İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (4)

İmam Mûsâ Kâzım’dan (a.s.) nakledilen bir hadis bu şiirdeki ifadeye uygundur. İmam Mûsâ Kâzım (a.s) her şeyin bir delili olduğunu ve aklın delilinin tefekkür, tefekkürün delilinin sükût, sükûtun delilinin de “Velâyet”leri olduğunu söylüyor. Yani siz bizim “emrimize” (Velâyetimize) sükût makamında ulaşabilirsiniz.
GİRİŞ: 23.07.2021 12:36      GÜNCELLEME: 23.07.2021 12:36
Rasthaber -  Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm

Cemalet âftâb-é her nezer bâd

Z khûbî rûy-é khûbet khûbter bâd

Mera ez tost her dem tâze eşqi

To ra her saati husn-é dîger bâd

Cemalin her bakana güneş olsun

Güzellikten güzel yüzün daha güzel olsun

Bana senden her an yeni bir aşk vardır

Senin her saatin bir başka güzellik olsun

Hâfız 

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Bildiğiniz gibi, Mevlânâ’nın Mesnevî-yi Manevi adlı eserinden bahsediyoruz. Birkaç programdır sayın üstadımızla birlikte Mesnevî’nin birinci defterindeki başlangıç beyitlerini ele alıyoruz. Şimdi Mesnevî’nin 18 ve 19. beyitlerine geldik.  

Üstad önceki 17 ve 18. beyit boyunca anlatılanlarda, Hz. Mevlânâ ‘‘ney’’i insan-ı kâmil olarak anlattı ve bu ‘‘ney’’in özelliklerini açıkladı. İlk 18 beyitten şu sonuca ulaşılabilir: İnsan-ı Kâmil’in varlık âleminde bir görevi vardır, o görev de saliklerin elini tutmasıdır. Onların elinden tutup aşkın harimine götürmeleri gerekiyor.

İnsan-ı Kâmil iki yönlü bir insandır. Yani onlar hem arşın hem de ferşin (yeryüzünün) saatini kavramıştır. Böylesi insanların saliklerin elinden tutup onlara rehberlik etme salahiyeti ve kabiliyeti vardır. Neden? Çünkü bir sonraki beyit bunu söylüyor, diyor ki:

Bend bogsel, bâş âzâd ey péser

Çend bâşi bend-é sîm u bend-é zer

Bağı çöz ve özgür ol ey çocuk

Ne zamana kadar gümüş ve altının esiri olacaksın

Bu beyitteki “çocuk” kelimesiyle ilgili olarak tüm yorumcular, mürşidlerin müritlerine çocuk diye hitap ettiklerini söylüyor. Burada çocuk kelimesi sâlik anlamındadır. O halde diyor ki senin sâlik olabilmen için ilk şart, dünyevi ilgilerden bağlarını koparmandır.

Bu durumda Mevlânâ açısından sülûka başlama şartlarından birinin dünyevi ilgilerden bağını koparmak olduğu söylenebilir mi?

Üstad Dînânî: Evet, kesinlikle öyle. Genel anlamda Hak yolu demek olan sülûkun ilk başlangıcı tezkiye, yani temizlenmedir. Nitekim Kur’ân ayetleri de hadisler de buna delalet eder; sülûk ehlinin tecrübeleri de bunu gösterir.

Tezkiye ise dünyevi ilgilerin terk edilmesidir. Tezkiye insanın dış görünüşüne makyaj yapması değildir. Tezkiye, temizlik demektir. Daha önce de arz ettiğimiz gibi Hak Teâlâ dışında başka şeylere gönül bağlamak kirliliktir.   

Gönül, Allah’a özgüdür; kalp Allah’ın evidir. Allah’ın mekânı yoktur, O, mekândan münezzehtir. Ama eğer Allah’a bir yer söz konusu olacaksa o yer, bilinçli insanın kalbidir. Bunu neye dayanarak söylüyorum? Bizatihi Hak Teâlâ’nın kelamına dayanarak söylüyorum. Bir kudsî hadiste şöyle deniyor:

“Ma vesianî arzî ve la semaî ve vesianî kalbu’l-mümin!”  Yani “ben yere ve göğe sığmam, müminin kalbine sığarım…” Allah, başka hiçbir yere değil sadece bilinçli mümin kulunun kalbine sığacağını söylüyor. Bu çok acayip bir sözdür, izin verirseniz bunu açıklayayım. Çünkü bu, Mevlânâ’nın sözlerinin de tefsiridir.

‘‘Ben mümin kulun kalbine sığarım’’ ne demektir? Eğer bunu zâhirî anlamda düşünürsek önce şunu soralım. Zarf mı büyüktür yoksa mazruf mu büyüktür? Tabii ki zarf büyük olmalıdır; çünkü mazruf, zarfa sığmaktadır. Bakın insan kalbi ne kadar büyüktür; ama bunun bir küfür sözü olduğunu söyleyemeyiz.

Allah “la yetenahi”dir, yani sınırsızdır, peki nasıl oluyor da bilinçli insanın kalbine sığıyor? İnsanın bir açıdan sınırsız bir yöne sahip olduğunu söylemekten başka çare yok. Yoksa bu hadise bir anlam veremezsiniz. Sınırsız olan bir şey sınırlı bir şeye sığmaz.  Akıl bunu gerektirir.

İnsan kalbi, insan düşüncesi ve aklı tüm sınırlılığına rağmen bir yönüyle sınırsızdır. Peki, o yön hangi yöndür? Allah’la irtibat yönüdür. İnsan içini dünyevi ilgilerden boşaltırsa ney gibi olur. ‘‘Taallukları terk et ey çocuk!’’ derken “ey çocuk” ifadesiyle sâlike işaret ettiği doğrudur. Ama çocuk aynı zamanda baliğ olmayan kişidir. Yani kavuşma buluğuna ermemiştir ve bu âlemde hala birtakım bağlara sahiptir.

“Ey çocuk bağları çöz ve özgür ol”; yani ayakların hâlâ bağlıdır. Zaman, mekân, ilgiler, nefsani istekler birer zincirdir ve bu ilgiler de tek renk değildir. İlgilerdeki bu çok renkliliğin de sınırı yoktur. Bunlar sayılamayacak kadar fazladır.

Eğer bütün bu bağları çözüp kurtulabilirsen kalbin Rahman’ın huzuruna hazır hale gelir. Hak Teâlâ’nın rahmeti orada yerleşir. Bir başka kudsî hadiste “ene inde’l qulûbu’l münkesire” veya “el-munkesiretu qulubuhum” diye geçiyor. Yani “ben kırık kalplerdeyim”. Peki, kırık kalpler ne demektir? Musibete uğramış, gamlı ve kederli insan mı? Hayır, taallukları kırmış olan kalptir.

Laricanî: Veya hadler, sınırlar…

Üstad Dînânî: Evet, taalluk sınırdır zaten, bir yerde taalluk, ilgi varsa had vardır zaten. Taalluklar terk edilince hadler, sınırlar çözülmüş olur. Artık sınır yoktur, münkesir olmuş, kopmuştur. Hak Teâlâ dışındaki her şeyden kopunca da işte o zaman kalpte Hak Teâlâ’nın yeri olur. Yani işte o zaman sınırsız olan, sınırsız olanda olur. Bu bir hadistir. Ya bu hadisi kabul etmeyeceksiniz veya bu şekilde anlam vereceksiniz. Başka yolu yok.

Laricanî:

Khoda ender dél-é mu’min bégonced

Ké mu’min ra dél-é bî intihast

Allah müminin kalbine sığar

Ki müminin kalbi sınırsızdır

Üstad Dînânî: Bravo, evet, aynen dediğim gibi. Mümin bilinçli kişidir, Hak Teâlâ’nın ârifi olan kimsedir. Mümin derken birtakım dış görünüşler kastedilmiyor. Bir kimse gerçek bir bilinç sahibi olursa Allah onun kalbine sığar.

Bağı çöz ve özgür ol ey çocuk!

Ne zamana kadar gümüş ve altının esiri olacaksın 

Evet, sıradan insanlar, altın ve gümüşün esiridir. Altını, gümüşü, parayı, makamı, iyi yaşamayı, riyaseti seviyorlar. Dünya sevgisinin çok farklı türleri ve şekilleri var; dünya sevgisi tek renkli tek şekilli bir şey değil. Kimisi altını, parayı sever; kimi mevki ve makamı sever. Kimi parayla ilgilenmez ama riyasete teşnedir. Saygı görmeye, elinin öpülmesine, başkası tarafından övülmeye teşnedir.

Sokrat, ârif değildi ama bir hekimdi. Sokrat’a falanca kişinin kendisini övdüğünü söylediler. O hüngür hüngür ağlamaya başladı. Adam şaşırdı ve “yanlış anladınız o kötü bir şey söylemedi, o sizi övdü” dedi. Sokrat ise “evet o şahsı tanıyorum o cahil biridir. Acaba benim nasıl cahilce bir davranışım oldu ki o cahil benim davranışımı beğendi” dedi.

