Nazarî ve Amelî Tevhid

GİRİŞ: 18.11.2022 10:33      GÜNCELLEME: 18.11.2022 10:33
Rasthaber -  İslam’da tevhid inancı nazarî ve amelî diye iki kısma sahiptir. Nazarî tevhid, fikir ve düşünce âlemine aittir. Yani Allah’ın tek olduğuna inanmak ve O’nu böyle tanımak. Amelî tevhid ise insanın kendi amelini tek eksene dayalı olarak yerine getirmesidir. Başka bir deyişle; nazarî tevhid Allah’ın tek olduğuna inanmak ve ameli tevhid ise insanın amelde tek eksene dayalı hareket etmesidir.

Şu noktaya dikkat çekmek istiyorum ki, Fatiha Sûresi’nin ilk ayetinden bu âyete kadar sadece nazarî tevhid ele alınmıştır. Amelî tevhid ise bu âyetten itibaren başlıyor. İşte burada insan, bu küçük sûrenin eşsiz azametini anlar ve Kur’an-ı Kerim’in mucizeliğinin apaçık bir örneğini bu küçük sûrede bulabilir. 

Gerçekten de insan hayretini gizleyemiyor; nasıl olur da okuma yazmadan, ilim ve kültürden haberdar olmayan bir bölgede yaşayan, ders okumamış biri, mefhum ve derinlik açısından en büyük ilahî filozofları düşünce âlemine daldıran ve de tatlılık ve akıcılık açısından insanın asla doyamayacağı böyle güzel sözler söyleyebilir. İşte bu, Kur’an’ın mucize olduğunun delilidir.

Yani, Fatiha Sûresi’nin ilk ayetinden üçüncü ayetine kadar kullanılan kelime ve cümleler, Allah’ı tanımak hakkındaki önemli nazarî konuları içermektedir. Mesela: O, Allah’tır, Rahmân’dır, Rahîm’dir, Âlemlerin Rabbi’dir ve O, Din Günü’nün sahibidir. Ayrıca O, mutlak hamd edilen bir Zât’tır; yani bütün hamd ve şükürler O’na mahsustur. Gerçekten de ilahiyatın tümü bu bir kaç kelimeye sığdırılmış, ilahî konuların en önemlileri bu birkaç kelimeyle açıklanmıştır.

İslam âlimleri ve filozofları, bundan şu gerçeğe varmışlardır: Kur’an’ı Kerim bu konuları ele alarak, bu hakikatler hakkında derinden düşünmeye davet etmiştir. Kur’an, bu konulara değinmekle bunları sadece dil ile söylememizi değil, gerçekten bunlar hakkında düşünmemizi ve bu hakikatleri idrak etmemizi istemiştir.

Namazda Allah’ı bu sıfatlarla anan kimse, hakikatte Allah’ı bu isim ve sıfatlarla tanıdığını iddia etmiş bulunmaktadır. O’nun ‘Allah’ olduğunu tanımak, âlemdeki varlıkların fıtrî olarak O’na yönelip O’nu kâmil ve ibadete lâyık bir Zât bilmeleri anlamınadır. Başka bir deyişle, hiç bir eksikliği, yokluğu ve ihtiyacı olmayan mutlak kâmil olan bir varlığı tanımak ve bunu itiraf etmek demektir. Mutlak kâmil olduğu için de her şey O’ndan kaynaklanmış, O’na yönelmiş ve O’na dönecektir.

Gerçekten de insanın (önce de değindiğimiz gibi) Allah’ın ‘Rahmân’ olduğunu bilmesi için çok zarif ve dakik bir düşünceye sahip olması gerekir. Allah’ın rahmâniyetini bilmek, varlıkların her zerresinin Allah’ın rahmâniyeti ile dolup taştığını idrak etmek demektir. O’ndan kaynaklanan her şeyin hayır ve rahmet olduğunu anlamaktır. Her varlık, varlık olduğundan ve Allah’ın zâtına isnat edildiğinden her şeyiyle hayır ve rahmettir. Kötülük ve bela ise eşyaların hakikî boyutlarından değil, izafî ve nisbî (itibarî) boyutlarındandır.

Bir kulun Allah’ı ‘Rahîm’ olarak tanıması, sadece Allah’ın tecelligâhı olan varlık âleminin ve her şeyin O’ndan kaynaklandığının değil, her şeyin Allah’a dönecek olmasının da büsbütün hayır ve rahmet olduğunu iddia etmesi anlamına gelir.
Yani bütün varlıkların rahmetten kaynaklandığını ve yeniden rahmete döneceğini iddia etmek demektir.

Bu da rahmetin, gazap ve beladan önce olduğu anlamınadır. Başka bir deyişle, azap ve gazap da gerçek bir şekilde tanınırsa onların da gazap kalıbında rahmet olduğu anlaşılır. 
Bir başka ifadeyle Allah Teâlâ cemâl ve celâl diye iki çeşit sıfata sahiptir. Cemâl sıfatlarına; ilim, kudret, hayat, cömertlik ve rahmet sıfatlarını, celâl sıfatlarına ise kuddus, cabbâr ve muntakim (intikam alıcı) gibi sıfatları örnek olarak gösterebiliriz.

Allah Teâlâ kendi zâtında ikiliğe sahip değil. Yani zatının yarısı rahmet, hayır, cömertlik ve rubûbiyet, diğer yarısı ise kudsiyet, cabbâriyet ve intikam alıcılık şeklinde değildir. Yine Allah Teâlâ hayır, cömertlik ve rahmete sahip olması açısından cabbâr ve muntakimdir denemez; yani Allah böyle değildir. Allah’ın isimleri ve sıfatları arasında bir nevi öncelik ve sonralık hüküm sürmektedir.

Hikmet ve marifet ehli bu hususta parlak ve derin tahkikler yapmışlardır. Bunlar, insanî düşüncenin en değerli ürünleridir. Yılmak, yorulmak bilmeyen çok güçlü bir zihne, azim ve iradeye sahip olan kimseler bu hakikatlerin derinliklerine vâkıf olabilmişler ancak.

Gerçi Allah’ın isimleri ve sıfatları arasında bir nevi öncelik ve sonralık hüküm sürmektedir. Yani Allah’ın bazı isim ve sıfatları diğer bazılarından meydana gelmiştir. Cemâl sıfatlarının tümü celal sıfatlarından önce gelir. Celâl sıfatları, cemâl sıfatlarından türemiştir. Cabbâriyet ve intikamı her şeyden önce gelen tanrı, Yahudilerin uydurduğu Yehova’dır; âlemin gerçek yaratıcısı olan ve Kur’an’ın tanıttığı Allah değil. Kur’an’daki ‘Bismillah’ın neden cabbâr ve muntakim sıfatıyla değil de rahmân ve rahîm sıfatıyla birlikte kullanıldığını böylece daha iyi anlayabiliriz. Çünkü Kur’an açısından evren ‘Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın mazharıdır. Hatta cabbârlık ve intikam alıcılık sıfatı bile bir açıdan Allah’ın rahmânlık ve rahîmliğini ortaya koyar.

Tabii ki, rahîmlikten kaynaklanan rahmet, yani varlıkların Hakk’a doğru dönüşleri esnasında kapsamına girecekleri rahmet, ilk derecede iman ehline nasip olacaktır. Yani ancak bunlara iletilen her şey zâhir ve bâtında rahmettir; hem de mutlak rahmettir, nisbî rahmet değil.

Rahmân ile rahîm arasındaki fark şudur: Rahmân dünya ile ilgilidir; rahîm ise ahiret ile ilgilidir. Başka bir ifadeyle rahmân, hem kâfir ve hem mü’min bütün insanlar için geçerlidir, rahîm ise sadece mü’minler hakkındadır. Rahmân ile rahîm arasında söylenen bu farktan maksat da önce açıkladığımız manayla aynıdır.

Dünyanın, rahmeti rahmândan alması, ahiretin ise rahmeti rahîmden alması veya birinin, rahmeti, kâfir ile mü’min arasında ortak olan bir rahmetten alması; diğerinin ise rahmeti, mü’minlere ait olan özel rahmetten alması, karara bağlı bir farklılık değildir.

Bu gibi farazî bölmeler, varlık âlemi hakkında geçerli değildir. Varlık âlemi rahmet açısından şöyle bölünebilir: Âlemin O’ndan varlığa çıkışı ve Rabbine dönüşü. Âlemin O’ndan kaynaklanması ve O’na dönmesi. Allah ‘Rahmân’dır, yani dünya O’ndan kaynaklanmıştır. Neticede bu dünya O’nun rahmetinin mazharı ve tecelligâhıdır. Allah ‘Rahîm’dir, yani âlemin dönüşü “O’na doğrudur.” Ve bu dönüş onun rahmetinin diğer bir mazharıdır. Hatta Allah’ın cabbârlığının ve intikamının mazharı olan cehennem ve ilahî azap da Allah’ın rahîmliğinden kaynaklanır. Burada bundan fazla açıklama yapamayacağız.

“O, din gününün ve kıyamet gününün sahibidir.” Burada başka bir tanıma ve marifet de söz konusudur. Bu âyeti okurken insan, dünyanın sonunun nasıl olacağını bildiğini ifade eder. Yani hesap gününün olacağını ve böyle bir günde hiçbir sebep ve vesilenin bir gerçeklik taşımadığının ve asıl melik ve mâlikin Allah olduğunun ortaya çıkacağını bilmesi demektir.

Bunların tümü ve önceki açıklamalarımız nazarî tevhid hakkındadır. Yani insanın taşıması gereken bilinç ve inançlar aşamasındaki tevhid hususundadır ve bu bilinci kazanmak da oldukça zorunludur. Hiç kimse, bu merhale zihnî bir merhaledir ve bir zarureti yoktur, diyemez. Kesinlikle bu söylenemez. İslam’da bilinç ve marifetin kendisinin de asaleti vardır. Bu merhale olmadıkça insan amelde ilerleyemez. Bu merhale yeterli midir acaba? Yani insan sadece Allah’ı tanımakla ve tevhidi bilince sahip olmakla muvahhid sayılır
mı?

Hayır, bu tanıma ve bilinç sadece amelî tevhidin mukaddimesidir. Yani amelî tevhid merhalesine ulaşmak için tanımak ve anlamak gerekir. 
“Ancak sana ibadet ederiz” dediğimizde amelî tevhide başlamış oluyoruz. Böylece Vahdâniyet’e imanımızı izhar merhalesine geçmiş oluyoruz.

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM