ne görürsünüz? O kitapta yer alan her şeyin bir özetini. Eğer siz de Hakk’tan zerreye kadar tüm varlığı görmek istiyorsanız, âlemin fihristine bakacaksınız. Âlemin fihristi nerede yazılı, peki? İnsanda.
Lârîcânî: Merhum Feyz’in tüm bu açıklamalarını ve sizin bu anlattıklarınızı İmam Hüseyin (a.s.), Arefe Duası’nın bir cümlesinde bir araya getirmiştir. Hani insân-ı kâmilden de bahsetmiştik ya, deyim yerindeyse İmam da, kendi varlık sayfasının fihristini okumuştur bu duada adeta.
Dînânî: Kendisi, âlemin fihristidir.
Lârîcânî: Çok doğru.
“Varlığında Sana muhtaç olan bir şeye varlığın nasıl delil gösterilebilir?”
Dînânî: Bu ifade, tek başına her şeyi açıklamaya yeter. Ezelden ebede kadar, âlemin tüm hakîmleri, filozofları ve hikmetleri bir araya getirilse, ancak böyle bir cümlede özetlenebilirler. Duanın bir yerinde de, “Sen’den başkası için bir zuhur var mıdır?” buyuruyor. Elbette bu inkârî bir istifham… Allah diğerleri vasıtasıyla mı zuhur etmektedir, yoksa diğerleri mi Allah sayesinde zâhir olmaktadır? Allah, onlar var oldukları için mi zâhirdir, yoksa onlar zâhir oldukları için mi Allah zâhirdir? Eğer Allah olmasaydı, hangi şey zâhir olabilirdi ki? Her şey ademin karanlığında yok olur, giderdi. Dolayısıyla her şeyin zuhuru, Allah’ın zuhuru iledir. Bizler genelde şeylerin zuhurlarından O’nun zuhuruna varıyorsak da, gerçekte durum bunun tam tersidir. Kişi burada evreni izlediği gözlükleri değiştirmelidir. Hangi ârif bundan daha yücesini söyleyebilirdi ki? Cümle ne kadar da latif… İşte meknûn kelimeler bunlardır… Feyz, ne güzel bir isim kullanmış! O da bu ifadelerden ilham aldı mutlaka.
Feyz-i Kâşânî ile ilgili aktarmak istediğim önemli bir şey var. Evet, o da diğerleri gibi bir âlim neticede. Bizim pek çok âlimimiz var. Ancak bir noktada insanlar iki türlüdürler: Ya ilimleri kadar bilirler – ki bu gayet doğaldır, sonuçta herkes, bir şey hakkında ne kadar bilgi sahibiyse, o şeyi o kadar bilir – bir de başka birileri de vardır ki, bunlar da yine bilgileri kadar bilirler, ancak diğerlerinden farklı olarak, bildiklerinden daha fazlasını anlayabilecek kapasitededirler. Feyz de bildiklerinden daha fazlasını anlayanlardandır. Örneğin programın başında söylediğiniz hadisleri ve âyetleri pek çok kişi okumuştur, bilmiştir, öyle değil mi? Ne var ki o, diğerlerinin bildiğinden fazlasını anlamıştır, bunların her birinden. Feyz’in böyle bir haslete sahip olduğunu belirtmek istedim. Bildiğinden fazlasını anlayan her kimse, anladıklarının da daha ötesini anlayabilecek kapasitededir demektir.
Lârîcânî: Onun Ehlibeyt’in (a.s.) rivayetlerindeki derinliği herkesin malûmu.
Dînânî: İlk olarak bunları güzel bir şekilde ihata etmiş olması, oldukça hayranlık uyandırıcı. Hadisleri anlamış, ihata etmiş, sıhhatlileri sakim olanlardan ayırmış ve en güzeli de bunları yerli yerinde zikretmeyi bilmiştir.
Lârîcânî: İmam Hüseyin (a.s.), sonrasında şöyle devam ediyor: “Sen ne zaman gaiptin ki, Seni arayayım?”
Dînânî: Bu minvaldeki nice şiir de muhakkak ki bu ifadelerden ilham alınarak yazılmıştı.
Lârîcânî: Bizler tüm gençlere, İmam Hüseyin’in (a.s.) duasındaki bu ifadeleri düşünmeye davet ediyoruz.
