“Güçlü olanın haklılığı” üzerine kurulu bir söylem,
Türkiye’de tek başına etkili olamayacağından, söyleme ek olarak İsrail’in zaten
İran destekli, Şii mezhepçiliği yapan ve Lübnan’ın diğer dini veya mezhebi
kesimlerini baskı altına alan bir örgüte yani Hizbullah’a karşı mücadele
verdiği yalanı da yaygınlaştırılmaya çalışılıyor.
İlginç bir şekilde, “laik ve güçlü İsrail” söyleminin
yayıcıları, Lübnan Hizbullah’ının “mezhepçiliğine” dair cephaneliği ise AKP’den
temin ediyor. Oysa ki, yakın tarihimize dönüp baktığımızda, bu söylemin tümüyle
yalanlanabileceği bir örnek var: Suriye Savaşı…
Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta, Zeytuna İskelesi’ndeki akşam
yemeği sonrası Hamra’da kaldığım otele doğru yürüyorum, 2013 yazı… Yanımda
savaş yüzünden Halep’teki evini terk edip, Beyrut’un Ermeni mahallesi Burç
Hamud’daki akrabalarının yanına sığınmış bir arkadaşım var…
Birlikte Türkiye’yi kasıp kavuran Gezi Eylemleri’ni
konuşuyoruz. Protestolarla ilgili uzun yorumlarımı ara ara kesip, neredeyse
aksansız Türkçesiyle “Şimdi tamam da sence AKP gidecek mi gitmeyecek mi” diye
soruyordu. Onun için AKP iktidarının yıkılması, Suriye’ye yönelik vekalet
savaşının iflası anlamına geliyordu ve bu da özlediği Halep’ine dönüş demekti.
Suriye Ermenilerinde ekseriyetle görebileceğiniz derin bir Hizbullah
sempatisini gizlemeye gerek duymuyordu.
O dönem kişisel olarak sohbet ettiğim hemen hemen tüm Suriye
Ermenileri, konu Suriye Savaşı’na geldiğinde aralarında daha önce sözleşmişler
gibi üç aşağı beş yukarı benzer şeyleri dile getirirlerdi. Onlara göre,
“Suriye’nin yegane dostu Hizbullah”tı. Israr ettikleri bir diğer husus ise,
Hasan Nasrallah’ın çocukluğunu Burç Hamud’da geçirmiş olmasından hareketle onun
esasında “Burç Hamud’un has evladı olduğu”ydu. İşte böyle bir sohbet esnasında,
Beyrut’ta Hizbullah taraftarlarının oluşturduğu uzun bir konvoya denk geldik.
Ellerinde Lübnan ve Hizbullah bayrakları ile kalabalık bir grup kadın, çocuk ve
erkek, kornalara basarak ve araçlarından sarkmış bir halde sloganlar atarak
şehirde zafer turu atıyordu. Hizbullah taraftarları, Suriye’nin Kuseyr kentinde
kazanılan askeri zaferi kutluyordu.
'Suriye bok etti'
Kuseyr Muharebesi, 2013 baharında patlak verdiğinde tüm
dünyanın dikkatini üzerine çekmişti. Zira Kuseyr Muharrebesi’ne kadar cihatçı
gruplar kayda değer bir ilerleme kaydetmişlerdi ve cihatçı grupları destekleyen
ülkelerin başkentlerinde Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın kaç günü kaldığına
dair bir tahmin yarışı vardı. Bu günlerde Rusya henüz Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki Suriye karşıtı karar tasarılarının önünü
kesen bir “veto”dan ibaretti… Kuseyr bu açıdan, ibrenin yeniden Suriye’nin
lehine dönmesini sağlayan bir dönüm noktası oldu.
Kuseyr’in diğer bir önemi ise Hizbullah’ın Suriye Savaşı’na
ilk doğrudan müdahalesi olmasıdır. 25 Mayıs’ta, muharebe devam ederken
Hizbullah lideri Hasan Nasrallah kameraların karşısına geçerek “2006’da olduğu
gibi size zafer vadediyorum” sözleriyle savaşa müdahil olduklarını resmi olarak
ilan etti. Hasan Nasrallah’ın bu konuşmasında İsrail’i yenilgiye uğrattıkları
2006 Savaşı’na atıf yapması sadece taraftarları için bir motivasyon aracı
değildi. Zira Hizbullah, Suriye Savaşı'nda, 2006’da duvara toslayan İsrail
planlarının bu kez cihatçıların eliyle denendiğini düşünüyordu.
Hasan Nasrallah’ın Suriye Savaşı boyunca yaptığı
konuşmalarda birçok kez 2006 Savaşı’nda İsrail’in yenilgiye uğratılmasında
Şam’ın kendilerine sağladığı silahların önemine vurgu yaptı. Gerçekten de
Suriye özellikle tanksavar yardımıyla Litani Nehri’ni aşmaya çalışan İsrail
zırhlılarının imha edilmesinde büyük bir paya sahipti.
2006 yılında, yani İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırıları
devam ederken, St Petersburg’ta düzenlenen G8 Zirvesi’nde açık mikrofonun
azizliğine uğrayan dönemin ABD Başkanı George Bush, Irak Savaşı’ndaki suç
ortağı İngiltere Başbakanı Tony Blair’e “Suriye’nin işleri bok ettiğinden”
yakınıyordu. Suriye’nin Hizbullah’a desteğini kesmesi bu yüzden ilerleyen 2006
Savaşı sonrası ABD’nin ana gündemlerinden biri oldu.
2009-11 yılları arasında ABD yönetimi bu konuda ilerleme
sağlayabilmek için Frederic Hoff’u görevlendirdi. Hoff, Şam’a şu talebi
götürmüştü: “Hizbullah’a verilen desteği keserseniz, İsrail’in elindeki Golan’ı
geri alabilirsiniz”. Bu mesaiye daha sonra Türkiye de ortak oldu ve Ankara-Şam
yakınlaşmasının ana gündemlerinden biri de, Suriye’nin İsrail karşıtı “Direniş
Ekseni”nden koparılmasıydı.
Öyle ki, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Şam’a son
ziyaretinden hemen önce ABD’li mevkidaşı Hillary Clinton tarafından aranacak ve
kendisinden “uluslararası kamuoyunun mesajını Beşar Esad’a iletmesi”
istenecekti. O sırada İsrail-Suriye müzakerelerinin arabulucusu Hoff da
Davutoğlu’nun yardımcısı Feridun Sinirlioğlu ile görüşmek için Ankara’daydı.
Hoff daha sonra bir röportajında, ABD’nin 2011’de Suriye Savaşı başlayana kadar
Esad’ın bu konuda adım atacağına dair umudu olduğunu söyleyecekti. İsrail
gazetesi Haaretz de ikili görüşmelerle ilgili İsrail kaynaklarına dayanarak
yaptığı haberde, Tel Aviv’in 2011 Mart’ında Suriye Savaşı patlak verince,
Esad’ın sonunun yakın olduğuna kanaat getirerek Şam ile müzakereleri rafa
kaldırdığını yazdı.
Hizbullah için alarm zilleri çalıyor
2012’ye kadar aslında Suriye Savaşı “Birkaç kasabadaki
isyan” görüntüsündeydi. Ancak 2012 başından itibaren bu görüntü yok oldu, savaş
hızla tüm Suriye şehirlerine yayıldı. Savaş, koordinasyon bakımından 4 cepheye
ayrılabilir.
Birinci cephe, başta Katar, ABD ve Türkiye’nin koordine
ettiği kuzey cephesiydi. Burası tüm Türkiye-Suriye sınırı boyunca, Humus’un
kuzeyine kadar ulaşan bölgeyi kapsıyordu ve ana hedefi Suriye’nin kalbi olan
Halep’in alınmasıydı. Cihatçılar bu cephede oldukça hızlı ilerledi. 2013
baharına kadar, Suriye ordusu Halep merkezinin batısında, ellerinde kalan son 5
mahallede kuşatmaya alındı. Ayrıca İdlib kırsalı tümüyle cihatçı grupların
eline geçti.
İkinci cephe ise Suudi Arabistan ve ABD koordinasyonuna
sahip Şam’ın hemen doğusundan başlayan, Irak sınırına dek uzanan doğu
cephesiydi. Doğu Suriye’deki aşiretler üzerinde nüfuza sahip Suudi Arabistan’ın
da yoğun çabasıyla, cihatçı gruplar Suriye ordusu Palmira’dan çıkardı ve Deyr Ezzor
kenti ablukaya alındı. Buradaki cihatçı gruplar ve destekçisi aşiretler daha
sonra IŞİD’e biat edecek ve böylece IŞİD karanlığı Irak’tan Şam ve Halep’e
uzanan bölgeye çökecekti.
Üçüncü cephe ise başkent Şam’daydı. Burası koordinasyon
bakımından cihatçı grupların hamisi ülkelerin de zaman zaman birbirlerine
girdikleri, zira kimsenin bir diğerinin etkisindeki gruba kaptırmak istemediği
en mühim bölgeydi. Bir yanda Suudi destekli İslam Ordusu, diğer yanda Katar’ın
desteklediği Nusra Cephesi ve Feylek-i Rahman… Bu gruplar Şam’ı üç yönden
kuşatmaya almış ve çatışmalar merkezdeki Abbasiyin Meydanı’na kadar ulaşmıştı.
Cihatçı gruplar bu bölgede bulunan Suriye ordusunun kritik hava savunma
tesislerini de yok edecekti. Bugün İsrail uçaklarının Suriye hava sahasına
sokularak bombardıman yapmasında cihatçı grupların bu çabalarının önemli bir
rolü olduğu muhakkak.
Dördüncü mıntıka ise Şam’ın çeperinde bulunan Dera-Süveyda
kırsalı ve Kalemun Bölgesi’ni içeriyordu. Ürdün’deki operasyon odasından
koordine edilen bu bölgede İsrail oldukça aktif bir rol oynadı. Örneğin Golan
Tepeleri’ndeki cihatçı gruplara İsrail’in silah sağladığı bölgedeki BM Barış
Gücü raporlarına dahi girdi. Hatırlatmak gerekir ki, bu bölgedeki cihatçı
grupların en önemlisi Yermük Şehitleri Tugayı’ydı. Bu tugay 2013 yılı
sonrasında IŞİD’e biat etti. Ancak Suriye Ordusu ve Hizbullah bölgeyi geri alana
kadar Yermük Şehitleri Tugayı İsrail’e tek bir saldırı dahi düzenlemedi.
Dönemin İsrail Savunma Bakanı Moşe Yalon’un “IŞİD’i İran’a yeğlerim” sözünün
arka planında bu işbirliği dönemi yatıyor. Şimdi aynı İsrail, varlığına
kasteden bir cihatçı terörle mücadele ettiği iddiasında…
Hizbullah için alarm zillerini çaldıran ise Humus güneyinden
başlayarak, başkent Şam’ın doğusuna doğru, Lübnan sınırı boyunca yay çizen
Kalemun Cephesi’ydi. Cihatçılar 2012 kışında Kalemun Dağları’ndaki kasabaları
ve geçitleri ele geçirdiler. 2013 baharında da Humus güneyi, Kuseyr’in de
alınmasıyla tümüyle cihatçı grupların kontrolüne girdi. Yani 2013 baharının
başında, cihatçı gruplar Lübnan-Suriye sınırını tümüyle ele geçirmeye ve
Hizbullah’ın Şam ile bağlantısını kesmeye çok yaklaştılar. Bağlantı namına geride
sadece Şam-Beyrut karayolu kalmıştı ki bu yol da düzenli olarak cihatçı
grupların baskınlarına maruz kaldığından güvenli olmaktan çıkmıştı. Kuseyr ise
İsrail sınırına uzanan stratejik Beka Vadisi’nin kuzey kapısı niteliğindeydi ve
şimdi bu kapı da Hizbullah için kapanmıştı.
İkincisi ise, Kalemun Savaşları’na Lübnan’daki selefi
gruplar aktif destek veriyordu. Hatta bir çok cephede, başlarını Lübnanlı
Selefi şeyh Ahmed el-Esir’in çektiği Lübnanlı silahlı gruplar peyda oldu.
Selefi gruplar Lübnan’ın kuzeyindeki Baalbek ve Arsal’de de otorite boşluğundan
faydalanarak iktidarı fiilen ele geçirmek üzereydi. Cihatçı grupların Lübnan’da
güçlenen varlığı sadece Hizbullah’a yönelik bir tehdit değildi, bu gruplar
Suriye’de ele geçirdikleri yerlerde Hristiyan ve Alevileri yok etmek gibi kötü
bir şöhrete sahipti ve 2000’li yıllara kadar dini, mezhebi veya etnik kimlikler
üzerinden bir iç savaş yaşayan Lübnan’da kullandıkları söylem, eski fay
hatlarını yeniden harekete geçirmişti. Örneğin Trablusşam’da Alevi mahallesi
Bab’ül Tebbane cihatçı gruplar tarafından kuşatıldı ve iki yıl boyunca
mahalle halkı Hizbullah tarafından kurtarılana kadar ölüm kalım savaşı
verdi.
Suriye’deki toplumsal yıkım durduruldu
ABD liderliğindeki “Suriye’nin Dostları” adlı grubun,
Suriye’yi Libya gibi iflas etmiş bir devlete dönüştürme ve Lübnan’ı İsrail
işgaline dirençsiz hale getirme çabaları Suriye’nin toplumsal dokusunun da
büyük ölçüde tahrip olmasına yol açtı.
Örneğin Kalemun bölgesi, esasında Suriye Hristiyanlığının
kalbiydi. Aralarında İsa’nın konuştuğu dil olduğuna inanılan Aramice’nin
konuşulduğu son kentlerden biri olan Malula’nın da bulunduğu bu bölgedeki
kasabalar savaş öncesinde hatırı sayılır bir Arap-Ortadoks nüfusa ev sahipliği
yapılıyordu. Ancak bölgeye giren cihatçılar yüzünden Suriye Hristiyanlığının
kalbi yara aldı. On binlerce Suriyeli Hristiyan Beyrut’a veya Şam’a kaçarken,
kiliseler yağmalandı bazıları tahrip edildi. Din adamları ya öldürüldü ya da
fidye için kaçırıldı. Hizbullah ve Suriye ordusunun bu bölgeden cihatçıları
çıkarmasıyla, bu tarihi toplumsal doku tümüyle yok olmaktan kurtuldu.
Hizbullah’ın müdahalesi Kalemun cephesi ile sınırlı kalmadı,
Şam’ın güney banliyösü Deraya’nın alınması, Doğu Guta’nın cihatçı gruplardan
arındırılması, Palmira antik kentinin IŞİD’den geri alınması gibi Suriye
savaşının pek çok dönüm noktasında Hizbullah savaşçılarının yadsınamaz bir rolü
oldu…
Hizbullah bu cephede, güneybatı Halep kırsalının alınmasında
ve Halep’in kuzeydoğu kırsalında 3 yıl boyunca cihatçı grupların kuşatmasındaki
Şii nüfusa sahip Nubbul ve Zehra’nın kurtarılmasında mühim bir rol oynadı.
Halep’in tümüyle cihatçı gruplardan arındırıldığı Aralık 2016’da Hristiyan
mahallesi Aziziye’de yapılan ilk kitlesel Noel ayininde bu nedenle Hizbullah
bayrakları da yerini aldı.
Hizbullah ve İranlı güçlerin esas zaferi ise Rus hava
gücünün desteğiyle 3 yıl boyunca önce Nusra Cephesi ve ÖSO’nun ardından IŞİD’in
kuşatmasına direnen Deyr Ezzor kentindeki Suriye garnizonunun ve sivil halkın
kurtarılmasıydı. Müttefik güçler Deyr Ezzor sonrası rotalarını güneye
çevirdiler. IŞİD’in Suriye’deki son kaleleri Deyr Ezzor-Irak Sınırı arasında
Fırat Nehri boyunca uzanıyordu.
Son olarak Aralık 2017’de Irak Sınırı’ndaki Elbukemal yine
Hizbullah’ın desteğiyle Suriye ordusu tarafından geri alındı. Elbukemal
zaferinin ardından bir kez daha ekrana çıkan Hasan Nasrallah, IŞİD’in “İslam
Devleti Kalacak” sloganına nazire yaparak “Suriye’nin sağında solunda
IŞİD’liler kalmış olabilir ama artık IŞİD’in devleti bitti” diyecekti.
Elbukemal zaferi ayrıca, ABD’nin Cezire’deki YPG bölgesi ile Dera’daki cihatçı
kontrol bölgesini birleştirme, Suriye’yi Irak’tan izole etme ve “Sahil” adı
verilen Akdeniz sınırındaki bölgeye doğru daraltma planının da yenilgisiydi.