Trump’ın Gazze’de ‘ABD mandası’ planı ve Erdoğan’ın rolü

ABD Başkanı Donald Trump’ın 29 Eylül’de İsrail Başbakanı Netanyahu ile yaptığı görüşmede açıkladığı “barış planı”, Gazze’de İsrail işgali yerine fiili bir ABD mandası kurulmasını öngörüyor ve Amerikan barışının (Pax Americana) ezilen halkların teslim alınması üzerine kurulu olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Bu plana biraz yakından bakıldığında Filistin direnişinin ve dünya genelinde yükselen dayanışmanın kırılarak Filistin devletinin tarihe gömülmesinin ve bu temelde bölgede (Ortadoğu) ABD-İsrail çıkarlarının korunmasının amaçlandığı görülüyor. Kendilerini Filistin davasının savunucusu gibi gösteren Erdoğan iktidarı ve Körfezdeki Arap rejimlerinin bu plana desteklerini açıklamaları, bu rejimlerin iş  birlikçi karakterini de da açığa çıkarıyor. Dahası Erdoğan iktidarı, Katar ve Mısır başta bu rejimler, bu planı kabul etmesi için Hamas ve direnişe katılan örgütler üzerinde baskı uyguluyor. Hamas’ın esirleri serbest bırakmaya ve bu planı müzakere etmeye hazır olduğu açıklamasının bu ülke heyetleriyle Katar’ın başkenti Doha’da yapılan görüşmelerin arkasından gelmesi de ABD emperyalizminin bu planın uygulamaya konması doğrultusunda bu ülkelere hangi görevi verdiğini de açıklıyor.

Aslında sadece Trump’ın, Hamas’ı bu plan kabul edilmezse “Gazze’yi cehenneme çevirme” ve İsrail saldırganlığına her türlü desteği vermekle tehdit etmesi bile bu “barış planı”nın gerçekte neye/kime hizmet ettiğini anlamaya yetiyor.

Trump’ın açıkladığı 20 maddelik plan; Gazze’nin “teknokrat bir Filistinli komite” tarafından geçici olarak yönetilmesini ve bu komitenin faaliyetlerinin Trump’ın başkanlık edeceği ve aralarında İngiltere’nin Eski Başbakanı Tony Blair’in de yer aldığı “barış kurulu” tarafından denetlenmesini amaçlıyor. İşçi Partisinin Eski Lideri Blair, ABD’nin 2003’teki Irak müdahalesi sürecinde Ortadoğu haklarına karşı oynadığı uğursuz rolü bu kez Filistin’de sürdürmeye hevesli görünüyor.

Plana göre Hamas ve diğer gruplar Gazze’deki yönetimde hiçbir rol üstlenmeyecek ve askeri olarak da tasfiye edilecekler. Gazze’ye “Uluslararası İstikrar Gücü” (ISF) yerleştirilecek ve bunlar Filistinli polis gücünün de eğitilmesinden sorumlu olacak. Öte yandan planda İsrail’in işgal ettiği bölgelerden çekilmesinden söz edilse de çekilmeyle ilgili herhangi bir takvim açıklanmıyor, dolayısıyla bu konu İsrail’in ya da ABD’nin keyfiyetine bırakılıyor.

Daha önce Filistinlileri sürüp Gazze’yi Ortadoğu’nun Rivierası (turizm merkezi) yapmaktan söz eden Trump, “barış planı”nda bu hedefi uluslararası fon ve tekel yatırımlarıyla Gazze’de “Özel ekonomik bölgelerin kurulması” biçiminde revize ediyor. Planın sonunda Filistin devleti konusunda “Plana bağlı kalınması halinde Filistin’in kaderini tayin etme ve devlet kurması yolunda uygun koşulların oluşabileceği”nden söz edilmesi aslında bu noktaya hiçbir zaman gelinmeyeceği biçiminde de okunabilir. Trump’ın son BM zirvesinde Filistin devletini tanıdığını açıklayan ülkeleri Hamas’ı desteklemekle suçlaması ve dahası Netanyahu’nun bu plan açıklandıktan sonra “Anlaşmada böyle bir şey yazmıyor” demesi, gerçekte bu ifadelerin sadece planın kabul edilmesini kolaylaştırıp bir beklenti yaratmayı amaçladığını ortaya koyuyor.

Mandacılık, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra Batılı emperyalistlerin dünya halkları nezdinde tepkiyle karşılanan sömürgeciliğin yerine buldukları bir sömürgeleştirme biçimiydi. Bu sistemde yeni sömürgecilik, manda yönetiminin kurulduğu ülkelerde/bölgelerde “Halklar kendilerini yönetebilir hale gelinceye kadar onlara yardım edilmesi” örtüsüyle gizlenmeye çalışılıyordu. Elbette bu sistemde manda yönetimi altındaki bölgelerin yer altı ve yer üstü kaynaklarının yağmalanması ve emperyalist tekellerin egemenliğinin sağlanması da “Bu bölgelerin imar edilmesi, modern hale getirilmesi” olarak açıklanıyordu. Bu bakımdan Trump’ın Gazze planı, mandacılığın güncel bir versiyonu olarak karşımıza çıkıyor. Erdoğan iktidarı ve destekçilerinin bu planı olumlu göstermek için İsrail’deki aşırı sağcı bakanların bu plana karşı çıkmasını kanıt olarak göstermeye çalışması-ki, bunlar zaten Batı Şeria dahil bütün Filistin topraklarının işgalini savunuyor- bu gerçeği değiştirmiyor.