Dînânî: Bu, daimî bir çağrımız.
“Sen ne zaman uzaklaşmıştın ki, eserlerinle sana yaklaşmaya çalışayım?” Allah, uzak mıdır? Bu ifadeler, Kur’ân’dan mülhem… “Biz ona şah damarından daha yakınız.”[3] “Dost, bana benden daha yakın.” Kurb-i ilâhîde uzaklık diye bir şey yoktur. Ancak bir aklî kural da var ki, bununla birlikte konuyu biraz da felsefîleştirmek istiyorum: Sonsuza yakın olan her şey, sonsuz olmayandan uzaktır. Sonsuzdan uzak olan her şey de sonsuz olmayana yakındır. Bu hem matematiksel hem de aklîdir. Sonsuz olmayan şeylerde bir yakınlık ve uzaklık söz konusu olabilir; ancak sonsuz olan için artık böyle bir şeyin ederi yoktur. Allah sonlu mudur, sonsuz mudur? Sonsuzdur.
Duanın devamında ne buyuruyor İmam Hüseyin (a.s.)? “Seni görmeyen gözler kör olmalı” diyor. Bazıları bunun bir tür beddua olduğunu düşünüyor. Oysa ben buna katılmıyorum, bu ifadenin zorunlu olarak bir beddua olması gerekmiyor. Bu bir haber cümlesidir: “Seni görmeyen gözler kördür” denmiş yani. Gerçek de bu değil midir, zaten? Allah’ı görmeyen göz, gerçekten de kör değil midir? Neden bir de “kör olsun” diye beddua edelim ki? Kur’ân da, “Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler”[4] buyurmuyor mu? Hakk’ı görmeyen, âlemin hakikatlerini de göremez. Bu âlemin hakikatlerini görmeyen ve bunlara karşı kör olan bir kimse dalâlet, cehalet, inat ve fesat vadisinde kalır.
Lârîcânî: Böylelerine insan dahi denemez ki… Onlar insanlıktan çıkmışlardır aslında. Kûfeliler Allah’ı görseydiler, İmam Hüseyin’i de (a.s.) görürlerdi.
Dînânî: Kûfeli kimliğinin/karakterinin yalnızca o zamanlara mı mahsus olduğunu sanıyorsunuz? Şimdi Kûfeliler yok mu? Bizim mekânlarla, coğrafyalarla bir sorunumuz yok. Burada kastettiğimiz de böyle bir anlam değil. Kör olmayan Kûfeliler de vardır elbette. Özetle, böyle kimseler hep vardı ve var olmaya devam edecek.
Lârîcânî: İmam Hüseyin (a.s.), yakınlarını birer birer kaybettiğinde, o tevhidin zirvesi sayılacak sözlerini söylüyor: “Allah’ım, Seni kaybeden neyi bulmuştur, Seni bulan neyi kaybetmiştir?”
Dînânî: Hakk’ı kaybeden neyi elde edebilir? Hiçbir şeyi. Hakk’a ulaşanın ise neyi yoktur ki?
Lârîcânî: İşte bu nedenle bizler İmam Hüseyin’i (a.s.), âriflerin öğretmeni olarak biliyoruz. Onun Âşûrâ’daki en büyük sermayesi Allah idi.
Dînânî: İrfân onlardan kaynayıp gelmiştir. Gerçek veliler onlardır. Kâmil veliler üstelik… Başkaları ancak onların gölgesinde veli olabilirler.
Lârîcânî: Allah’a ve tevhide iman etmenin, insan hayatında ne denli bir etkisi olabilir? Yani bana göre Âşûrâ’nın en büyük mesajı, insan eğer Allah ile değilse, istediği kadar kudret ve servet sahibi olsun, aslında bir fakir ve zavallı olmasıdır.
Dînânî: Kendisinin sandığı her şey aslında bir tevehhümden ibarettir. Bunlar gönlü bir süreliğine oyalayan heveslerden başka bir şey değildir. Hakikatten ve mutlak ebediyetten nasibi olmayan kimse, kendisini sürükleyen bir hayalin içindedir. Tevehhümlerinin içinde tutsak kalmıştır.