Sokrat, işte o bağlardan kurtulmuş biriydi. Tabii Mevlânâ tarzında bir ârif gibi değildi, bir hekim ve filozof gibiydi. Elbette ilgileri, bağlılıkları terk etmek gerçekten çok zor bir iştir, Hak’tan başka bir şeyi görmemek çok zor bir iştir.

Burada ilgilerini, bağlılıklarını henüz terk edememiş olana “çocuk” diye hitap ediyor. Çünkü o Rahmani buluğa ulaşamamıştır. Ancak o bağlardan kurtulursan buluğa ermiş olursun ve özgürleşirsin. Özgürlüğün anlamı da budur.

Özgürlük de çeşit çeşittir. Heva ve hevesleri yerine getirmek, canının her istediğini yapmak, bu da bir özgürlüktür. Bir diğer özgürlük ise çok az insanın anlamını kavrayabildiği bir özgürlüktür. O da her türlü ilgi ve bağlılıklardan özgür olmaktır.

Bakın Hazret-i Hâfız ne diyor:

Golam-é himmet-é ânem ké zîr-é çerkh-é kebûd

Z her çé reng-é tealluq pezired âzâd est.

Bu mavi felek altında o kimsenin himmetinin kölesiyim ki

Bağlılığın her rengine kapılmaktan özgürdür.

Evet ilgiler, bağlılıklar bir-iki renkten ibaret değildir. Tüm bağlılıklardan kurtulmak sözde kolaydır, eğer bu zor işi gerçekleştirebilirsen işte o zaman özgürsün. Hak sözünden başkasını duymayan, Hak tecellisinden başka bir şeyi görmeyen kimse gerçek özgürdür.

Laricanî: Hazreti Mevlânâ, burada bir misal veriyor:

Ger bérizî behr ra kûzeyî

Çend gonced qısmet-é yek rûzeyî

Eğer denizi bir testiye dökersen

Ne kadarını alır, bir günlük kısmını

Üstad Dînânî: Evet, ‘‘eğer siz bir denizi testiye dökmek isterseniz’’ deyip soru soruyor: Bu testi, sürahi, kap veya fincan denizden ne kadarını alabilir?  Bir fincan, testi veya sürahi su alabilir, denizin tamamı sığmaz.

Herkesin bir kapasitesi, sınırı vardır. Ancak insan bu sınırı kırabilir. Kimi insanlar sülûk ile sınırları kırabilirler. İşte o zaman kapasiteleri sınırsız olur. “El munkeseretu qulubuhum” işte budur. Gönlü kırık demek, bir kişinin bir alışverişte zarar ettiği için veya başka bir musibete uğradığı için üzüntülü olması anlamına gelmiyor.

Gönlün Allah dışındaki her şeyden kırılıp kopması demektir.  Mevlânâ, burada sakince söylemiş, bir başka yerde ise daha hamasi bir edayla şöyle diyor:  

Çun ké men ez dest şodem der reh-é men şîşe menéh

Ver bénehi pâ bénehem her çé béyabem şikenem


Ben kendimden geçtiğimde yoluma şişe koyma

Eğer koyarsan ayağımı koyar her ne bulursam kırarım
 
Hâfız da şu beytinde bu hamasi söyleyişi Mevlânâ’dan almış gözüküyor:

Béyâ gol berefşânîm u mey der sâger endâzîm

Felek ra saqf béşkafîm u terh-é nov derendazîm

Gel güş saçalım ve kadehe mey dolduralım

Feleği tepesinden yaralım ve yeni bir düzen verelim.

Mevlânâ, benim yoluma şişe koyma, engel koyma ben Hak dışındaki her şeyi kırarım diyor. Şişe değerli şey anlamındadır. Benim önüme bunları koyma ben öyle bir haldeyim ki bunları kırar geçerim, diyor.

Laricanî: Burada belki bir kızma da olabilir. Yani “senin testi kadar kapasiten var, niçin denizi talep ediyorsun” demek istiyor da olabilir.

Üstad Dînânî: Evet, hem de “bil ki senin kapasiten bu kadardır. Bu küçük kabın bundan fazla nasibi yoktur” demek istiyor.    

Laricanî: Yani şunu söyleyebiliriz: Bizim dünyamızın kapasitesi sınırlı, manevi ve ruhani kapasitemiz ise sınırsızdır.

Üstad Dînânî: İnsanın iki yönü vardır. İnsan öncelikle kendini tanımadan Hakk’ı tanıyamaz. Allah Tebarek ve Teâlâ’ya ulaşmanın yolu, kendini tanımaktır. Biz kendimizi tanımıyoruz, kendimizi dünyevi temenni ve isteklerimizden ve sahip olduğumuz sınırlı kapasitemizden biliyoruz.

Gerçi bu dünyevi temenniler ve istekler de bir anlamda sınırsızdır. Kimi insanlar nefsani isteklere ve şehvetlere doymuyorlar. Mesela Karun gibi servet düşkünü birine ‘‘servete doydun mu’’ diye sorun ‘‘hayır, daha fazla’’ diyecektir. Adeta cehennem hali kazanıyorlar. Cehenneme soruluyor “doldun mu” diye, cehennem ‘‘hayır, daha ver’’ diyor, doldum demiyor.

Laricanî: Evet, şöyle diyor:

Kûze-yi çeşm-é herisan por ne şod

Tâ sedef qâni ne şod, por dur ne şod

Harislerin göz testisi dolmadı

Sedef ise kanaatkâr olmasaydı inci ile dolmazdı

Üstad Dînânî: Evet, yani demek istiyorum ki insan iki yönüyle de sınırsız olabilir. Fesat, şekavet, dünya tutkusunun doyumu yoktur. Ne kadar verirseniz doymaz ve daha fazlasını ister. Aynı şekilde ilgilerin terk edilmesi ve Hak yönüne gidilebildiği kadar gidilmesi de sınırsızdır. Yani insanın iki başı da sınırsızdır; ama ortası sınırlıdır. Biz bu sınırlı ortayı tutuyoruz ve şekâvet tarafında nasıl bir uçurumun kenarında olduğumuzu, diğer saadet tarafında ise nasıl bir yücelişin kenarında olduğumuzu fark edemiyoruz.    

İşte bu yüzden insanın kendini tanıması gerektiğini söylüyorum. İnsan, istidadının ne kadar olduğunun bilincinde olmalıdır. İnsanların çoğu kendi istidatlarının ne kadar olduğunu bilmiyor. Sizin buyurduğunuz gibi testi ne kadar su aldığını ve daha fazla istememesi gerektiğini bilmiyor. Bir testi denizi ne kadar isterse istesin alabileceği testi kadardır; kapasitesi ondan fazla değildir.

Her varlığın bir sınırı vardır. Mesela bir ağaç sınırlıdır, meyve verdikten sonra onun işi bitmiştir. Hayvanlar da sınırlıdır, hatta hayvanların istekleri de şehvetleri de sınırlıdır. Hayvanların belirli mevsimlerde şehvetleri tahrik olur. Hayvanların mal, servet biriktirmeleri ve dünyevi ilgileri yoktur. Bir aslan doyduğu zaman bırakıp gidiyor; ancak insan doymuyor. Ne kadar para biriktirse daha fazlasını istiyor. Yani insan hem bu taraftan hem de o taraftan sınırsızdır. Dolayısıyla insanın kendini tanıması çok önemlidir.

Laricanî: Evet, Hazret-i Mevlânâ da bunu söylüyor ve ‘‘İnsan dünyaya bağlanırsa ve dünyanın esiri olursa onun feryadına ancak aşk yetişebilir’’ diyor.  

Her ké ra câme z eşqî çâk şod

U z hérs u éyb kullî pâk şod

Bir aşk yüzünden elbisesi yırtılan

Hırstan ve ayıptan tamamen temizlendi

 Üstad Dînânî: Demek istiyor ki akli vesveseler, tevehhümler ve hayaller hırsın rakibi olamaz. Hırs, şehvet, istekler, insanda o kadar güçlü ve o kadar çeşitlidir ki on tanesini tanırsan yüz tane daha ortaya çıkar. İnsanlar bazen bundan dolayı yanılgıya düşüyor. İnsanlar bazen nefsani bir şeyi -yanılgıya düşerek- Rahmani bir şey sayıyor. Onun Rahmani sandığı şey aslında şeytanidir. Bu oldukça zor bir şey ve insanın bu konuda çok dikkatli olması gerekir. İnsan bazen Allah’ın yolu olduğunu sanarak bir yola girer ama aslında o şeytanın yoludur.

Bunlar vesvese veren şeylerdir, matematiksel hesaplar, hayaller ve hatta akli istidlaller bazen işe yaramıyor. Bu noktada Rahmani bir aşk gerekir. Bu aşk gelir ve bir ateş gibi her şeyi yakar. Gönüller aşktan yırtılır. Yani ilahi aşkın ateşi, Hak dışındaki her şeyi yakıp kül ederse işte o zaman yolda ilerleyebilir. Vesveseler olduğu zaman ve onlar yanmadığı zaman bir miktar yürür ama sonra yeniden vesveselerin esiri olur.