Trump planı, Filistin ile dayanışmanın bütün dünyaya yayıldığı ve bunun sonucu olarak birçok ülkenin de Filistin devletini tanımak zorunda kaldığı bir dönemde gündeme geldi. İsrail saldırılarına hedef olan Sumud Filosu, Filistin’e yönelik bu küresel destek ve dayanışmanın en somut ifadesi olarak ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla bu plan, tam da böylesi bir dönemde İsrail’in yalnızlaşmasının ve bunun bir sonucu olarak da ABD’nin bölgesel çıkarlarının zarar görmesinin önüne geçmeyi hedefliyor. Çünkü İsrail’in Gazze’deki işgal ve soykırım ısrarı, ABD emperyalizminin Ortadoğu’da Abraham/İbrahim anlaşmaları üzerinden kurmak istediği düzene, bölgenin yeniden dizayn edilmesi sürecine de zarar veriyordu.

Öte yandan Trump’ın bugün açıkladığı plan, 2020’de açıkladığı ve Filistin sorununu bölgedeki Arap rejimleri ile İsrail arasındaki iş birliğinin önünde engel olmaktan çıkarmayı amaçlayan “Yüzyılın Anlaşması” planından da geri bir plandır. Yüzyılın Anlaşması, İsrail ile iş birliği ve ABD hegemonyasının tesis edilmesi karşılığında sembolik bir Filistin devletinin kurulmasını amaçlıyordu. Bugün Gazze’nin yıkıma uğratılmanın ötesinde direniş ekseninin darbelendiği; Lübnan Hizbullah’ının zayıflatılıp Suriye rejiminin devrildiği koşullarda artık görünüşte bile bir Filistin devletine ihtiyaç duymayan bir plan dayatılmaktadır.

Peki, kendini Filistin davasının en büyük savunucusu gibi göstermeye çalışan Erdoğan iktidarı ve Körfezdeki Arap rejimleri bu plana karşı nasıl bir tutum takınıyor?

Bu soruya en açık yanıtı, Trump’a teşekkür ederek plana desteğini açıklayan ilk lider olan Erdoğan vermiştir.

Ardından da Türkiye’nin yanı sıra S. Arabistan, BAE, Mısır, Katar, Ürdün, Endonezya ve Pakistan dışişleri bakanları yayımladıkları ortak bir bildiri ile bu planı desteklediklerini açıkladılar. Daha önce S. Arabistan Veliaht Prensi Muhammed’in “Filistin sorunu kişisel olarak umurumda değil ama halkım umursuyor” sözleri bu ülkelerin de sorun karşısındaki pozisyonlarını gösteriyordu.

Trump bu plana Hamas’ı ikna etme görevini de Hamas’ın en büyük destekçileri Türkiye ve Katar’ın yanı sıra Gazze sorununun çözümünü kendi sınırları için de önemseyen Mısır’a vermiştir.

Erdoğan’ın ABD gezisi dönüşü nükleer faaliyetleri nedeniyle İranlı kurum ve kişilere yaptırım kararı almasını da bu konuda üstlenilen görevlerin bir devamı olarak atılmış bir adım olarak değerlendirebiliriz.

Trump’ın son görüşmede ABD Ankara Büyükelçisi Tom Barrack’ın deyimiyle meşruiyet verme; CAATSA (ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırım Yoluyla Mücadele Yasası) yaptırımlarının kaldırılması, bölgenin yeniden dizaynında daha ileriden rol kapma ve muhtemelen Suriye-Rojava’da SDG’nin (Suriye Demokratik Güçleri) gücünün sınırlanarak HTŞ-Colani yönetimine entegre edilmesi gibi pazarlıkların karşılığında Erdoğan’ın önüne yeni ev ödevleri koyduğu görülüyor. MİT Başkanı Kalın’ın Hamas’ı ikna etmek için Katar’ın başkenti Doha’ya gönderilmesi ve İran’a yönelik yaptırım kararı, Erdoğan’ın bu ev ödevlerini yerine getirme konusunda ne kadar istekli olduğunu ortaya koyuyor.

Sonuç olarak, karşımızda Gazze’deki soykırımı durdurma karşılığında Filistin direnişinin teslim alınmasını ve Filistin’in egemen bir devlet olma konusunda uluslararası sözleşmelerde güvenceye alınmış haklarının ortadan kaldırılmasını hedefleyen bir plan bulunuyor. ABD emperyalizmi, hem içeride ve hem de dışarıda sıkıştığı için kurtuluşu ABD ve Batılı emperyalistlere daha fazla bağlanmakta arayan Erdoğan iktidarı başta bölgedeki iş birlikçilerine Filistin sorununun bölgenin yeniden dizaynı önünde bir engel olmaktan çıkartılması ve bu planın uygulanması için uygun koşulları yaratma görevini veriyor. Böylesi bir tabloda Filistin halkının özgürlük mücadelesinin desteklenmesi ve emperyalist planlara karşı çıkmak, öncelikle Erdoğan iktidarı gibi iş birlikçi rejimlerin gerçek yüzünü teşhir etmekten ve onlara karşı mücadeleyi yükseltmekten başlıyor.

evrensel

Bu Haberi Paylaş
Yorum Bırakın