Lârîcânî: Sonrasında İmam Hüseyin (a.s.) şöyle devam ediyor: “Babam Emîru’l-Mü’minîn Ali (a.s.) ne de güzel buyurmuş: ‘Allah, kulu için, onlar tarafından görülmeksizin mahlûkâtta tecelli etmiştir.’”
Dînânî: Burada oldukça azametli cümlelerle tecellinin iki boyutundan söz edilmiş. Allah ilk merhalede, yarattıklarında tecelli etmiş ve bu, onlar bunu görmeksizin gerçekleşmiştir. Bu, birinci tecelliydi. İkincisinde ise, kendisini görmeleri için onların rüyetlerine tecelli etmiştir. Burada yine aklî bir kaideye işaret etmek istiyorum. Bizler çoğu kez Allah’ı kuşattığımızı ve idrak ettiğimizi sanıyoruz. Hatta muvahhidler bile böyle düşünmekte. Oysa mahdut olan mahdut olmayanı kuşatabilir mi? Hayır. Allah’ı idrak eden, bizler değiliz. O bizi idrak ettiği için biz bu idrakin ışığında O’nu idrak edebiliyoruz. Bunu biraz daha genelleyelim: O’nu gördüğümüzü söyleyen biz değiliz. O bizi gördüğü için biz O’nun görüşünde O’nu görmekteyiz. Hakk bizi işittiği için biz bu işitmenin ışığında Hakk’ı işitmekteyiz. Eğer Hakk tarafından bir şey yapılmazsa, bizler aslında hiçbir şey yapamayız. O bize nazar ettiği için biz O’na nazar edebiliyoruz. Aksi takdirde nazar edemezdik ki. Kısacası kural şu: Sonsuz olan, sonsuz olmayanda tecelli ettiği için, sonsuz olmayan sonsuz olanı idrak edebiliyor.
Lârîcânî: Evet, Feyz de metnin devamında, hakikatin künhüne bir yol olmadığını, çünkü O’nun her şeyi kuşattığını söylemişti. Yani bizler O, bir şey yapmaksızın hiçbir şey yapamayız.
Dînânî: Bizler kuşatanın ışığında yine O’na döneriz.
Lârîcânî: “Ve bir şeyi idrak etmek, ihata olmaksızın gerçekleşmez. Bir şey idrak edilmedikçe o şey hakkında, mütecellinin tecelligâhlarda tecelli etmesi dışında bir bilginin/ilmin oluşması da olanaksızdır.”
Dînânî: Bunlar büyük bir dikkat ve zekâ gerektiren şeyler.
Lârîcânî: Üstad, burada İmam Hüseyin’in (a.s.) Âşûrâ’sı hakkında da bir mesaj verelim istiyorum: İmam Hüseyin (a.s.) kıyamın en can alıcı yerlerinde bile bizlere tevhid dersi vermekten bir an olsun geri kalmıyor.
Dînânî: Aslında onun şehadeti, tevhiddir.
Lârîcânî: Kesinlikle öyle. Peki, biz bu şehadeti, biraz önceki ikinci tecelli olarak anlayabilir miyiz?
Dînânî: Tabii ki. Zira mesele tam da sizin söylediğiniz gibi… “Şehadet” sözcüğü bile, şuhûddan ve görmekten gelir. O, şehit olduğunda kimi görmüştü? Allah’ı.
Lârîcânî: Bu tam onun şa’nına layıktır.
Dînânî: Aslında şehadeti anlamlandıracak olursak, o, Hakk’ı görmenin kendisidir. Allah’ı görmeden öldürülen bir kimse şehit değil, maktûldür. Her öldürülen şehit midir? Hayır. Şehit, öldürülüşüyle birlikte Hakk’ı gören kimsedir. Tam da Hakk’ı gördüğü için öldürülmüştür hatta. Şehit, Hakk’ı hem hayatında hem de memâtında şuhûd eden kimsedir. İbn Mülcem (l.a.) gibilere şehit diyebilir miyiz? Hayır.
Lârîcânî: Ne kadar ilginç: Önce Allah’ı görmek, sonra şehit olmak… Hem şahit hem de şehit…
Dînânî: Hem de meşhûd.
Lârîcânî: Ne kadar büyük bir makam. Yani kişinin Hakk’a ittisali. Gerçekte insân-ı kâmil, kendisini, tam bir örnek olarak İmam Hüseyin’in (a.s.) şehadetinde göstermektedir. Tüm peygamberlerin ve velilerin ona tevessül etmesi, sebepsiz olmasa gerek. Hatta Hz. İbrahim’den (a.s.) ulaşan bir nakilde, o, Hz. Hüseyin’in (a.s.) azametinden söz ediyor.
Dînânî: Hz. Hüseyin de (a.s.) kendi zamanının Halîl’idir ve Hz. İbrahim’in (a.s.) devamıdır; hiçbir fark yoktur aralarında. Onun halîlliği, Hz. Hüseyin’e (a.s) ulaşmıştır.
Lârîcânî: İmamların (a.s.) ziyaret dualarında da onların geçmişteki peygamberlerin mirasçıları olduklarına dair pek çok ifade yer almakta. Hatta Âdem’den (a.s.) başlayarak… “Es-Selâmu aleyke, yâ vârise Âdeme safvetillâh.”
Dînânî: Onun hülleti (Halîlliği) İbrahim’den (a.s.) mirastır. Kelimesi, Mûsâ’dan (a.s.) ve ruhâniyeti, İsâ’dan (a.s)…
Lârîcânî: Bu ziyaretnâmelerdeki ifadeler ne kadar da ilginç.
Dînânî: Sadece maddî verasetler mi vardır? Hayır. Manevî verasetler de var.
Lârîcânî: Allah bizlere bu kıymetli hazinelerin değerini bilme tevfikini bahşetsin.
Bu bağlamda sizden, Âşûrâ’ya dair ahlâkî bir tavsiyeyi ve mesajı aktarmanızı rica ediyorum.
Dînânî: Ben kendimi böyle bir makamda görmediğim için, ahlâk dersi vermemeyi tercih ediyorum genelde. Burada ancak dua edebilirim: “Allah’ım, bizleri, İmam Hüseyin’in (a.s) ve Ehlibeyt’in (a.s.) maarifi yolunda, önceki halimizden daha bilgili ve amel ehli kıl.” Biz onların maarifini ne kadar elde edebilirsek, doğru yolda da bir o kadar sabitkadem bir şekilde ilerleyeceğiz demektir.
Lârîcânî: Ne güzel bir dua… Aynı zamanda felsefî bir dua da etmiş oldunuz. Bizim yitiğimiz zaten bu maarifin içindedir. Gandhi’nin ifadesiyle, insan eğer Âşûrâ’nın mesajını iyi bir şekilde idrak edebilirse, evrende baştan sona sulh ve esenlik hâkim olacaktır. Yani insanın tüm maarifî potansiyeli, kinetiğe (fiiliyet) ulaşmış olacaktır.
Dînânî: Eğer insanlar, biraz önce okuduğunuz ifadelere hâkim olan tevhidi hakkıyla anlamış olsalardı, hiçbir savaş olmazdı. Ne yazık ki, insanlar anlayamıyorlar ve bizim de elimizden bir şey gelmiyor.
Lârîcânî: Yine değerli bilgilerinizden istifade etmiş olduk. Âşûrâ gecesi, İmam Hüseyin (a.s.), yakınlarına aralarındaki birkaç kişinin şehadet haberini verdiğinde, Hz. Zeynep’in (s.a.) yüzüne bakarak, “Bu gece bizim son gecemiz” buyuruyor. “Bu gecede yapılabilecek en güzel şey nedir? Maşûk ile halvet etmektir.” Bu cümlelerin ve eylemlerin hepsinde tevhid var. Çadırında sabaha kadar Rabbine niyaz halinde…
Dînânî: Vahdette bir çekişme yoktur; tüm çekişme kesrettedir. Eğer insanlar vahdet yolunda ilerleselerdi, hiçbir zaman çatışmazlardı. İmam Hüseyin (a.s.) tüm eylemleri, söyledikleri ve hatta dualarıyla dahi, bizlere bir tevhid dersi vermekte.
Lârîcânî: Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a emanet ediyoruz.
Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.
Medya Şafak
-----------------------------------------------
[1] Vâkı‘a Sûresi, 78. âyet
[2] Bakara Sûresi, 116. âyet
[3] Kâf Sûresi, 16. âyet
[4] Bakara Sûresi, 171. âyet