Laricanî: Burada bazı müfessirler ‘‘Mevlânâ, tüm dertlerin ve dünyevi esaretlerin dermanının aşk olduğunu söylüyor. Ancak dünyanın kendine özgü bir cazibesi de vardır. Özellikle de bizim yaşadığımız çağda teknoloji öyle rahatlıklar sağlıyor ki her an yeni birtakım ilgilere ve bağlılıklara sahip oluyoruz. Mesela arabası olan biri daha iyi bir araba olduğunda ona binmek istiyor. İnsan bunca maddi cazibe ve hırs karşısında aşka nasıl ulaşacak? Aşkı bir anda nereden bulacak, aşk satın alınan bir şey midir? Bunu kimden talep edecek, nasıl ulaşacak? Bence bunlar Mevlânâ’nın ifadelerindeki kayıp halkalardır’’ diyorlar.

Üstad Dînânî: Sadece Mevlânâ’nın açıklamalarında değil. Bahsettiğiniz kayıp halka bir anlamda vardır ama bir anlamda da yoktur. Aşk, sizin de buyurduğunuz gibi satın alınabilen bir şey değildir. Para verip aşk satın alamazsınız, aşk talep etmekle de çalışıp çaba göstermekle de olmaz.

Ancak insan istidat olarak âşıktır. Bilfiil olarak değil; ama istidat olarak aşk her insanda vardır. Dolayısıyla bu istidadı geliştirmek, yetiştirmek gerekir. Yani insanın kendisini Rahmani bir nefesin huzuruna yerleştirmesi gerekir. “İnna lillah fi eyyami dehrikum nefehât; ala feta’redu leha.”

Allah’ın rahmeti ve muhabbeti, sâri ve câridir. Allah’ın rahmeti ve muhabbeti her yerde yayılmıştır ve cereyan halindedir. Dünyevi ilgilerin kalın hicapları, perdeleri onun önünde engeldir. O hicapları ortadan kaldırmak marifet gerektirir. Amel de faydalıdır ama marifetle birlikte olan bir amel gerekir.

İnsan eğer bilinç sahibi olursa, nefsani istekleriyle sürekli mücadele ederse ve birkaç tane olmayan o perdeleri yırtar ve kaldırırsa her an hazır hale gelir. Hazır hale geldikçe boşluk yoktur. Perdenin bu tarafını yırtarsanız, yol diğer taraftan açılır. Yani bu yolu kapattığınızda öteki yol da kapanmıyor. Yani o yolun açılması, ona paralel olarak bu yolun kapanmasıdır. Arz ettiğim gibi boşluk yoktur.

Daha önceki programda da söylediğim gibi fiziksel âlemde de eğer iki varlık etkileşim içinde değilse boşluk oluşur. Yani siz nefsanilikle mücadele edip onu defederseniz, ona esir olmazsanız diğer kapı kendiliğinden açılır. Nefsaniliği engellediğiniz ölçüde o kapı da daha fazla açılır. Dolayısıyla burada kayıp bir halka söz konusu değildir. Sorun, sizin nefsanilikle ne kadar mücadele edebildiğinizdir. Bu da bilinç olmadan mümkün değildir.

Laricanî: Üstad, kısa bir aradan sonra devam edelim.

***

Evet üstad, ben şu önemli soruyu sordum. Mevlânâ tüm sıkıntıların, esaretlerin ortadan kaldırılmasını şöyle açıklıyor:

Şâd bâş ey eşq-é khoş sovda-yé mâ

Ey tabib-é cümle illethâ-yé mâ

  Şad ol ey sevdası hoş aşkımız

Ey cümle hastalıklarımızın tabibi

Peki bunlar doğru ama bu tabip nerededir, bu ilaç nerededir? Evet, aşk feryada yetişir ama bugün kafileden geri kalmış olan insan olarak ben bu kafileye nasıl yetişeyim? Veya o deniz nerededir ki ben onda yüzeyim?

Üstad Dînânî: Evet, sorunuz temel bir soru ve oldukça da önemli; ancak daha önce de arz ettiğim gibi kayıp halka yok. Sizin dediğiniz gibi çağımız teknoloji ve cazibe çağı ve tüm zamanlardan çok daha fazla çekici yönleri var, bunda hiç kuşku yok. Ancak her çağın da kendine göre cazibeleri var.

Aslında hayat insan için cazibelerle doludur. Nefsanilik cazibe doludur, hevalar ve hevesler cazibe doludur. Bu bazen teknolojiktir ve yansımaları çok daha fazladır, bazen de bedevi bir hayattır. Bedevi hayatta da insan için birçok cazibe vardır. Herkesin şahsi hayatına göre cazibeler vardır.

Buyurduğunuz gibi hayat cazibelerle doludur ve bu da tek bir yönden değil, dört taraftan hatta yukarı ve aşağı da dâhil olmak üzere altı yönden, yani tüm yönlerden, insanı kendisine çeker. Ancak sizin bahsettiğiniz o aşk, rahmet, o ilahi cazibe kayıp değildir, sizin içinizde vardır. Ama sizin içinizde gizlidir.

Bu, sizin varlığınızın derinliklerinde gizlidir. Ancak nefsani perdeler, birbiri ardına gelerek binlerce hicap oluşturuyor. Bu perdeleri birbiri ardınca ortadan kaldırmak gerek. Önce tezkiye gerekir, tezkiye de zaten bu demektir. Sizin fazlalıkları kendinizden gidermeniz gerekir. Bu da tedricî olarak gerçekleşir.

Bir kimsenin bir anda cezbeye kapılması ve tüm varlığının birden değişmesi istisnai bir durumdur. Evet, bu bazılarında olmuştur; ben bunu inkâr etmiyorum ama normalde insanlar bunu tedricen gerçekleştirir. İnsanın bir kez veya birkaç defa değil, daima kendine dikkat etmesi gerekir. Ve tabii kendisini tanıması gerekir. Murakabe, sadece sabah veya akşam değildir, her andır. Hatta belki ibadetler bile nefsani olabilir, ilahi diye yaptığınız işler de nefsani olabilir. İnsan murakabesini yapıp kendini tanır ve bunları kendinden uzaklaştırırsa bu ölçüde Hak Teâlâ’ya yakınlaşır.

Bu bir dengedir, bir taraf azalırsa diğer tarafın yolu açılır. O yol hiçbir zaman kapalı değildir, önemli olan sizin nefsani şehvetlerinizin menfezlerini kapatmanızdır. O menfezler kapatıldıkça insanın içinin derinliklerindeki Allah aşkı ortaya çıkar. Bu ilahi bir emanettir ve Allah bu emaneti herkese vermiştir. Arz ettiğim gibi insanlar bunu örtüyor ve bu emanetin ortaya çıkmasını engelliyor.

Dolayısıyla kayıp halka söz konusu değildir; biz kayıp halka olduğunu hayal ediyoruz. Elbette bu iş zordur ve bu iş zor olduğu için onun imkânsız olduğunu düşünüyoruz. Bu her insan için imkân dâhilinde bir şeydir. Hakk’ın yolu asla kapalı değildir ve kapanmayacaktır.

Laricanî: O halde bu cevher insanın içinde gizlidir. Dünyevi ilgiler bunu örtmektedir. Bizim kendimizi tanımamız, murakabe içinde olmamız ve nereye gitmemiz gerektiği konusunda dikkat etmemiz çok önemlidir. Hz. Mûsâ’nın 70 kişiyle Tur Dağı’na Allah’ı görmek için gitmesine dair hikâye de bu noktaya ulaşıyor. Yani insanın kendinin birazcık farkına varması, insanda bu kıvılcımın çakmasını sağlıyor.

Cism-é khak ez eşq ber eflâk şod

Kûh der raks amed u çâlâk şod

Topraktan yaratılmış beden göklere çıktı

Dağ, dansa başladı ve çevikleşti

Üstad Dînânî: Yani demek istiyor ki kayıp halka yoktur. Eğer o yol açılırsa şehvetlerin, nefsaniyatın merkezi olan beden bile ruhun emrine girer. Mevlânâ, burada birçok hususa işaret ediyor. Bunlardan biri de Hz. Peygamber’in miracıdır.

Laricanî: Mesela Hz. İsa’nın göğe yükselişi.

Üstad Dînânî: Evet, Hz. İsa melekût âlemine yükseldi. Hz. Peygamber bu bedeniyle miraca yükseldi. Hz. Mûsâ da Tur Dağı’na gitti. Onunki H. Peygamber’in, Hz. Mesih’in miracı gibi değildi ama O da kendine özgü bir miraçtı. Dikkat edin o dağın kendisi raks etmeye başladı.

Elbette o dağ, temennilerin dağıydı, beden dağıydı, o dağ enaniyet dağıydı. Enaniyet dağı dans etmeye başladı. Yani o kapı kapanıp, bu yol açılınca o dağ paramparça oldu.

“Rabbi, dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü.” (A’râf, 143)

Bir tecelli oldu, tek bir Rahmani tecelli ile enaniyet dağı yıkıldı. Taştan topraktan ibaret olan dağın yıkılması o kadar önemli değil. Taştan dağın orada yıkılmasının Hz. Mûsâ’nın bâtını ile çok ilgisi yoktur. Yani olsa bile o kadar önemli değil, onu dinamitle de patlatıp yıkabilirsin. Ancak patlayıp yıkılan enaniyet dağıydı. Nefsanilik tarafına götüren enaniyet yıkıldı, o dağ yıkılınca artık enaniyet kalmadı. Artık Hz. Mûsâ, Allah’ta yok oldu. O açıdan bu da bir tür miraçtı.

Laricanî: Sonraki beyit;

Eşq cân-é Tûr amed âşıqâ

Tûr mest u kharra Mûsâ saika

Ey âşık, aşk Tûr’un canı oldu.

Tûr mest oldu ve Mûsâ bayılıp düştü.

Bâ leb-i demsâz-é khod ger coftemi

Hem çu ney men goftenîha goftemi

Eğer zaman geçirdiğim (dostumun) dudağına eş olsaydım (sırlarına tahammül edecek bir dost bulsaydım)

Ben de tıpkı ney gibi söylenecek şeyleri söylerdim

Üstad Dînânî: Burada şart var; “eğer” diyor, şartlı bir cümle kuruyor. “Benim zâhirim ve bâtınım bir olursa”, ben dudağımla “demsaz” olabilirsem, yani birlikte zaman geçirilen yakın dost olabilirsem diyor. Eğer zâhirim ve bâtınım bir olursa, yani zâhirim, bâtınıma uyumlu olursa diyor. Çünkü bâtınının tıpkı ney gibi içi boşalmıştır, içinde Hak’tan başka hiçbir şey yoktur. Eğer zâhirim de aynen bâtınım gibi olursa işte o zaman söylenmeyenleri söyleyebilirim diyor.

Eğer zâhirim ve bâtınım ayrı olursa o zaman söylenmeyenleri söyleyemem diyor. Yani bunlar aynı olmazca ben içimin derinliklerindekileri söyleyemem. Ben ancak içim ve dışım bir olursa, varlığıma bir vahdet hâkim olursa, tüm varlığımı aşk kaplarsa işte o zaman söylenmeyen şeyler benim dilimden dökülür. Gerçekten de birçoklarının söyleyemediğini Mevlânâ söylemiştir.

Laricanî: Pekâlâ üstad, ben tefsirlere baktım, genelde “Bâ leb-i demsâz-é khod ger coftemi” mısrasıyla ilgili olarak genelde şöyle deniyor: Yani eğer ben bir dost bir yoldaş bulabilirsem birçok şeyi söyleyebilirim.

Ama zatıâlinizin yorumu daha güzel. İnsan önce kendisiyle uzlaşmalıdır.   

Üstad Dînânî: Tabii söylediğiniz yorumun da bir yanlışı yok, insan bir dost bulunca ona söyleyebilir.

Laricanî: Ancak sizin söylediğiniz daha güzel. Neden, çünkü daha önce bizim konumuz şuydu: Ben bu dünyevi ilgilerden ve bağlardan kendimi kurtarmak için ne yapabilirim? İnsan bu şekilde kendini bulabilir; çünkü kaybettiği aslında kendisidir.

Her ké u ez hem zebani şod coda

Bî zeban şod gerçi dared sed neva

Dildaşından ayrı düşen kimse

Yüz türlü nağmesi de olsa dilsizdir.

Üstad Dînânî: Arz ettiğim gibi zâhir ile bâtın aynı olduğu zaman ve münasip bir dinleyici bulduğu zaman söylenecekler söyleniyor. Mevlânâ demek istiyor ki ben bunları bu hâl içerisinde söylüyorum. Gerçekten de dildaşını da bulmuştur. Hüsâmeddin Çelebi, “fityan”dandı. Fütüvvet sahibi kimselerdendi. İslam kültüründe Ashab-ı Kehf için de “fityan” denirdi.

Yani onlar da her şeyden kopmuştu dikkat ederseniz. Fityan kelimesinin Kur’âni kökleri vardır. “innehum fityetun âmenû birabbihim vezidnâhum hudâ” “Şüphesiz onlar Rablerine inanmış birkaç genç yiğitti. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık.” (Kehf, 13) “Fitye”, “feta”nın çoğuludur yani onlar civanmert kimselerdi.

Bu kelime Kur’ân’da birkaç yerde geçer, bunlardan biri işte burada olduğu gibi Ashab-ı Kehf için söylenmiştir. Bu kelime bir de Hz. Emir (a.s.) için kullanılmıştır: “La feta illa Ali, la seyfe illa Zulfikar” Hz. Ali “feta”dır, civanmerttir. Civanmertlik ile gençlik biraz farklıdır.

Hüsâmeddin Çelebi işte bu ekoldendi, ehl-i fütüvvetdendi. Babasına da “Ahi Türk” derlerdi. Bunlar çok temiz yürekli kimselerdi. Fityanın en önemli özelliği onların fütüvvet sahibi ve temiz olmalarıdır. Mevlânâ işte ondaki bu gönül safasını görmüştü. Yoksa Konya’da Hüsâmeddin Çelebi’den daha molla, âlim adamlar vardı. Ama bu adamdaki safa onlarda yoktu. Çelebi’nin öyle çok fazla bir ilmî birikimi de yoktu. Hatta bazı kelimeleri yanlış yazıyordu.

Mesela “gofl” (kilit) kelimesini “golf” diye söyleyince Mevlânâ ’ya “neden golf diye telaffuz ediyorsun, o ‘gofl’dur” dediler. O da “Kardeşim çelebi onu golf diye telaffuz ediyor ben de onun diliyle konuşuyorum” dedi.

Mevlânâ, Hüsâmeddin Çelebi’de bir safa görmüştü ve o safa ile konuşuyordu. Bu şiirde de ona işaret ediyor.

Laricanî: Belki de dil bağlı olunca insan o sesi anlayabiliyor. Kimi zaman o dil bir afet oluyor.

Üstad Dînânî: Evet, bazen afettir, bazen insanın tevehhümleri, hatta idrakleri afettir.

Laricanî: Belki de dil bağlı olmalı ki yüz ses duyulabilsin. İmam Mûsâ Kâzım’dan (a.s.) nakledilen bir hadis bu şiirdeki ifadeye uygundur. İmam Mûsâ Kâzım (a.s) her şeyin bir delili olduğunu ve aklın delilinin tefekkür, tefekkürün delilinin sükût, sükûtun delilinin de “Velâyet”leri olduğunu söylüyor. Yani siz bizim “emrimize” (Velâyetimize) sükût makamında ulaşabilirsiniz.

Üstad Dînânî: Evet, irfan vadisinde sükût çok önemlidir. Sükût, bazı yerlerde çok önemli bir rol oynuyor. Örneğin Hz. Meryem’de çok önemli bir rol oynadı. O, sessizlik orucu tuttu. O’na soru sorduklarında cevap vermiyordu, sükût orucundaydı.

Sessizlik bir şeyin uzantısıdır, o şey olmayınca sükût (samt) insanda gerçekleşmiyor. O da yalnızlıktır. İnsan eğer kendiyle yalnız kalmıyorsa sükûtu yoktur. Bazı insanlar kendileriyle halvet halinde yani baş başa değildir. Kendiyle yalnız kalmak, ne demektir? Başkalarından, bâtıl düşüncelerden, dünyevi ilgi oluşturan düşüncelerden kendini sürekli tahliye etmesi ve ‘‘ben kimim’’ diye düşünmesidir.

Batılı düşünürlerden biri “bazen sahip olmak, varoluşu yok ediyor” diyor. İnsanın bir kendisinin olduğu şeyler var bir de sahip oldukları var. İnsan bazen bir şeylere gönül verince ona sahip olduğunu sanıyor. Kendisinin ne olduğunu unutuyor. Ben ne olduğumu ancak sahip olduklarımı bir kenara iterek fark edebilirim.  İnsanların çoğu ise sahip olduklarından dolayı kendisinin olduğu şeyi unutuyor. Kendi olduğu şeyi unutunca da kendiyle yalnızlığını unutuyor. Yalnız olmayınca da sükûta sahip olamıyor.

Laricanî: Sükût olmayınca da düşünemiyor. O hadis için de çok güzel bir açıklama oldu bu.

Üstad Dînânî: Düşünce, yalnızlık olduğu zaman geliyor. Doğru düşüncenin gelebilmesi için hoş olmayan ve adi düşüncelerden kurtulmak gerekir. Bu tür adice düşüncelere gönül verilirse doğru düşünce tabii ki gelmez.

Sükût, yalnızlık gerektirir, yalnızlık da insanın sahip olduklarıyla, kendisinin olduğu şeyi unutmamasıdır.

Laricanî: Yani kim olduğunu her zaman göz önünde bulundurması gerekiyor. Gerçekten de bazen insanın sahip oldukları, ona kim olduğunu unutturuyor. Kim olduğumuzu bilirsek sahip olduklarımız da anlam kazanacaktır.

Evet, süremiz doldu, aziz üstadımızla birlikte bir sonraki programa kadar hoşça kalın diyoruz.

Medya Şafak




YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM