Hizbullah'ın Tarihi III: Ve Namlular İşgale Dönüyor

GİRİŞ: 11.10.2024 19:58      GÜNCELLEME: 11.10.2024 19:58
Rasthaber -  Yazı dizimizin üçüncü kısmında, Hizbullah’ın kuruluş yıllarına ve Lübnan İç Savaşı’na uzanıyoruz.

soL’dan Lübnan Hizbullahı’yla ilgili bir yazı kaleme almam istendiğinde, aslında Lübnan’ın uluslaşma serüvenine ve iç savaşa girmeyi düşünmüyordum. İlk tasarladığım yazı 14 Ağustos 2006’da, yani İsrail’in Güney Lübnan’da yenilgiye uğratılmasıyla başlayacak ve 6 Aralık 2017’de Irak sınırındaki Elbukemal’de hem Irak-Şam İslam Devleti’ni (IŞİD) yok ettikleri hem de ABD’nin Suriye planlarını akamete uğrattıkları gün bitecekti.

Açıkçası beni bu yazı dizisine kışkırtan şey, Hamit Bozarslan’ın Artı TV’deki yayında Hizbullah’ın Lübnan İç Savaşı’ndaki rolüyle ilgili uydurduğu yalan oldu. Bozarslan’a göre Hizbullah siyasi arenaya, Lübnan İç Savaşı’nın “Kamp Savaşları” adı verilen döneminde Filistinlileri katlederek adım atmıştı. Yalan söylerken zerre duraksamayan ve yüzü de kızarmayan birini görmek isterseniz buradan izleyebilirsiniz.

Bana kalırsa Lübnan İç Savaşı’nı ilk okuduğunda kavrayan, insanlık tarihindeki herhangi bir olayı ilk denemesinde rahatlıkla kavrayabilir. Gerçekten de anlık kurulan veya bozulan ittifaklar, bir sabah kendilerini aynı safta bulan dünün düşmanları, kadim müttefiklerin bir başka zaman diliminde boğazlaşmalarıyla Lübnan İç Savaşı yakın tarihin şüphesiz en çetrefilli sürecidir…

Ancak aktörlerin ve içinde yer aldıkları ittifakların zikzak çizen eylemlerine takılmadan, savaşın amaçlar yönünden cepheleşmelerine bakıldığında - elbette ki bir kabalaştırma kaçınılmazdır - sürecin anlaşılması da bir o kadar kolaylaşır.

1975-1990 yılları arasında 100 bin insanın yaşamını yitirmesine ve 1 milyon insanın mülteci olmasına neden olan Lübnan İç Savaşı, özünde, Maruni mülk sahiplerinin, 1970’lerin ortasından itibaren düzenlerinin sarsılmasına bir reaksiyonudur. Üstelik etkileri bakımından iç savaş sadece mülk sahiplerinin iktidarını korumakla kalmamış, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) Lübnan’dan çıkarılmasıyla Filistin davasına da kalıcı bir zarar vermiştir.

Lübnan İç Savaşı

Ortadoğu’daki her karşı-devrimci güç gibi, Lübnan sağı da ABD ve İsrail’le iltisaklıdır. Savaşta, sağcı milis gücü olan Falanjistler, özellikle Filistinli mültecilere yönelik katliamlara imza atarken, gözü dönmüş caniler portresi çizseler de uyguladıkları terör kesinlikle kendiliğinden veya hesapsız olmamıştır. Bilakis, 1970’lerin ortasında iktidarlarına yönelik tepkinin cisimleşmiş hali olan Lübnan Ulusal Hareketi’nin sınıfsal karmaşıklığından faydalanmayı hedefleyen, şeytani bir akılla planlanmış provokasyonlar olarak göze çarparlar. Falanjistlerin kanlı saldırıları, İsrail işgaliyle birleşince, Lübnan Ulusal Hareketi içindeki fay hatlarını ortaya çıkarmıştır. Bu saldırı dalgasına yeterli yanıt üretemeyen Lübnan Ulusal Cephesi 1982’de dağılmış ve dün aynı ittifakta yer alan partiler, iç savaşın en kanlı dönemi olan “Kamplar Savaşı”nda karşı saflara savrulmuşlardır.

Tarihsel hesaplaşma bir kez başladığında, karşı tarafı yok etmek, yok olmamanın tek yoludur. Bu şiddet dalgası bir ittifakı vurduğunda, o ittifakın daha kararsız öznelerini tarafsızlaştırabilir ve hatta yanına çekebilir...

1975’ten sonraki sürece bakıldığında sağcı Lübnan Cephesi, düşman kampın çıban başı olarak gördüğü öznelerini yok etmek, diğerlerini de tarafsızlaştırmak konusunda oldukça nettir, ancak aynı netlik muhalifleri Lübnan Ulusal Hareketi'nde yoktur...

Nitekim, sağcı cephe var olan düzeni muhafaza etmek konusunda ideolojik olarak nettir. Ancak karşı kamp, yani Lübnan Ulusal Hareketi’ni teşkil eden partiler, ülkenin eskisi gibi yönetilmemesi gerektiği konusunda hemfikir olsa da yerine konulması gereken düzen hususunda farklılaşır. Falanjist teröre karşı canla başla mücadele etseler bile, onu besleyen Maruni zenginlerin akıbetine dair birbirleriyle çelişirler.

Aynı kafa karışıklığı, o tarihlerde Lübnan’ın bir iç sorunu haline gelmiş Filistinliler ve müttefik olarak gördükleri Filistin Kurtuluş Örgütü’ne bakışta da kendisini gösterecektir. İttifakın tüm unsurları Filistin’le dayanışmadan yanadır, ancak bazı unsurları FKÖ’nün Lübnan topraklarını İsrail’e operasyon düzenlemek için kullanmasına karşı çıkarken, örgütü “İsrail misillemesini Lübnan’ın üzerine çekmekle” suçlayacaktır.

Lübnan Ulusal Hareketi’nin bir diğer sorunu ise Suriye’dir… Şii Emel ve Suriye’yle birleşme yanlısı Arap milliyetçisi partiler, Şam ile tam bir kader birliğine girerken, 1976’da Suriye ordusunun Lübnan’a girmesine Lübnan Ulusal Hareketi içinde itirazlar yükselecektir.

Şii hareketlerinin yükselişi

Lübnan İç Savaşı öncesi çoğunlukla yoksul Şii köylülerinin yerleşimlerini terk ederek büyük şehirlerin varoşlarına doluştuğunu ve Lübnan’ın ekonomik-sosyal düzeninin en altındaki bu kesimin içinde Lübnan Komünist Partisi’nin (LKP) ciddi bir kitle tabanına sahip olduğuna değinmiştim.

Ancak LKP’nin Lübnan Ulusal Hareketi’nden ayrılamaması veya 1976’daki Suriye müdahalesiyle “beş benzemez”e dönüşen ittifakın içinde kendisi bağımsız çizgisini ayrıksı hale getirememesiyle parti, kitle tabanını giderek kaybetti.

1980’lerin ortasında Kamplar Savaşı’na sürüklenen LKP’nin geride bıraktığı bu siyasi boşluk, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren yükselişe geçen Şii hareketleri tarafından dolduruldu. Bu dönem Lübnan’ın Şii hareketlerinin en etkili ismi Musa Sadr’dı. 1974 yılında “Mahrumlar Hareketi”ni kuran Sadr, hangi mezhep veya dinden olursa olsun, Lübnan’ın zenginliklerinden “mahrum bırakılmışlar”ın dayanışmasından yanaydı.

Ancak Sadr’ın varolan düzeni yıkmak gibi bir hedefi yoktu, bilakis sistemin mahrum bırakılmışların lehine tanziminden yanaydı. Sadr, mahrumların dayanışmasının bir ulusal uzlaşıyı da beraberinde getireceğini düşünüyordu ve ona göre Maruniler, sahip oldukları ayrıcalıklardan birliğin tesisi için feragat etmeliydi.

“Mahrumlar Hareketi” daha sonra Emel Hareketi’ne dönüştü ve bu hareket de Şii yoksullar içinde edindiği hatırı sayılır kitleyle, Lübnan siyasetine etki eden bir aktör oldu. 1978 yılında Musa Sadr, Libya ziyareti sırasında kayboldu-Libya lideri Muammer Kaddafi tarafından öldürüldüğü iddia edildi - ve 2 yıl sonra partide Nebih Berri dönemi başladı.

Musa Sadr

Çocukluğu İran’da geçmiş, Tireli bir din adamının torunu olan Sadr’ın aksine Berri, batı Afrika’da ticaretle uğraşan bir ailenin çocuğu olarak Sierra Leone’de doğmuştu… Sadr, İran’da fıkıh eğitimi almıştı, Berri’yse Lübnan Üniversitesi’nde hukuk okumuştu.

Sadr ve Berri arasındaki bu kişisel farklar aslında o dönem Emel Hareketi’nin içindeki hizipleşmeye de işaret ediyordu. Zira Berri aslında başta Batı Afrika ticareti sayesinde servet edinmiş “Yeni Şii Zenginlerin” temsilcisiydi. Lübnan’ın toplumsal ve ekonomik sisteminde ağırlığını varlığını hissettiren bu sınıf, kitle tabanlarını oluştursalar da yoksulların dayanışmasından çok, sistemde kendilerine de yer açılmasıyla ilgileniyordu.

Berri liderliğinde Emel Hareketi, özellikle Halde Savaşı’nda İsrail’e karşı etkili bir direniş gösterdi ama 1982 yılında işgal ordusunun başkent Beyrut’a dayanmasını engelleyemedi. Suriye yanlısı bir pozisyona sahip olan Berri, 1985’te başlayan Kamplar Savaşı’nda da FKÖ karşıtı cephenin en önemli isimlerinden biri oldu.

Ancak gerek partinin yoksullara sırt çevirmesi, gerek İsrail’e karşı yeterli reaksiyonun gösterilmemesi, Emel’in Suriye yanlısı tavrı ve FKÖ’ye karşı savaşması, parti içinde bir hizipleşme sürecini beraberinde getirdi. “Yeni Şii Zenginler”in aksine yoksul Şii köylerinden veya varoşlardan gelen, İran’daki İslam Devrimi’nin derinden etkilediği, İsrail işgaline karşı direnişin ana odak olması gerektiğinde ısrar eden bu ekip, 1985’te Hizbullah’ı kuracaktı.

Direniş ve dayanışma

Hizbullah hareketi, ortaya çıkışıyla aynı yıllara denk gelen Kamplar Savaşı’nda Emel’in karşısında, FKÖ’nün yanında yer aldı. Örgüt hem Mahrumlar Hareketi’nden hem de Emel sürecinden bazı dersler çıkarmıştı.

Mahrumlar Hareketi’nin kurulmasının üzerinden geçen on yılda artarak devam eden İsrail işgali, Sabra ve Şatila başta olmak üzere İsrail işbirlikçisi Falanjistlerin düzenlediği katliamlar nedeniyle Hizbullah’ın ana ekseni işgale karşı silahlı direnişti. Sadr’ın “mahrumların dayanışması ile Lübnan’ın birliğinin sağlanması” fikrine karşın Hizbullah için birlik esas olarak İsrail işgaline karşı savaş sırasında kazanılabilirdi. Yani esasında İsrail işgalini püskürtecek güçlü bir askeri direniş olmadan, Lübnan’da toplumsal dayanışma ve birlik çağrıları beyhude olmaktan öteye gidemeyecekti.

Ancak Hizbullah kurucuları, örgüt toplumsal dayanışma hareketi olmadan, İsrail’e karşı savaşmak için gereken toplumsal dinamizmin de kazanılamayacağını, 1982’deki İsrail işgali sırasında tecrübe etmişti. Nitekim Emel’in Şii yoksullara sırtını dönmesi, İsrail’in bu işgaline karşın bir kitle seferberliği yaratılamamasına yol açmıştı. Dolayısıyla askeri direniş için toplumsal dayanışmanın örgütlenmesi ve direniş hareketinin yoksullarla temasını yitirmemesi yaşamsal bir ihtiyaçtı.

Hizbullah Lübnan’da süregiden kanlı iç hesaplaşmanın, bu hesaplaşmanın tarafı olan tüm partilere kan kaybettirdiğini de iyi okumuştu. Bu yüzden Emel ile girdikleri hegemonya mücadelesinin açık silahlı çatışmaya dönüştüğü 1988-1990 yılları arasındaki “Kardeşler Savaşı” dışında İsrail işbirlikçiliği yapmayan Lübnanlı gruplarla ve özellikle de Filistinli gruplarla çatışmaktan kaçındı. Örgüt bunun yerine Güney Lübnan’da İsrail’e karşı silahlı mücadeleye girişti, ki bu mücadele ortaya çıkışlarının üzerinden geçen 15’inci yılda İsrail’in işgal ettiği Lübnan topraklarının büyük bir kısmından çekilmesini sağlayacaktı.

Hizbullah, bir yandan İran’ın aktif desteğiyle Lübnan içinde ciddi bir askeri güce dönüşürken bir yandan da özellikle Güney Lübnan toplumu içinde kök salmaya çalıştı. Bu amaçla örgüt, hastaneler, okullar ve hatta çiftçiler için teknik ve danışmanlık hizmeti sunan ziraat merkezleri açtı.

Örneğin 2006 İsrail işgali döneminde altyapının hasar görmesi nedeniyle başkent Beyrut susuz kalmış, Lübnan hükümeti çare bulamamıştı ve su sorunu bir yandan İsrail’le savaşan Hizbullah tarafından çözülmüştü. Başka bir ilginç örnek ise Lübnan’ın özel sektöre dayalı sağlık sisteminin Covid salgını döneminde çökme noktasına gelmesi ve buna karşın Hizbullah’ın doktor, hemşire, sağlık çalışanı ve diğer toplumsal gönüllülerden oluşan 2 bin 500 kişilik kadroyu seferber ederek salgınla mücadeleye girişmesidir. Lübnan hükümeti çöp toplayamaz hale geldiğinde bile sorunu çözmek için Hizbullah taraftarlarına çağrı yapmak zorunda kalmış ve başlatılan seferberlikle çöpler toplanmıştır.

Bu nedenledir ki, Hizbullah’ın 1993, 1996 ve 2006 yıllarında İsrail’in saldırılarını püskürtmeyi başarması tek başına Suriye veya İran’dan verilen askeri destekle açıklanamaz. İki ülkenin Hizbullah’a sağladığı askeri yardım kritik bir rol oynasa da Hizbullah’ın esas gücü Lübnanlı yoksullarla olan temasını kaybetmemesi ve bir kitle dinamizmini çöp toplamaktan İsrail’le savaşmaya kadar ihtiyaç duyduğu tüm anlarda seferber edebilmesidir.

2006 yılında Lübnan'ı işgal eden İsrail ordusuna mensup askerler

Lübnan İç Savaşı 1989 yılında imzalanan Taif Anlaşması’yla duraklama evresine girdi ve 1990 yılında sona erdi. Taif Anlaşması’yla Maruniler Hıristiyan Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin kısıtlanması ve mecliste Müslüman ve Hıristiyan vekillerin sayısının eşitlenmesi gibi tavizler verdiler. Ancak Lübnan’ın uluslaşmasına ket vuran ve 1975’te iç savaşa giden sürecin taşlarını döşeyen “Ulusal Mutabakat” özü itibariyle yürürlükte kaldı.

Direniş, 2000 yılında İsrail’i işgal ettiği tüm Lübnan topraklarından kovdu. Aslında Tel Aviv’in planı, çekilirken, işgal ettiği toprakları, işbirlikçisi sağcı Marunilerden müteşekkil Güney Lübnan Ordusu’na bırakmaktı. Bu sayede İsrail, 1975’te Lübnan’dan kısmen çekildiği dönemde olduğu gibi ülke içinde, ilerideki olası işgallerinde köprübaşı işlevini görecek, sağcı Marunilere ait bir güvenli bölge yaratmayı hedefliyordu.

Ancak Hizbullah’ın ilerleyişi öylesine hızlı oldu ki, Güney Lübnan Ordusu tümüyle çöktü. Üstelik İsrail’in sınırını eski işbirlikçilerine kapatmasıyla bu kişiler Hizbullah tarafından yakalandı. Hizbullah da Güney Lübnan Ordusu militanlarını vatana ihanet suçuyla yargılanacakları Lübnan mahkemelerine teslim etti. Ancak Lübnan mahkemelerinde pek çoğu göstermelik cezalar aldılar ve işledikleri suçların hesabını doğru dürüst vermeden yeniden Lübnan toplumuna karıştılar ya da yurt dışına kaçtılar.

İsrail’in çekilişi ve Güney Lübnan Ordusu’nun tasfiyesiyle direniş, Lübnan İç Savaşı’nın tabutuna son çiviyi de çakmış oldu. Üstelik Hizbullah’ın “direnişin birleştiriciliği” hesabı da bir ölçüde tutmuştu, zira 2000 ve 2006’da İsrail’e karşı muzaffer olan örgüt, Lübnan toplumunun farklı kesimlerinde meşruluk kazandığı gibi, başka bazı partilerle bir ittifak kurmayı başardı.

Direnişin zayıf karnı

“Biliyor musun, Lübnan’da Maruni ya da Dürzi, Şii ya da Sünni her partinin tarafsız olmasını gerçekten istediği kişi kimdir?” Bu soruyu bana yönelten Lübnan Komünist Partisi üyesi şöyle devam etmişti: “Maliye Bakanı, çünkü her partiden zenginin bir gün ona işi düşer ve bu yüzden Lübnan’daki partiler hiçbir konuda hemfikir olmasalar bile Maliye Bakanı’nın gerçekten tarafsız olması gerektiği konusunda hemfikirdirler”…

Lübnan direnişi, iç savaşı durdurmuş ve İsrail ordusunu kovmuş olsa da ülke bugün hâlâ siyasi erkin mezhep ve dini kimlikler üzerinden bölüşülmesini öngören “Ulusal Mutabakat”la yönetiliyor. 1970’li yıllara göre mezhep veya dini kompozisyonu biraz daha farklılaşmış “Yüzde 4’lük Taife” de “Yüzde 96’lık taife” de, yani en zengin kesim ve yoksullar da hâlâ yerli yerinde…

Hizbullah, iç savaş sonrası Lübnan’ın ulusal kimliğinin oluşumuna ket vuran “Ulusal Mutabakat”ı kaldırmayı gündemine almadı, alamadı. İç savaşın hâlâ hafızalarda canlı bir anı olarak durması ve Hizbullah’ın özellikle İsrail tehdidi altındayken, Lübnan’daki siyasi partilerle didişmesine yol açacak iç gerilimlerden uzak durmaya çalışması bu tavrında etkili olmuştur.

Ancak Lübnan tarihinde yeni bir ulusal mutabakatın önerilmemesi, hep var olagelen mutabakattan çıkar sağlayan “Yüzde 4’lük Taife”nin akıbetiyle ilgili soruların yanıtsız kalmasıyla ilişkili oldu. Üstelik bu taife şu anda 1970’lere nazaran çok daha fazla Şii zengin barındırıyor.

27 Eylül’de düzenlenen saldırıda yaşamını yitiren Hizbullah'ın son lideri Hasan Nasrallah.

Hizbullah’ın “Ulusal Mutabakat”a neşter atamaması ve hatta zamanla bu sistemin içinde hareket etmesi, İsrail ve ABD’yi yeni maceralara heveslendiren bir zayıf karın olarak görülebilir. Zira bu yapı sayesinde, Hizbullah’ın karşısında yer alan blok (14 Mart İttifakı) çözülemediği gibi, Hizbullah ve müttefikleri (8 Mart İttifakı) rakip kampın siyasi etkisini kısıtlasa bile toplumsal tabanına nüfuz etmeyi başaramadı.

Şimdi İsrail, Lübnan’da sivillere yönelik büyük bir saldırı dalgası başlatırken, ABD’nin de bunu Lübnan içinde siyasi dengeleri Hizbullah’ın aleyhine çevirmek için manivela olarak kullandığı aşikar. Washington’un hesabı, Hizbullah’ı köşeye sıkıştıracak bir Lübnan hükümetinin kurulması… Böyle bir adımın yeni bir iç savaş riskini de beraberinde getireceğini hatırlatmakta fayda var, ayrıca bunun aynı zamanda ABD ve İsrail’e tıpkı 1975’te yaptıkları gibi “Koruyucu” veya “Barış Gücü” sıfatıyla yeniden Lübnan’ı işgal etme fırsatı sunabileceğini de unutmamak gerekiyor.

Ancak şimdilik Lübnan’ın talihi, ABD ve İsrail’in, henüz Beşir Cemayel’in iç savaşta oynadığı uğursuz role uygun bir talip bulamamasıdır.


sol


Hizbullah’ın Tarihi I: Suriye Selefi Karanlıktan Nasıl Kurtarıldı?


https://rasthaber.com/tr/haber/analiz/hizbullah-in-tarihi-i-suriye-selefi-karanliktan-nasil-kurtarildi-138817https://rasthaber.com/tr/haber/analiz/hizbullah-in-tarihi-i-suriye-selefi-karanliktan-nasil-kurtarildi-138817


Hizbullah Tarihi II: Ulussuz Topraklarda Ulusal Direniş


https://rasthaber.com/tr/haber/analiz/hizbullah-tarihi-ii-ulussuz-topraklarda-ulusal-direnis-138846

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM