Rasthaber - İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.
Bize gizlice baktığı o günün hatırası daim olsun
Senin sevgi güneşinin izi yüzümüzde belirdi
Harabatta sarhoş oturduğum o günün hatırası daim olsun
Bugün mescitte az olan şeyler orada vardı.
Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Programımıza gösterdiğiniz ilgiden ve güzel görüşlerinizden dolayı hem kendim ve üstadımız adına hem de programda emeği geçenler adına çok teşekkür ederim. Sizin programımızdaki konularla ilgili sorduğunuz ilmî ve felsefi sorular bize büyük mutluluk veriyor. Ne mutlu bize ki programımızı böylesine ilmî düzeye sahip kimseler izliyor.
Soruların büyük bir kısmı İslam ve İran tarihinin büyük dehası olan İbn Sînâ’nın düşüncelerine ve eserlerine yöneliktir. Bu soruları bu programda hayatının 40 yılını onu incelemeye vermiş büyük üstadımıza sorma imkânı bulduk. Bunun ardından da inşallah Üstadın Sukhen-é İbn Sînâ ve Beyan-ı Behmenyar [İbn Sînâ’nın Sözü ve Behmenyar’ın Açıklaması] adlı değerli kitabını ele alacağız.
Sayın Üstad, Behmenyar İbn Sînâ’nın bir öğrencisi olarak oldukça önemli görüşlere sahip. O, bizim gibi tüm araştırmacılara, ilim öğrenenlere hocamızla ilişkimizin nasıl olması gerektiğine dair bir ölçü sunuyor. Bu eserde bu iki değerli kişi arasındaki samimi ve sevgi dolu diyalogu görebiliyoruz.
Behmenyar, hocası İbn Sînâ’yı çağının bir dehası olarak görüyor ve diyalogun onun düşüncelerinin anlaşılması için çok uygun bir yol olduğunu düşünüyor. Üstad siz bu giriş çerçevesinde konuya başlarsanız ben ilerleyen bölümlerde sorularımı arz edeceğim.
Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm. Evet, siz Şeyhü’r-reîs Ebu Ali Sînâ için İslam dünyasının dehası diye buyurdunuz ama ben onun tüm dünyanın dehası olduğunu düşünüyorum. Tüm insanlık tarihinin dehalarından biri Şeyhü’r-reîs Ebu Ali Sînâ’dır.
Elbette İbn Sînâ konusunda bin yıldır, hatta Batı’da da çok çalışmalar yapıldı ama maalesef o, hâlâ daha layık olduğu kadar tanınmıyor. İbn Sînâ’nın kısa ama çok verimli bir hayatı oldu. Bu âlemde yaklaşık olarak 58 yıl ömür sürdü. Bu kısa ömründe de çok da rahat ve özgür olamadı. Onun döneminde var olan devletler sorunluydu. O dönemdeki yönetimler iyi yönetimler değildiler.
Çeşitli taifelerden hükümdarlar hâkimiyet sürüyordu. İran’ın her bir bölgesinde bir hükümdar vardı. O hükümdarlar da İbn Sînâ’ya felsefesinden dolayı değil, doktorluğundan dolayı değer veriyorlardı. Onlar felsefeden anlayan insanlar değildi, o yüzden İbn Sînâ’yı güçlü doktorluğu sebebiyle oradan oraya götürüyorlardı. Onun doktorluğundan yararlanarak onun vaktini alıyorlardı.
Bir filozofun felsefeyle uğraşacak, düşünecek, yazacak vakti olmalıdır. Bir yandan saray, bir yandan da doktorluk işleri ile meşgul ediliyordu. Ayrıca bir de onun için kavga veriliyordu çünkü her biri onu kendisi yanına götürmek istiyordu. Dolayısıyla Şeyhü’r-reîs adeta gereksiz meşguliyetler sebebiyle esir haldeydi. Belki de bu yüzden uzun bir ömür süremedi.
Her gün doktorluk ve hasta muayenesi gibi işlerle uğraşmak zorunda kaldığı için yalnızca geceleri felsefeyle uğraşabiliyordu. Bu yüzden de çok az uyuyordu. Ben İbn Sînâ’nın bu sebeplerle genç yaşta öldüğünü düşünüyorum. Gerçi kendisi başka bir şey söylemişti. O hastalandığı zaman ona “sen doktorsun neden kendini tedavi etmiyorsun” diye soruyorlar. O, ise “benim nefsimin artık kendim için tedbir alma niyeti yok” diyor. Bunu ciddi mi söylemiş yoksa şaka mı yapmış bilemiyoruz ama üstündeki onca baskı iyi ve sağlıklı bir hayat sürmesine engel olmuştur.
İbn Sînâ’nın birçok öğrencisi vardı ama bazı öğrencileri çok iyiydiler. Onlar gerçekten de İbn Sînâ’ya çok vefalıydı. Bu öğrencileri geceleri onunla oturur ve yüksek düşüncelerinden azami derecede istifade ederlerdi. Onlardan biri de sizin de ismini andığınız Behmenyar’dı.
Behmenyar İbn Merzban-ı İsfahânî adlı bu büyük şahsiyet de büyük bir filozoftu. İbn Sînâ’ya çok içten ve büyük bir saygısı vardı. O, İbn Sînâ’nın gelmiş geçmiş ender şahsiyetlerden biri olduğunu, onun gibi bir filozofun bu dünyaya gelmediğini söylüyordu. O, gerçekten İbn Sînâ’dan azami derecede istifade etmiştir. İbn Sînâ’nın birçok önemli düşüncesi bu öğrencisiyle ve diğer öğrencileriyle yaptığı konuşmalar sayesinde günümüze intikal etmiştir.
Tabii İbn Sînâ’nın kendi telifleri de vardır, bu telif eserlerinden en meşhur olanları Şifâ, Kitâbü’n-Necât ve İşârât’tır.
Laricanî: Ayrıca Kanûn adlı eseri de var.
Üstad Dînânî: Evet, Kanûn tıpla ilgilidir. Bu eserleri kendisi yazmıştır. Mesela İşârât’ı zindanda yazmıştır. Kendisinin yazdığı bu kitaplarda görüşlerini açıklamıştır ve bunlar bin yıldır okunmaktadır ancak bu kitaplardan başka bir de öğrencilerinin onunla yaptıkları söyleşilerden oluşan eserler de vardır. İbn Sînâ’nın en bedii fikirleri işte bu söyleşilerdedir.
Bu fikirler hem bu söyleşilerde hem de Behmenyar’ın kendisinin yazdığı eserlerde ortaya çıkıyor. Behmenyar, kendi yazdığı kitaplarda aslında hocasının görüşlerini yansıtıyor. Bu açıdan biz İbn Sînâ’nın özgün düşüncelerini Behmenyar’ın kitaplarında aramalıyız. Bu ise çok az okunmuştur.
Aslında en özgün ve bedii felsefi görüşler söyleşilerde ortaya çıkıyor. Aslında iyi fikirler söyleşilerde ortaya çıkıyor. Bunu bu programda da defalarca tekrar ettik. Ben Diyalog Filozofu Nasîrüddin-i Tûsî adlı kitabımda söyleşinin gerçeklerin ortaya çıkarılmasında ne denli önemli bir rolünün olduğunu anlatmıştım.
Eski hekimlerden biri “gerçeklik öyle tuhaf bir varlıktır ki onu sorgulamazsanız konuşmaz” diyordu.
Laricanî: Sokrat da ‘‘hakikatler karşılıklı konuşmadan doğar’’ diyor.
Üstad Dînânî: Evet, aynen öyle. O şahıs diyor ki gerçeklik adeta bir profesyonel suçlu gibidir. Gerçekler o kadar profesyoneldir ki sükût ederler, onları sorgulamazsanız konuşmazlar. Tabii aslında gerçeklik asla suçlu falan değildir ama gerçeklik aslında zuhurunun şiddetinden dolayı gizlidir. Gerçekliğin gizli kalan yanı onu sorgulamadığınız zaman konuşmuyor. Gerçekliğin sorgulanması bazen o gerçekliğe dair soru sormak şeklinde oluyor, bazen de bir şahısla yapılan söyleşiyle gerçekleşiyor.
Söyleşilerin gerçekliğin ortaya çıkarılmasında önemli bir rolü vardır. İbn Sînâ’nın öğrencileri de bunun farkındaydılar. Bu yüzden de geceleri onunla belki sabahlara kadar sohbet ediyorlardı. Ona her şeyi soruyorlardı, İbn Sînâ da kendisine soru sorulduğu için daha önce aklına gelmeyen konuları bile açıklama imkânı buluyordu. Bu yüzden de İbn Sînâ’nın birçok bedii düşüncesini onun öğrencileriyle özellikle de Behmenyar ile yaptığı söyleşilerde, hatta Behmenyar’ın kendi eserlerinde bulabiliyoruz.
Sizin bahsini ettiğiniz bu kitabı ben yakın zamanda yazmıştım. Kitabın ismi Sukhen-é İbn Sînâ ve Beyan-é Behmenyar’dır. [İbn Sînâ’nın Sözü ve Behmenyar’ın açıklaması] Ben bu kitaba şu sebeple bu ismi verdim: Yani Behmenyar da aslında İbn Sînâ’nın söylediklerinden başka bir şey söylemiyor, demek istiyorum.
Laricanî: Onun düşüncelerinin sesidir.
Üstad Dînânî: Evet bravo, onun düşüncelerinin sesidir. Kitabın ismini seçerken “Sukhen-é İbn Sînâ” kısmında “sukhen” (söz) kelimesindeki “sin” harfi ile İbn Sînâ’daki “sin” harfini ve Behmenyar’daki “be” harfiyle de “beyan” kelimesindeki “be” harfini birlikte kullanmak istedim. Öte yandan söz beyandır ve beyan da sözdür. Ancak bir konuyu İbn Sînâ’nın sözünde ve Behmenyar’ın beyanında görüyoruz. İki tarz olsa da aslında bir konudur. Yani bu kitap aslında İbn Sînâ’nın fikirlerinin, Behmenyar’ın beyanına nasıl yansıdığını açıklamak için yazıldı.
Laricanî: Onun şöyle bir açıklaması var: “İbn Sînâ mehremest; zeban-é u ra nehan-é khiş mi didem.” (İbn Sînâ sırdaştır; ben onun dilini, kendi gizlediklerim olarak görüyordum.) Burada “zeban” ve “nehan” kelimelerini seçmesi çok ilginç. Mevlânâ da “sırdaş gördüğün zaman ruhunun sırrını söyle” diyor. Ancak Behmenyar, “onun dili benim gizlediğimdir” diyor.
Üstad Dînânî: Evet, bu çok güzel bir ifade. Bu, Behmenyar’ın çok doğru bir şekilde söylediği ve yerine getirdiği bir söz. O, bununla kendi hocasının söylediklerini anlama kapasitesine sahip olduğunu, buna hazır olduğunu söylemek istiyor. Yani Behmenyar olmasaydı, belki de o sözler İbn Sînâ tarafından söylenmeyecekti.
Onun İbn Sînâ ile ilişkisi, Şems-i Tebrîzî’nin Mevlânâ ile ilişkisi gibidir. Bildiğiniz gibi Şems, yıllarca sükût etmişti. Hiç kimseyle konuşmadı, hatta söz söylemedi. Şems şöyle diyor:
Ben dilsizlik rüyası gördüm ve tüm âlem sağır
Ben söylemekten acizim, halk onu dinlemekten
Halk, Şems’in sözlerini dinlemekten aciz olduğu için o da sözlerini söyleyemiyordu. Sonra Mevlânâ Celâleddîn Belhî ile karşılaşınca onun “nehan”ı (gizlisi) Şems’in “zeban”ına (diline, sözlerine) uygun oldu. Bunun üzerine de Şems konuşmaya başladı. Söyleyebileceklerini Mevlânâ’ya söyledi. Fark sadece şudur: Şems’le Mevlânâ’nın sözleri irfandı, İbn Sînâ’yla Behmenyar’ın sözleri ise felsefeydi.
Yani İbn Sînâ’nın sözleri Behmenyar’ın “nehan”ına, ruhunun derinliklerindeki öze yerleşti. Bu yüzden de ben kitabıma “İbn Sînâ’nın sözü ve Behmenyar’ın açıklaması” adını verdim. Yani Behmenyar, İbn Sînâ’nın düşüncelerinin derinliklerini açıkladı. Bu kitapta birçok konu var, siz sordukça ben de açıklamaya çalışayım.
Daha önce de arz ettiğim gibi İbn Sînâ’nın vefatının üstünden bin yıldan fazla bir zaman geçiyor. Ne mutlu ki onun sözlerinden çok istifade edildi. Şifâ, Necât, İşârât vb. kitapları birer ders kitabıydı. Ancak İbn Sînâ’nın sözlerindeki bazı gizli kalmış, el değmemiş düşünceler Behmenyar ve diğer öğrencilerinin sözlerinde yer alıyor.
Bunların hiç söz konusu edilmediğini söylemiyorum ama bu sözlere çok az değinildi. Ben bu kitapta işte onlardan bahsettim. Bunların İbn Sînâ’daki hangi yenilikler olduğuna daha sonra değiniriz.
Laricanî: Burada ismini verdiğiniz eserlerinden biri de el-İnsâf kitabıdır. 20 ciltten oluşan bu kitabın İbn Sînâ’nın düşüncelerinin temeli olduğunu ifade ediyorsunuz. Orada kendinden önceki felsefelerin hatalarını açıklıyor ve eleştiriyor. Onu keskin zekâya ve eleştirel akla sahip bir filozof olarak niteliyorsunuz. Nitekim onun eserlerinde bu özellikleri çok açık bir şekilde görüyoruz. Biraz bu kitaptan bahseder misiniz?
Üstad Dînânî: Evet, çok önemli bir soru sordunuz. El-İnsâf kitabının macerası oldukça üzüntü vericidir. İbn Sînâ bu kitabı tıpkı Şifâ, Necât, İşârât ve benzeri kitapları gibi bizatihi kendi eliyle yazmıştır.
Öncelikle şu hususu belirtip ondan sonra el-İnsâf kitabına geçeyim. İbn Sînâ’nın yaşadığı dönemden bu yana yaklaşık bin yıl geçti. O, “Meşşâî felsefe”nin reisi olarak bilinir. Birçok büyük insan onu “İslam dünyasının Meşşâî felsefesinin reisi” olarak niteliyor. Meşşâî, Yunanca bir kelimesinin tercümesidir ve bu Aristo için söylenir.
Aristo felsefesi Meşşâî felsefedir. Peki, ona neden “Peripatetik” veya “Meşşâî” diyorlar? Çünkü o derslerini bahçede yürüyerek yapıyor ve öğrencileriyle bu şekilde konuşuyordu. Yürüyerek ders anlattığı için de ona Yunancada “peripatikos” kelimesinin tercümesi olarak Arapçada “yürüyen” anlamına gelen “Meşşâî” denmiştir. Özetle “Meşşâî”, Aristo’nun takipçisi olan filozoflar için kullanılır.
İbn Sînâ’ya Meşşâî denmesinin sebebi onun Aristo’nun takipçisi olduğunun düşünülmesinden dolayıdır. Fakat şunu açıkça belirteyim ki bu büyük bir hatadır. Maalesef bizim büyük düşünürlerimiz de bu büyük hataya düşmüşlerdir.
