İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (6)

Allah bir tecelliyi tamamlamıştır (kâmil kılmıştır), o tecellide tüm tecelliler münderiçtir (içkindir). Tüm tecellilerin münderiç olduğu o kâmil tecelli Hak Teâlâ’nın insandaki tecellisidir. Burada insan derken ‘‘insan-ı kâmil’’i kastediyorum.
GİRİŞ: 27.08.2021 08:15      GÜNCELLEME: 27.08.2021 08:15
Rasthaber -  İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.

 Mojde-yé vesl-é to ku, kez ser-é cân berkhizem

Tair-é qodsem u ez dâm-é cehan berkhizem

Bé vela-yé to é eger bende-yé khişem khani

Ez ser-é khacegi-yé kovn-é mekân berkhizem

Sana kavuşma müjdesi nerede ki (onun için) canımdan vazgeçeyim

Ben kutsi âlemlerin kuşuyum, bu dünyanın tuzağından uçup giderim

Senin dostluğuna (velâyetine) yemin olsun ki beni kulun olarak anarsan

Kafamdaki varlık âlemine hükümranlık düşüncesinden vazgeçerim

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Bu mübarek Ramazan ayında yaptığınız ibadetlerin kabul edilmesini diliyorum. Bildiğiniz gibi nefis ve nefsi tanıma veya bir başka ifadeyle Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde ‘‘psikoloji’’ konularından bahsediyoruz.

Daha önce de arz ettiğimiz gibi Mevlânâ’da sülûkun veya marifet ilminin temeli nefsi tanımaktır. Daha önceki bölümde de üstadın huzurunda bu konulara değinmiş ve şu noktaya varmıştık: Nefis her şeyi tanımanın şifresi veya anahtarıdır. Hatta varlık dünyasının ve Allah’ı tanımanın anahtarıdır. Aziz üstadımızın tabiriyle ‘‘ummu’l-meârif’’ yani bilgilerin anasıdır.

Bu yüzden nefis meselesi üzerinde biraz daha fazla durmamız gerekiyor. Bir yandan insan onu bedihî (apaçık) bir hakikat olarak görüyor. Çünkü böyle görmese insan mevcut değil demektir. Öbür yandan ise ısrarla insanın kendini tanıması vurgulanıyor.

Önceki programda sorduğumuz soru yarım kalmıştı. Bu yüzden biz yeniden Üstad’dan Mevlânâ’nın verdiği misalleri veya getirdiği temsilleri açıklamasını istiyoruz.

Üstad, Mevlânâ’nın konularının kaynağı da Kur’ân-ı Kerim’in âyetleri ve rivayetlerdir. Kur’ân-ı Kerim’de nefis hem ‘‘fücuru’’ hem de ‘‘takvayı’’ kabul eden bir alan olarak anlatılıyor.  “Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ” (Sonra da ona fücur ve takvayı ilham edene and olsun ki) (Şems, 8) Bu da gösteriyor ki nefis hem iyiliğe hem de kötülüğe meyillidir.

İnsan kendini tanırken, Kur’ân’ın bu ölçütünü de dikkate almalıdır. İnsan eğer fücur alanına meylederse Mevlânâ buna ‘‘nefs-i emmâre’’ diyor. Yani ejderha, yılan, yırtıcı bir kurt oluyor vs. Eğer takva alanına meylederse o zaman da ‘‘nefs-i mutmainne’’ oluyor. İnsan, bu ikisi arasında gidip gelen bir varlıktır.  

Şimdi soru şu: Nefsimizde olan bu esnekliği dikkate aldığımızda nelere bakarak kendi konumumuzu takva ya da fücur bölgesinde hissedebiliriz?

Üstad Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim, nefis meselesi “ummu’l-mesâil veya ummu’l- meârif” (meselelerin anası veya ilimlerin anası) olduğuna göre sizin bu sorunuz da soruların anasıdır. Siz nefsin maarifin ve hakkın anahtarı olduğunu belirterek çok güzel ifade buyurdunuz. İzin verirseniz ben buna bir şey daha ilave edeyim.

Nefis anahtar olduğu kadar aynı zamanda kilittir de. Nefis hem yolun kilidi hem de anahtarıdır. Hem kapıyı kapatıyor hem de açıyor. Peki nasıl oluyor da bir şey hem anahtar hem de kilit olabiliyor? İşte bu da insanın yaratılışının acayipliklerinden biridir.

Biz daha önce Sadî’nin “zehir ve tiryak” şiirinden bahsetmiştik. Yani hem zehir hem de panzehirdir. Bunun sebebini anlamak için bizim yaratılış öyküsüne geri dönmemiz gerekiyor. Yaratılış öyküsü, insanın öyküsüdür. Aslında genel olarak âlemin macerası, insanın macerasıdır.

Âlem insan içindir; insan olmasa âlem olmazdı. Biz bunu söylerken bazıları şaşırıyor ve “bunca büyüklüğüne rağmen âlemin var olmasının, küçücük bir varlık olan insanın varlığıyla ne alakası var, insan olmasa da âlem vardır” diyor. Bunu söyleyen insanların sorunu, âlemin ne olduğunu bilmemeleridir. Öncelikle âlemin anlamını kavrayalım, sonra yaratılış öyküsünü anlayalım. Ondan sonra nefis meselesine varalım. Bunların birbiriyle ilişkisi bulunmaktadır.   

Bizim üzerinde çok fazla durmadığımız meselelerden biri de âlemdir. Çoğu kimse için âlem ‘‘masivallah’’tır. Yani âlem, Allah’ın dışındaki her şeydir. Pekâlâ masivallah olsun, ama masivallah âlem değildir. Masivallah, masivallahtır.

Siz dış dünyaya baktığınızda birçok varlık görürsünüz. Her türden cansızlar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar. Birçok şey görürsünüz küçük, büyük, iyi, kötü, türlü türlü varlık görürsünüz. Bunlar mevcudattır, peki âlem nerededir? Siz baktığınızda varlıkları mı görüyorsunuz, âlemi mi görüyorsunuz?

Siz baktığınızda mevcudatı, varlıkları görürsünüz. Gördüğünüz her şey mevcuttur. Peki, âlem mevcut mudur yoksa mevcutlar âlemde mi bulunmaktadır? Yani âlem mevcudat mıdır, yoksa mevcudat âlemde midir? Mevcudat âlemdedir. Peki, o zaman âlemin kendisi nerededir?

İşte asıl mesele budur. Biz sanıyoruz ki âlem de mevcudat içinde bir mevcuttur (varlık). Âlem mevcudat içinde bir mevcut değildir. Âlem, sizin görüş ufkunuzdur. Sizin görüşünüz için ufuk, perspektif gereklidir. Siz bir ufka sahip olamazsanız bakamazsınız.

Peki, âlemi neden ufka benzetiyoruz? Çünkü gördüğünüz ve birkaç kilometre mesafede olduğunu düşündüğünüz ufka yaklaştığınızda yeni bir ufuk görürsünüz. Siz nereye giderseniz ufuk da gider. Nereye giderseniz gidin, ufuk vardır. Âlem, işte böyle bir şeydir.

Âlem, insana ait bir şeydir. İnsanın âlemi vardır, başka varlıkların âlemi yoktur. Hayvanın âlemi yoktur, perspektifi yoktur, ufku yoktur. Evet görür, mesela yiyeceğini içgüdüleriyle görür ve tanır, tehlikeyi içgüdüleriyle bilir ve tehlikeden kaçar, zararlı yiyeceklerini tanır ve içgüdülerinin hükmü ile onlardan uzak durur. Ancak içgüdüleri de tekdüzedir, çeşitliliği yoktur. Sanayisi, icadı, ilerlemesi yoktur. Hayvan ufka sahip değildir. İnsan ise ufka sahiptir.

Ufuk insana aittir. Peki, ufuk nedir, nereden geliyor? Ufuk, insanın varlığıdır. İnsanın varlığı ise nefsin ta kendisidir. İnsan bir dağ, çöl, deniz, sahra, ağaç vb. gibi bir varlık değildir. İnsan bir ufuktur. Ayrıca bedeni de vardır. Evet, benim bir bedenim var ama ben beden değilim. Ben bedene sahip miyim yoksa beden miyim? Ben beden değilim, bedene sahibim.

‘‘Sahip olmak’’ ile ‘‘olmak’’ farklıdır. Bakın, bu mesele halledilmeden birçok mesele halledilemez. Biz çoğu zaman sahip olmak ile olmak arasında fark görmüyoruz. Hâlbuki sahip olmak ile olmak farklıdır. Mesela benim elbisem, tenim, kulağım, gözüm, haysiyetim, hatta benim ilmim, hatta benim ruhum diyoruz.

Peki, bu ben kimdir ki ruh onundur? İşte insan odur, işte o ‘‘ben’’, o nefistir. İşte bu bir ufuktur ve siz bu ufukla âleme bakıyorsunuz. Eğer ufka sahip olmasaydınız âlemde bir tasarrufunuz olmazdı. Şu an âleme tasarruf ediyorsunuz; çünkü ufka sahipsiniz.

İnsan aslında Hak Teâlâ’nın zuhurudur. Yani arifane bir söyleyişle Hak Teâlâ tecelli etmiştir.

Laricanî: Burada idealizm şaibesi ortaya çıkmaz mı?

Üstad Dînânî: Hayır, asla idealizm değildir bu. Hak Teâlâ bir ide değildir, bir gerçekliktir.  Her gerçeklikten daha gerçek olan Hak Teâlâ’nın tecellisidir. Hak Teâlâ, çeşit çeşit tecelliye sahiptir.  Her varlık Hak Teâlâ’nın tecellilerinden bir tecellidir. Ben burada mahlûk (yaratılmış) kelimesi yerine tecelli kelimesini kullanıyorum. Evet, siz Hak Teâlâ’nın mahlûku diyorsunuz, ben tecellisi diyorum. Bunun çok da bir farkı yoktur. Bir açıdan mahlûktur, bir açıdan tecellidir.

Allah bir tecelliyi tamamlamıştır (kâmil kılmıştır), o tecellide tüm tecelliler münderiçtir (içkindir). Tüm tecellilerin münderiç olduğu o kâmil tecelli Hak Teâlâ’nın insandaki tecellisidir. Burada insan derken ‘‘insan-ı kâmil’’i kastediyorum.

İki insan arasındaki mesafe, Allah ile şeytan arasındaki mesafe kadar olabilir. Allah’la şeytan arasındaki mesafe ne kadardır, bu ölçülebilir mi? İşte aynı şekilde iki insan arasında da böylesine büyük bir mesafe olabilir. Örnek vereyim: iki insan düşünün bunlar Mekke’nin aynı mahallesinde, aynı sokağında yaşadı. Biri Hz. Peygamber, diğeri ise Ebu Cehil veya Ebu Leheb. Bunlar aynı kentte doğdu, aynı sokaklarda büyüdü. Muvahhidlerin Efendisi, Enbiyanın Sonuncusu Hz. Peygamber ile Ebu Cehil arasındaki mesafe ne kadardır? Hak Teâlâ ile şeytan arasındaki mesafe kadardır.

Allah tam ve kâmil bir tecelli etti ve tüm isimleri ile zâhir oldu. İşte onun adı insandır. ‘‘Zatın tam tecellisi’’ ile ‘‘zatın tecellisinin tamamı’’. Ben bu iki cümlenin farkına değinmek istiyorum. Bir ‘‘zatın tam tecellisi’’ vardır, bir de ‘‘zatın tecellisinin tamamı’’ vardır. Bunlar birbirinden farklıdır; ama bunların mısdakı aynıdır.

‘‘Zatın tam tecellisi’’, Hak Teâlâ’nın tüm varlığıyla tecelli etmesi demektir. ‘‘Zatın tecellisinin tamamı’’ ise ‘‘zatın tam tecellisinin’’ neticesidir. Zatın tam tecellisinin neticesi ve zatın tecellisinin tamamının mısdakı insan-ı kâmildir.

İşte zatın tam tecellisi ve zatın tecellisinin tamamı olan insan-ı kâmil, bir yaratılış harikasıdır. İnsan varlıklar (mevcudat) içinde bir varlık (mevcut) değildir. Nasıl ki âlem varlıklar arasında bir varlık değilse insan da varlıklar arasında bir varlık değildir. Yani nasıl duvar, dağ, taş ağaç mevcutsa insan da öyle mevcuttur, diyemezsiniz. Evet, insan bir mevcuttur (varlık) ama mevcutlar arasında bir mevcut değildir.

Peki, neden, böyle büyük bir iddiada bulunuyorum, bunun sebebi nedir, diye sorabilirsiniz. Çünkü insan tüm mevcudatı ilmî açıdan ihata edebilmektedir; ancak âlem insanı ilmî açıdan ihata edemez. Siz âlemi ilmî olarak ihata edebildiğinize göre siz onlar arasında değilsiniz, onları muhitsiniz yani kuşatansınız.

“Vallâhu min verâihim muhit” (Allah onları çepeçevre kuşatmıştır.) (Buruc, 20) Allah her şeyi çepeçevre kuşatmıştır ve siz de zatın tam tecellisi ve zatın tecellisinin tamamı olduğunuza göre tüm âlemi kuşatıyorsunuz. Eğer biz böyle değilsek bizim istidadımızın fiiliyata ulaşamamış olmasından dolayıdır. Biz fiiliyata erişememiş olsak da bu istidada sahibiz. Eğer bizim istidadımız fiiliyata ulaşırsa bizler de tüm âlemi ihata edebiliriz.

Biz peygamberlerin ve evliyanın âlemleri tam olarak ihata ettiklerine inanıyoruz. Yani sadece bu nasût âlemini de değil, hem mülk hem de melekût âlemini ihata etmişlerdir. Hz. Peygamber’in sadece bu âleme ihatası yoktu; berzah, melekût, lahût âlemlerine de ihatası vardı. İsra olayından bahsetmiştik. “Kâbe kavseyni ev edna” (Mesafe iki yay kadar veya daha yakın oldu.) (Necm, 9) Yani artık geriye bir şey kalmamıştı; o kudsî makamda Hak Teâlâ’yla yalnızdı. İşte o makamda tüm varlık âlemini ihata etmektedir.     

Evet, işte insan böyle bir varlıktır. O halde insanın varlığının dışında kalabilen ne vardır? Eğer ihata ediyorsan onun bir örneğinin sende olması gerekir. Âlemde olan bir şeyin sende örneği olmasa sen âlemi ihata edemezsin. Âlemde var olan her şeyin örneği sende mevcuttur. Sen yaratılış âleminin nüshasısın.

Laricanî:

Ey Nuskhe-yé name-yé ilahi ké toi

Ve ayine-yé cemal-é şahi ké toi

Bîrun z to nist her çé der âlem hest

Der khod be taleb her an çé khahi ké toi

 

Ey ilahi mektubun nüshası ki o sensin

Mutlak cemâlin aynası ki o sensin

Senin dışında değildir, âlemde her ne varsa

Kendinden iste her ne istersen ki o sensin.

Üstad Dînânî: İnsanda her şeyin örneği vardır. Âlemde şeytan da melek de vardır. Her şey vardır. O halde insanda hem ilahi hem de şeytani örnekler vardır. Evet, insanda şeytan vardır, insanın kendisi şeytandır; ama Allah da bende tecelli etmiştir. Bakınız, Allah ile şeytan arasındaki yol ne kadar uzundur. Nefis işte bu uzunluktadır, yani şeytandan Allah’a kadar ne kadar yol varsa işte o yolu aşmak gerekir.

Laricanî:

 Bé derya-yé füru oftadem ey dûst

Ké cân-é sed hezaran gargé-yé ust


Ey dost öyle bir denize düştüm ki

Yüz binlerce can onda boğulmaktadır.

Üstad Dînânî: Evet, sonsuz bir denizdir. Hem derinliği bakımından sonsuzdur hem de genişliği bakımından.

Nefsi sorarsanız işte böylesi bir varlıktır. Peki, nefsi nasıl tanıyacağız? İşte arz ettiğim gibi bu konuda akıl ve şeriattan başka yol yoktur.

Laricanî: Zatıâlinizin bu aydınlatıcı açıklamaları Ziyaret-i Camie-yi Kebir’deki ifadelerin çok güzel bir tefsiri oldu. Ziyaret-i Camie-yi Kebir, Masum İmamların (a.s.) vasfına dairdir. Orada şöyle bir ifade var: “Ecsamukum fil’l ecsad, ervahukum fi’l ervah, hatta kuburukum fi’l kubur” (bedenleri bedenlerde, ruhları ruhlarda, mezarları mezarlarda). [Zahiren diğerleriyle birlikte ama bâtınları yücelerde] Bu çok güzel bir tefsirdi.

 Üstad Dînânî: İnsan eğer evliyayı tanımazsa o zaman nefis bir anahtar değil, kilittir.

Laricanî: Sizin açıklamanız, Hâfız’ın şu beytiyle çelişiyor.

Âdemi der âlem-é khakî nemi ayed bé dest

Âlem-é diğer bébayed sakht u ez nov âdemî

Yeryüzü âleminde bir adam bulunamaz

Bir başka âlem ve başka tür bir adam yapmak gerek

Üstad Dînânî: Evet, yeni tür adamlar derken sıradan adamları kastediyor. Başka bir âlem yaparken de kendinde yapması gerekiyor. Çünkü insanın dışında bir âlem yoktur. Dediğim gibi âlem diye bir varlık yoktur; âlem insanın ufkudur. Hâfız da başka bir âlem arayacaksa onu kendisinde aramalı ve bulmalıdır.

İnsanın tek bir âlemi de yoktur. İnsanda âlemler vardır, âlem içinde âlemler vardır ve ne kadar giderseniz o kadar genişler. İnsanın tek bir âlemi yoktur. Sizin halleriniz sizin âleminizdir. Siz uyanıkken bir âlemdesiniz, uyuduğunuzda ise başka bir âlemdesiniz. İbadet halinde belki bir başka âlemdesiniz. Sarhoş insan ile ayık insan iki ayrı âlemdedir.

Aynı şekilde marifet sahibi insanların da marifet düzeyi yükseldikçe âlemleri değişiyor. Bir filozofun, ârifin âlemi ile bir aptalın âlemi aynı değildir. Bunların ikisi de insan olmaları bakımından aynıdır. Ama âlemleri bakımından farklıdırlar.

Sizin okuduğunuz o beyitle benim söylediklerim arasında çelişki görmüyorum. Hâfız büyük bir insandır ve Mevlânâ’dan hiç de aşağı kalır biri değildir. Hâfız başka bir âleme gitmek isterken bu âlemden başka bir âleme gitmek istiyor ve o âlemi de kendisinde arıyor.

Laricanî: Böylece “Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ” (Sonra da ona fücur ve takva kabiliyeti verene and olsun ki) (Şems, 8) âyeti de anlaşılmış oluyor. İnsanda hem Rahmani hem de şeytani şeyler vardır. Aynı tefsiri Mevlânâ da şöyle yapıyor:

Nefs zin sanest zan şod koşteni

Uqtulu enfusekum goft ân seni
 
Nefis işte böyle öldürülmesi gereken bir şey olduğundan

Yüce Allah da öldürün nefsinizi demiştir.  

            
Üstad Dînânî: “Uqtulu enfusekum” âyetinde çok büyük bir incelik vardır. Âyet insanlara “siz kendi nefsinizi öldürün” diyor. Peki, sen bir nefissin, o halde ‘‘sen kendini öldür’’ ne demektir? Kendi boğazını mı keseceksin? Kendi nefsini öldür demek, ‘‘sen bir mertebedesin, diğer mertebeyi öldür’’ demektir.

Laricanî: Evet, yani takva mertebesinde, fücur mertebesini öldür. Pekâlâ Üstad, bir program arasından sonra devam edelim.

***

Evet Üstad, çok güzel ve derin bir cevaptı. Birçok soruya cevap veriyor. Mevlânâ’nın biraz önce okuduğum beytinin İsrailoğullarının o olayına işaret olduğu söylenir. Hz. Musa (a.s.) Mikat’tan döndüğünde onların yeniden buzağıya tapmaya başladıklarını gördü. “Ve iz kâle Mûsâ li kavmihî yâ kavmi innekum zâlemtum enfusekum bittihâzikumul icle fe tûbû ilâ Bâriikum faktulû enfusekum” (Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! Şüphesiz siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize kötülük ettiniz. Onun için Rabbinize tevbe edin de nefislerinizi öldürün.) (Bakara, 54) Bu âyetle ilgili olarak bazıları şöyle bir itirazda bulunmuştur: Onlar ‘‘biz kendimize zulmettik’’ diyerek tövbe ettikleri halde Allah neden onlara ‘‘nefsinizi öldürün’’ diyor? Yani Allah neden tövbelerinizi kabul etmem için kendinizi öldürün diyor?

Ancak sizin bu açıklamanızla mesele aydınlanıyor: Yani nefislerimizdeki iyi şeylerle kötüleri uzaklaştırmalıyız. Mevlânâ da bunu söylüyor, izin verirseniz ben okuyayım:

Bu kapının afeti, heva ve şehvettir.

Yoksa burada daima şerbetler içilir durur.

Heva hevesle, nefsin isteğiyle az dost ol.

Çünkü seni Tanrı yolundan çıkaran, heva ve hevestir.

Meyiller tıpkı köpekler gibi uyur.

Onların içinde hayır ve şer gizlidir.

Güçleri olmadığı zaman böyle yatarlar

Tıpkı odun parçaları gibi sakindirler.

Ancak aralarında bir leş ortaya çıktı mı

Hırs ve tamah o köpekleri hemen yerinden kaldırır.

Şimdi benim sorum şu: Acaba hayır ve şer insanın dışında olan bir şey midir? Sizin de daha önce dediğiniz gibi dünya eğer insanın ihatasındaysa o halde neden dışsal etkenlerden etkilenebiliyor?

Üstad Dînânî: Bakınız, eğer siz meyilli olmazsanız âlem size hâkim olamaz. Tatlı tatlıdır; ama eğer sizin tatlıya bir meyliniz yoksa onun size hiçbir etkisi yoktur. O meyil sizi tatlıya sürüklüyor.

Laricanî: Peki, benim kuşatmam altında değil mi?

Üstad Dînânî: Sizin kuşatmanız var; ama siz hem etkide bulunuyor hem de etkileniyorsunuz. Âlem sizi hem etkiliyor hem de sizden etkileniyor. Dünya etkileme ve etkilenme halindedir. Kendi çevrenizden, etrafınızdaki insanlardan hem etkilenirsiniz hem de onları etkilersiniz.

Burada önemli olan insanın âlemden nasıl etkilenip ve onu nasıl etkilediğidir. Yıkıcılık, fesat yapmamasıdır, insan öldürmemesidir. Aynı şekilde insanın buraya bırakacağı etki önemlidir. Siz buraya geldiniz, ruha sahip olduğunuz gibi bedene de sahipsiniz. Bedenin birtakım gerekleri vardır. Eğer bedene sahip olmasaydınız salt ruh olurdunuz.

Allah sizi bir melek olarak yaratabilirdi ve siz de günah işlemezdiniz. Ancak melek mi üstündür yoksa insan-ı kâmil mi? Tabii ki insan-ı kâmil üstündür çünkü o bu ateş vadisini, bu temayüller vadisini geçti ve Cebrail’in de üstüne yükseldi. Eğer günah işleme kabiliyetiniz olmasaydı kemâl sahibi olamazdınız. Kemâlin elde edilmesi, kazanılması gerekir. Kemâl kazanılan bir şeydir.

Elbette tüm temayüller sizde vardır. Dediğim gibi eğer sizin tatlıya temayülünüz yoksa, balın size hiçbir etkisi olmaz. Tatlıyı sevdiğiniz için tatlıya gidersiniz. Kim neyi seviyorsa ona doğru gider. İnsanda türlü türlü temayüller vardır, öyle bir iki tane veya yüz ya da bin tane değil.

Laricanî: Temayüllerin olumlu etkilerinden istifade edilebilir.

Üstad Dînânî: Tabii ki edilebilir, eğer Hak yolunda, yücelme yolunda istifade edilirse iyi olur. Ben burada yücelme kelimesini kapsamlı olması için kullanıyorum. Yücelmek yükselmektir; ama yükselmekten kastedilen evin damına çıkmak değildir. Evin damı gökyüzüne göre aşağıdadır. Ay’a gittiğinizde de yükselmiş olmazsınız, o da başka galaksilere göre aşağıdadır, hatta bu konuda aşağı yukarı kelimeleri anlamsızdır.

Bazıları yüksekliği ufuksal yön olarak anlıyor. Bugün yüksekliği deniz seviyesine göre değerlendiriyorlar. Ama bütün bunlar nisbidir. Benim burada yukarı yükselme olarak bahsettiğim yücelme (teâlî), varlıksal rütbe açısından yüksekliktir. Hak Teâlâ yukarıdır ama bu yön açısından yukarı değildir. Mekânsal bir yukarılık değildir, çünkü Allah için mekân söz konusu değildir.

Peki, yukarı olması ne ile ilgilidir? ‘‘Vacibu’l-Vücud’’dur, varlığın var olması O’nun varlığını gerektirir; kahhardır, muhittir. Şöyle bir örnek vereyim. Mesela belirli bir alanda doktora derecesine sahip olan bir kişi, ilkokuldaki birine göre daha yukarıdadır. Onun yukarıda olması ufuksal yön bakımından değil, ilmi yönü bakımındandır. Burada ben de yücelme derken ilim ve marifet açısından yücelmeyi kastediyorum.

İnsan eğer mecburen bu âleme yönelik olması gereken nefsani temayüllerini yücelme ya da kısaca marifet yönünde kullanabilirse o zaman iyi yönde kullanmış olur. Ancak eğer bu dünyaya kapılıp da yücelmeyi unutursa o zaman da yerinde kalmış ve esfel-i safilin derekesine düşmüştür.

İnsanın ‘‘esfel-i safilin’’den (aşağıların en aşağısı) ‘‘ala-yı illiyin’’e (yücelerin en yücesi) kadar yolu var. Esfel-i safilin bu nefsani temayüller ve şehvetlerdir. Ala-yı illiyin ise artık tasavvur edilemeyecek kadar yüceliktir. İnsanın en yücesi neresidir? Varlık âleminde ne kadar yukarı çıkarsanız onun yukarısı vardır; ancak en yukarısı artık Hak Teâlâ’ya kavuşmaktır. Hak Teâlâ’dan daha yücesi yoktur, zaten tasavvur da edilemez.

Laricanî: Pekâlâ Üstad, birçoklarının sorusuna cevap verdiniz. Yani anlaşılıyor ki hevâ veya şehvet kendi başına kötü olan şeyler değildir. Kendi yerinde temayüller de kötü değildir. Onların faydası olmasa Allah onları yaratmazdı. İnsan onları o faydalarda yani sizin yücelme diye ifade ettiğiniz yönde kullanmalıdır.

Bu noktada da ibadetler, yani namaz, oruç, zekât vs. bizi yücelmemiz yönünde takviye ediyor. “Nefislerinizi öldürün” ifadesi de burada anlam kazanıyor. Biz böylece fücur cephesi karşısında bir savunmaya sahip oluyoruz. Bunlardan biri de oruçtur. Oruç insanı yücelme ve tekâmül yönünde ne kadar da takviye ediyor.

Üstad Dînânî: Evet, bakın oruçta ne kadar itidal vardır. Vakitleri belirlidir. Ne zaman başladığı ne zaman bittiği belirlidir. Oruç bir nefis kontrolüdür. İnsan belirli vakitlerde yiyip içmekte belirli vakitlerde ise nefsine hâkim olmaktadır. Oruç nefsi tezkiye etmenin, temizlemenin yollarından biridir.

İsteklerinizin önüne geçerek, nefsinize hâkim olarak bir egzersiz yapıyorsunuz. Bu egzersiz her alanda devam ettirilirse yani insan başka insanlara özen göstermeye, kendine özen gösterme ve hayatın tüm alanlarında nefse hâkim olmaya devam ederse yücelme yönünde ilerler.    

Laricanî: Mevla Emîrü’l-Mü’minîn’in (a.s.) çok güzel bir sözü var; tam da konumuzla ilgili. O şöyle buyuruyor: “Fikrin günahlara oruç tutması, midenin yeme içmeye oruç tutmasından daha iyidir.”

Üstad Dînânî: Sizin okuduğunuz bu hadis, “Felyenzuri-l-insânu ilâ ta’âmih” (Artık insan, yediği yemeğine de bir baksın.) (Abese, 24) âyetiyle ilgilidir. Tefsircilerin birçoğu burada insanın yediği yemeğin hem bedensel hem de ruhani anlamda olduğunu söylüyor. Yani sadece ‘‘kebap ye’’ değil, ‘‘fikrî gıdalarına da bak’’ demektir. ‘‘Nasıl düşünüyorsun, nasıl kitaplar okuyorsun, ne kadar okudun, ne kadar öğrenebiliyorsun’’ anlamlarına da geliyor. Sizin demin okuduğunuz hadis bu âyetle de doğrudan ilgili.

İnsan bedensel, düşünsel, akli, ruhi vs. varlığına bütünüyle nezaret etmelidir. İnsanın bedeni veya fikri kendine aittir. Ama insan bedenine de fikrine de nezaret etmelidir. Yani bakan da bakılan da insanın kendisidir.

Laricanî: Evet Üstad, birçok sorumuzun cevabı aydınlığa kavuştu. Çok yararlandık ama programımızın süresi de sona erdi. İnşallah bu bahse diğer programlarda devam edeceğiz. Bir sonraki programda buluşmak dişeğiyle aziz üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.

Medya Şafak

YORUMLAR

REKLAM