Hiç şüphe yok ki İbn Sînâ, Aristo’yu tanıyordu, Aristo’nun düşüncelerini okumuştu. Aristo’nun birçok düşüncesini de beğeniyordu, Aristo’yu Eflatun’dan daha büyük görüyordu. Buraya kadar hiç kuşku yok.
Ama! Burada büyük bir ama söz konusudur. İbn Sînâ, Aristo’nun düşüncelerinin sınırları içinde kalmamıştır. Bazı konularda ona eleştirileri vardır. O, fikrî ilerleyişine devam etmiş ve Aristo’yu aşmıştır. Onu nasıl aştı, diye sorabilirsiniz. O, Eflatun’u zaten çok kabul etmez ve Yeni Eflatuncu da değildir. Peki, o Aristo’nun o büyük düşüncelerini nasıl aşabildi?
Bunlar birçok kimsenin cevap veremediği sorulardır ve onlar İbn Sînâ’nın Aristo’nun düşüncelerinde kaldığını düşünüyorlar. Hâlbuki Aristo’nun düşüncelerinde kalan tek filozof, kitabımda da yazdığım gibi İbn Rüşd’dür. İbn Rüşd’ün Meşşâî felsefedeki parlayışı konusunda kitap yazdım. O, Aristo’da kaldığı için de İbn Sînâ’yı beğenmiyor.
İbn Sînâ, Aristo’yu nasıl aştı ve onun düşüncelerinde takılıp kalmadı? Bu, birçok kişinin cevap veremediği bir sorudur. Çünkü İbn Sînâ İran kültürünün düşüncel temellerine sahiptir. Batılılar mübarek yüzlerini (!) buna çevirmiyor, antik İran kültürüne muhalif olanlar da bu düşünceden hoşlanmıyorlar.
İbn Sînâ antik İran düşüncesine tam olarak aşinaydı. Onun belgelerine sahipti ancak maalesef bunlar yanıp yok oldular. O, bunlar sayesinde İran antik düşüncesine aşina olmuştu ve antik İran düşüncesinin yardımıyla Aristo’nun düşüncelerini aşmayı başardı. O, Aristo’nun düşüncelerini aştığı için de artık İbn Sînâ’nın tüm düşüncelerinin Şifâ, Necât veya el-İşârât kitaplarıyla özetlendiğini söyleyemeyiz.
O, hatta İşârât adlı kitabında da Aristo’nun düşüncelerini aşmaya başlamıştır. O, kitabının “nemetu’l-ârifîn” kısmında, âriflerin makamlarından bahsediyor. Bunun Aristo düşüncesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Şifâ kitabında da kısmen aşmıştır. Ancak onun Aristo düşüncelerini aştığını ve antik İran düşüncesine aşina olduğunu açıkça gösteren kitabı el-İnsâf idi. Peki, bunu neye dayanarak söylüyorum? Çünkü el-İnsâf kitabı şu an elimizde değil. Bu çok acı ve üzüntü verici bir durumdur.
Bu kitap 20 ciltti. Eğer bu 20 cilt kitap kalsaydı, bugün biz çok daha farklı konuşuyor olurduk. Gerçekten de başka türlü konuşurduk. Şeyh-i İşrâk, buna dikkat çekmiştir. O kitabın bazı bölümleri onun eline geçmişti. Onun kendisi, “Ben Hikmet-i İşrâk’ı İbn Sînâ’nın bitirdiği yerden başlattım” diyor. Bunu bizim Şeyh-i İşrâk (Sühreverdî), İbn Sînâ’dan birkaç asır sonra söylüyor.
O kitap, Mesud Gaznevî’nin İsfahan’a yaptığı saldırıda yok oldu. O, bu yağmacı saldırıda özellikle İbn Sînâ’nın evini hedef aldı, ona saldırdı ve İbn Sînâ’nın kütüphanesi orada yakıldı. Bu kitap da orada yandı ve geriye bazı parçaları kaldı.
Mısırlı bir filozof olan ve yakın zamanda vefat eden Abdurrahman Bedevi, el-İnsâf kitabından birkaç risalenin kaldığını iddia ediyor. Elbette bu onun iddiası ve henüz bu benim için ispat edilmiş bir şey değil. Fakat onun isimlerini verdiği ve yayımladığı sağlam kalan o birkaç risale gerçekten de İşrâkîliğe uyuyor.
Onun yayımladığı o birkaç risale tam anlamıyla İşrâki’dir. O kitaplarda İşrâk düşünceleri vardır. Onun iddiasına göre bu risaleler, el-İnsâf kitabından kalan ve onun yüzde biri kadar olan bölümlerdir. Bununla birlikte o da el-İnsâf kitabının yandığını ve yok olduğunu kabul ediyor. İşte el-İnsâf kitabının neden bugüne kalmadığının ve yandığının acı hikâyesi budur.
Bu kitap maalesef bizim elimizde değil ve bu tarihin bir zulmüdür. Ancak bizim elimizde olan Şifâ, Necât, İşârât gibi kitaplarda da bir miktar irfani yön var. İşârât kitabında çok güçlü bir irfani yön bulunmaktadır. Ayrıca bir miktar da onun öğrencilerinde var, özellikle de Behmenyar’ın kitabında. Son derece sevindiricidir ki Behmenyar’ın eserleri elimizdedir. Biz İbn Sînâ’nın o özgün el değmemiş düşüncelerini Behmenyar’ın kitaplarında bulabiliriz.
Şu an sizin elinizde olan ve benim en son yazdığım “İbn Sînâ’nın Sözü ve Behmenyar’ın Açıklaması” adlı kitapta bu büyük filozofun düşüncelerini yansıtmaya çalıştım. Buna ileride değiniriz.
Üstad, çok önemli iki noktaya işaret ettiniz. Birincisi şu: İbn Rüşd Aristo’nun düşüncesinin sınırları içerisinde kaldı; fakat İbn Sînâ onu aşıyor. Bu aşmanın ölçütlerinin ne olduğunu ayrıca soracağım. Ancak diğer bir önemli nokta da şu ki İbn Rüşd, İbn Sînâ’ya saldırıyor ve İbn Sînâ’nın Aristo felsefesinden fersahlarca uzak olduğunu söylüyor.
Öte yandan irfan alanındakilerde de İbn Sînâ’ya karşı aynı şekilde bir tavır görüyoruz. Mesela Gazzâlî Tehâfütü’l-Felâsife’yi ona karşı yazıyor. Senâî de şöyle diyor:
Dinde hikmetin şer’i şarabını içtiler
Yunan heveslileri o işretten mahrumdurlar
Senâî de İbn Sînâ’yı “Yunan heveslisi” olarak niteliyor. Bir süre önce düşüncelerini açıklamak için hakkında program yaptığımız Attâr da “Dinin eri ve sırların mahremi ol, felsefi hayallerden özgür ol” diyor. Belki de onun kastettiği Yunan felsefesiydi; ancak ona garazı ya da marazı olan herkes İbn Sînâ’ya şunu söylüyordu:
Nist ez şer’î Nebi-yi Hâşimî
Durter ez felsefiyi yek âdemi
İslam peygamberinin şeriatında
İnsana felsefeden daha uzak hiçbir şey yoktur
Onlara göre bu kişi İbn Sînâ’dır. Yani demek istiyorum ki İbn Sînâ’nın mazlumluğu oldukça büyüktür.
Üstad Dînânî: Çok önemli bir konuyu gündeme getirdiniz. İbn Sînâ’ya iki grup saldırıyor. Bunlardan birincisi Aristo’nun fanatik takipçileri ki bunların başında da İbn Rüşd gelmektedir. İbn Rüşd’e göre İbn Sînâ Aristo’da kalmadı, hatta onu anlayamadı. O, bunu öne sürerek İbn Sînâ’ya saldırıyordu. O, İbn Sînâ’nın bazı noktalarda Aristo’yu dikkate almamasından dolayı, onun Aristo’yu anlamadığını sanıyordu.
Hâlbuki İbn Sînâ Aristo’yu anlamamış değildi, tam tersine onu aşmıştı. Onu aşarak İşrâki ve irfani bir yaklaşıma yönelmişti. İbn Rüşd ise irfandan anlamıyordu. İbn Rüşd, fanatik derecede irfan karşıtıydı ve irfanı bir masal olarak görüyordu. İbn Sînâ’nın düşünceleri de irfani bir renk kazanınca doğal olarak bu, İbn Rüşd’ün hoşuna gitmedi ve onun Aristo’yu anlamadığını sandı. Hâlbuki o anlamamış değildi, Aristo’yu aşmıştı. Bu, meselenin birinci yönüdür.
Senâî, Attâr vs. gibi sizin bahsettiğiniz felsefeye saldıran ve felsefenin başı olarak da İbn Sînâ’yı gören kimseler ise daha farklı düşünüyor. Yani İbn Sînâ’ya saldıranlar sadece İbn Rüşd gibi onu Aristocu görmeyenler değildir. Ârifler de onu Aristocu gördükleri için ona saldırdılar. Yani Senâî ve Attâr gibiler Aristo’dan hoşlanmıyorlar. Bu yüzden de İbn Sînâ, Aristocu olduğu için biz ondan hoşlanmıyoruz diyorlar. İbn Rüşd ise ona Aristocu değil diye saldırıyor.
İbn Sînâ birbirinden tamamen farklı iki tarafın saldırısı altında kaldı. Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife’yi yazarken ‘‘İbn Sînâ Aristocu olduğu için benim onunla aram yok; çünkü ben Aristo ile kötüyüm’’ demek istiyordu. Görüyorsunuz işte İbn Sînâ, ne kadar büyük bir zulme maruz kalıyor.
Fakat ben şunu söylemek istiyorum: Evet her iki taraf da ona zalimce saldırdılar ama aynı zamanda her ikisi de doğru söylediler. Çünkü İbn Rüşd, “İbn Sînâ Aristocu değildir” derken doğru söylüyordu. Gerçi o İbn Sînâ için Aristocu değil demiyordu; Aristo’yu anlamadı diyordu. Ancak asıl hatası burada zaten. Çünkü İbn Rüşd, İbn Sînâ’nın bazı düşüncelerinin Aristo ile uyumlu olmadığını gördüğü anda onun Aristo’yu anlamadığını düşündü. Hâlbuki o fikirler zaten Aristo’nun fikirleri değil, İbn Sînâ’nın kendi fikirleriydi. İşte bu yönüyle, evet, bir anlamda ‘‘İbn Sînâ Aristocu değil’’ derken doğru söylüyordu.
Öte yandan “İbn Sînâ Aristocudur’’ diyen ârifler de bir anlamda doğru söylüyor. Evet, İbn Sînâ’nın düşünceleri bazı açılardan Aristo’ya yakındır fakat o Aristocu değildir, onu aşmıştır. Onlar da İbn Sînâ’nın aslında kendileri gibi bir anlamda ârif olduğunu anlamadılar. Onlar eğer İşârât’taki “9. Nemet”i, İbn Sînâ’nın aşk hakkında yazdığı “Makâmâtu’l-Ârifîn” bölümünü, “Hikmetu’l-Maşrıkiyyîn” kısmını ya da en azından İbn Sînâ’nın Nûr Sûresi ile ilgili tefsirini okusalardı bu sözleri söylemezlerdi.
Onlar bunları okumadılar, felsefeyle araları kötüydü ve en büyük filozof olarak da İbn Sînâ’yı görüyorlardı, bu yüzden de İbn Sînâ’ya saldırmaları gerektiğini düşünüyorlardı. Bütün bunlardan dolayı İbn Sînâ’nın fazlasıyla mazlum olduğunu söyleyebiliriz. O gerçekten fazlasıyla zulme uğradı ve bizim de onu savunmamız gerekiyor.
İbn Sînâ hem Aristo’yu okudu hem de Aristo’da takılıp kalmadı. İbn Sînâ hem filozoftur hem de âriftir. İbn Sînâ, irfan konusunda Attâr ve Senâî ile denktir. Maalesef diğer ârifler İbn Sînâ’yı tanımak için çaba göstermediler ve tanımadılar, onu iyi bir şekilde tanıyan tek ârif, Ebu Said Ebu’l-Hayr’dır. Ebu Said, onunla iki veya daha fazla kez görüştü; ancak görüşmeleri oldukça uzun oldu ve birkaç gün sürdü. Ebu Said, İbn Sînâ hakkında şahitlikte bulunuyor ve onun hayret verici olduğunu söylüyor. O, İbn Sînâ’yı birçok âriften daha yüce sayıyor.
Ebu Said, İbn Sînâ’nın en büyük ârif olduğunu söylüyor. Bu, bir ârifin tanıklığıdır. Eğer diğerleri de tıpkı Ebu Said gibi İbn Sînâ’yı tam tanıyabilseydi, bu sözleri söylemezdiler. Gerçi İbn Sînâ’nın adını çok fazla anmadılar ama öyle bir şekilde konuştular ki insanlar bu saldırıların İbn Sînâ’ya yönelik olduğunu düşündüler.
Onlar Aristo felsefesine karşı olumsuz bir yaklaşıma sahiptiler ve İbn Sînâ’nın Aristo felsefesinin sembolü olduğunu düşünüyordular. Hâlbuki bu doğru değil. İbn Sînâ Aristo felsefesinin sembolü değildir. Tekrar edeyim, Aristo’yu bilmediğinden dolayı değil, o Aristo’yu okudu ve onu aştı.
Şimdi bana onun Aristo’yu aştığını hangi delile dayanarak iddia ettiğimi sorabilirsiniz. Onun İşârât’ına da Şifâ kitabına da bakınız. Yaratıcının ispatı konusunda Aristo’nun burhanına bakınız. Aristo, Allah’ı “muharrik-i evvel” [ilk harekete geçirici] görür. Aristo Allah’a inanır ama Allah’ı sadece ilk harekete geçirici olarak görür. Şimdi bu açıklama nerede, İbn Sînâ’nın açıklamaları nerede?
İbn Sînâ onun bu burhanlarını elinin tersiyle itiyor ve “bunlar gülünç şeylerdir” diyor. İbn Sînâ “burhan-ı sıddıkîn” diyor. Âlemin başlangıcından son peygambere kadar yaratıcının ispatı konusunda bundan daha sağlam ve güçlü bir burhan sunulmamıştır. Şimdiye kadar yoktu, şimdi de yoktur ve gelecekte de olmayacaktır.
Peki, neye dayanarak bunu iddia ediyorum? Çünkü o Hakk’a Hakk’ın kendisiyle, varlığa varlığın kendisiyle ulaşıyor. Bu burhan Kur’ân-ı Kerim’de de vardır. “Allah, kendisinden başka tanrı olmadığına şahittir. Melekler ve ilim sahipleri de adaletle şahittir (ki O'ndan başka tanrı yoktur. O), azizdir, hâkimdir.” (Âl-i İmrân, 18)
Laricanî: Bu konuyu daha sonra başka bir programda ayrıntılı olarak konuşmak istiyorum. Ben kısa bir süre önce İbn Sînâ’yı eleştirenlerden birinin bir makalesini okudum. İsmini vermek istemiyorum, o “İbn Sînâ’nın felsefeye yaptığı en büyük kötülük dinî öğretileri felsefeye sokması oldu. Felsefe, felsefe olarak kalmalıdır” diyordu. Bu da İbn Sînâ’ya günümüzde yapılmakta olan ayrı bir zulümdür.
Üstad Dînânî: Hâlbuki o şunu anlamamış. İbn Sînâ dinî öğretilerden yararlanmıştır ancak onun yaptığı felsefedir. İbn Sînâ bir kelamcı değildir. O şahsın felsefeyi başka filozoflardan değil, İbn Sînâ’dan öğrenmesi gerekir. Onun felsefesi gerçekliğin kavranmasıdır, varlığın hakikatinin anlaşılmasıdır. İbn Sînâ en iyi varlık âlimidir. Ayrıca o bahsettiğiniz şahıs Kur’ân’ın dilini de anlamamıştır.
Laricanî: Sizin daha önce defalarca buyurduğunuz üzere filozofluğun gereği düşünmektir. Filozof, belirli bir düşüncede saplanıp kalmayan kimsedir. O, eğer Aristo’da takılıp kalsaydı filozof olamazdı. Sadece bir mukallit olurdu, bu anlamda İbn Rüşd bir mukallittir.
Üstad Dînânî: İbn Rüşd için bir açıdan mukallit denebilir. Bazıları “İbn Rüşd bir filozof değil, Aristo’nun şârihidir [şerh edeni], onun tek hüneri Aristo’yu şerh etmektir” derler. Bazıları ise Aristo’nun o kadar büyük olduğuna inanırlar ki “Aristo’yu iyi bir şekilde şerh edebilen kimse de filozoftur” derler. Ben bunu o kitapta da yazdım. İbn Rüşd’ün gerçekten Aristo’dan fazla bir şeyi yoktur. Onun kendisine ait diyebileceğimiz özgün bir fikri yoktur. Fakat hakkını verecek ve insaf edecek olursak o, gerçekten de Aristo’yu çok iyi anlamış biridir. Onu belki de tüm tarihin en büyük Aristo uzmanı saymak gerekir. Bunu Batılılar da kabul ederler.
Laricanî: Bu noktada onun aşma ölçütlerine bugün de sahip olmamız gerekir. Sizin de buyurduğunuz gibi o eleştirel akla sahipti. Bugün Batılılar eleştirel felsefeyi kendilerine mahsus sayıyorlar ama tâ o zamanlarda İbn Sînâ’da bu vardı. Bununla birlikte eleştirel akıl, başkalarının düşüncelerini koklayabilmeyi de gerektirir. Mevlânâ’nın tabiriyle:
U bé bînî mi keşed mâ bé khıred
În buved me’ani-yé aql-é monteqîd
Hayvan burnuyla koku alır, biz akılla
Eleştirel aklın anlamı işte budur
Üstad Dînânî: Bu noktada daha önce arz ettiğim şeyleri teyit etmek bakımından şunu söylemek istiyorum. Büyüklerden biri “Geçmişten ayrı olan hiçbir söz yoktur” diyor. Yani hiçbir söz yoktur ki geçmişten ayrı olsun. Bizler geçmişin geçip gittiğini sanıyoruz. Hayır, aslında geçmiş bir anlamda hâlâ mevcuttur.
Geçmiş “iade” olmaz, ama “istiade” (yeniden canlanma) olur. Yani onu geri getirmek mümkündür. Ayrıca tek müellifi olan hiçbir kitap yoktur. Söylediğime dikkat edin, farklı bir şey söylüyorum. Hiçbir kitap yoktur ki sadece bir yazarı olmuş olsun. Bir kişi ancak bir kitabı boşlukta yazarsa o kitabın yazarı olmuş olur. Hâlbuki ne boşluk vardır ne de hiç kimse boşlukta kitap yazabilir.
Eğer boşluk diye bir şey yoksa ve hiç kimse de boşlukta kitap yazamıyorsa o halde hiçbir müellif tek başına kitap yazmış değildir. Evet, bir kişinin bir kitabı yazdığı doğrudur ama o kitabı yazan kişi geçmişten binlerce fikri kendisinde taşıyor. Geçmişten edindiği o düşüncelere bir düzen, renk vererek onları yazıyor.
İbn Sînâ bir buluşçudur, yeni ve özgün fikirler ortaya koymuştur, âleme ve geçmişe eleştirel bir gözle bakmıştır, bunların hepsi doğru ama bütün bir geçmişi İbn Sînâ’nın düşüncelerinde bulmak mümkündür. Sadece İbn Sînâ değil, aynı şey Aristo için de geçerli. Aristo sadece kendi buluşlarını mı söyledi? O, kendinden önceki tüm Yunan filozoflarını okuyarak Aristo oldu. O, Eflatun’u, hatta Sokrat’ı ve sofistleri okumuştu.
Laricanî: “Muğan mektebinin” öğrencileriydiler.
Üstad Dînânî: Evet, İbn Sînâ hem Yunan felsefesini okumuştu hem de İran’ı okumuştu. Siz çok güzel bir kelime kullandınız. Evet o, Muğan ekolünün öğrencisiydi. O, Muğan felsefesini okumuş, görmüş ve keşfetmişti. İbn Sînâ bu yönüyle iki denizin buluştuğu yerdir. İbn Sînâ hem Doğu’dur hem de Batı’dır. Bununla birlikte düşüncel buluş sahibi biridir, o düşüncelere yeni bir renk vermiştir.
Sizin de dediğiniz gibi felsefe eleştiri demektir. Felsefe kapalı bir kutu değildir, eğer öyle olursa artık taklittir. Felsefe eleştirel değilse, felsefe değildir ve eğer felsefenin özü eleştiri ise o halde felsefede durmak diye bir şey olmaz. Bu yüzden de felsefenin sonu yoktur.
Bugün bilimlerin sınırından söz ediliyor. Fizikte kuantum fiziği, bilimin sınırı olarak görülüyor. Yani fizikteki, kimyadaki ve diğer bilimlerdeki son teoriler onların sınırıdır. Birkaç yıl sonra, beş on yıl sonra belki bu sınır daha da genişleyebilir, yeni teoriler öne sürülebilir ve sınır biraz daha genişletilebilir.
Fakat felsefenin sınırını kim söyleyebilir? Ne Aristo felsefenin sınırıdır, ne Eflatun, ne Sokrat ne İbn Sînâ ve ne de Molla Sadrâ. Felsefeye sınır tayin ederseniz felsefeyi boğazlamış olursunuz. Bilimde ortaya konan son teorileri bilimin o günkü sınırı olarak nitelemek mümkündür çünkü oraya kadar gelmiştir ve biz onu tanıyoruz ve ondan ötesini bilmiyoruz. Fakat biz felsefe için hiçbir şekilde sınır tayin edemeyiz.
Dolayısıyla felsefenin kapısı sonsuza kadar açıktır. Sonuçta her filozofun bir payı vardır. Filozof düşünsel buluş sahibi olmalıdır, yeni söz söylemelidir. Filozof tekrar edilmiş şeyleri tekrarlamamalıdır. İbn Sînâ birçok yeni söz söylemiştir ve inşallah önümüzdeki programlarda İbn Sînâ’nın yeni ve özgün fikirlerini ortaya koyacağız.
Laricanî: Felsefenin sorulara cevap vermek olduğunu söylemiştiniz. İnsanın sorusu ise hiçbir zaman bitmez. Sorular bitmeyeceğine göre felsefe de asla sona eremez.
Üstad Dînânî: Evet bravo, felsefe soru sormaktır ve cevap vermektir, soru sormanın da sonu yoktur. Soru sormanın bittiği gün insanlığın öldüğünün ilan edildiği gündür. İnsan soru sormuyorsa artık niçin yaşayacaktır? Soru sormayanın işi bitmiştir. Soru her zaman vardır, o halde felsefe de her zaman olacaktır.
Laricanî: Şimdi aklıma geldi, Henry Corbin güzel bir noktaya değiniyor. O “İbn Sînâ eğer Hikmet-i Hosrovâni’yi [İran felsefesi] Aristo felsefesine dâhil etmeseydi, Aristo felsefesi ölürdü. Sadece Aristo felsefesi de değil hatta Yunan felsefesi de ölürdü. Dolayısıyla İbn Sînâ Yunan felsefesine bile yeni bir can kazandırmıştır.”
Üstad Dînânî: Evet, çok doğru, Yunan felsefesi eğer bir maneviyata ulaşmasaydı biterdi. Bu açıdan İbn Sînâ’nın felsefeye bir maneviyat üflediğini söyleyebiliriz. Felsefeye yeni bir hayat bahşetti. O maneviyat da sizin işaret ettiğiniz gibi “Muğan öğretisi ruhu”dur.
Laricanî: Corbin, Neo-Eflatunculuğun babasının da gerçekte İbn Sînâ olduğunu söylüyor.
Üstad Dînânî: Evet, ama onun felsefesi Neo-Eftatuncu değildi, onun da üstündeydi. Bunu ileride ispat edeceğiz.
Laricanî: O halde düşünceleri aşmak için iki ölçüte sahipti. Bunlardan biri eleştirel akıldı, diğeri de Hosrovâni hikmetti. El-İnsâf kitabında Doğu ile Batı düşüncelerini buluşturdu ve Batı düşünce kâsesini Hikmet-i İşrâk ile doldurdu.
Üstad Dînânî: Bakınız, onun Nûr âyetinin tefsiri bir felsefedir. Evet, o bir tefsirdir ama onun felsefesinin özü işte o Nûr âyetinin tefsirinde yansımaktadır. İşte bu Nûr Sûresi tefsiri, aynı zamanda Hikmet-i Hosrovâni’dir ve o, bunu Kur’ân-ı Kerim’e tatbik etmiştir.
Laricanî: Makâmatu’l-Ârifîn’de ise irfana nizam kazandırmıştır. Ona düzen vermiştir.
Üstad Dînânî: Tabii ki içinde düşünce olmayan irfan bir tekkeye döner ve bildiğimiz belalara uğrar. Neyse biz şimdi bu konuya girmiyoruz. İrfan akletme ile yoldaş olmalıdır, irfan akletme ile arasında mesafe koyduğu anda binlerce tehlikeyi beraberinde getirir. Nitekim şu an biz bunları görüyoruz.
Laricanî: Pekâlâ Üstad, İbn Sînâ’nın düşünceleri için çok güzel bir başlangıç oldu. Fakat programımızın süresi de bitti. İnşallah önümüzdeki programlarda İbn Sînâ felsefesinin temel konularına değineceğiz. Bir sonraki programda buluşmak dileğiyle aziz üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.
Medya Şafak