soL’dan Lübnan Hizbullahı’yla ilgili bir yazı kaleme almam
istendiğinde, aslında Lübnan’ın uluslaşma serüvenine ve iç savaşa girmeyi
düşünmüyordum. İlk tasarladığım yazı 14 Ağustos 2006’da, yani İsrail’in Güney
Lübnan’da yenilgiye uğratılmasıyla başlayacak ve 6 Aralık 2017’de Irak
sınırındaki Elbukemal’de hem Irak-Şam İslam Devleti’ni (IŞİD) yok ettikleri hem
de ABD’nin Suriye planlarını akamete uğrattıkları gün bitecekti.
Açıkçası beni bu yazı dizisine kışkırtan şey, Hamit
Bozarslan’ın Artı TV’deki yayında Hizbullah’ın Lübnan İç Savaşı’ndaki rolüyle
ilgili uydurduğu yalan oldu. Bozarslan’a göre Hizbullah siyasi arenaya, Lübnan
İç Savaşı’nın “Kamp Savaşları” adı verilen döneminde Filistinlileri katlederek
adım atmıştı. Yalan söylerken zerre duraksamayan ve yüzü de kızarmayan birini
görmek isterseniz buradan izleyebilirsiniz.
Bana kalırsa Lübnan İç Savaşı’nı ilk okuduğunda kavrayan,
insanlık tarihindeki herhangi bir olayı ilk denemesinde rahatlıkla
kavrayabilir. Gerçekten de anlık kurulan veya bozulan ittifaklar, bir sabah
kendilerini aynı safta bulan dünün düşmanları, kadim müttefiklerin bir başka
zaman diliminde boğazlaşmalarıyla Lübnan İç Savaşı yakın tarihin şüphesiz en
çetrefilli sürecidir…
Ancak aktörlerin ve içinde yer aldıkları ittifakların zikzak
çizen eylemlerine takılmadan, savaşın amaçlar yönünden cepheleşmelerine
bakıldığında - elbette ki bir kabalaştırma kaçınılmazdır - sürecin anlaşılması
da bir o kadar kolaylaşır.
1975-1990 yılları arasında 100 bin insanın yaşamını
yitirmesine ve 1 milyon insanın mülteci olmasına neden olan Lübnan İç Savaşı,
özünde, Maruni mülk sahiplerinin, 1970’lerin ortasından itibaren düzenlerinin
sarsılmasına bir reaksiyonudur. Üstelik etkileri bakımından iç savaş sadece
mülk sahiplerinin iktidarını korumakla kalmamış, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün
(FKÖ) Lübnan’dan çıkarılmasıyla Filistin davasına da kalıcı bir zarar
vermiştir.
Lübnan İç Savaşı
Ortadoğu’daki her karşı-devrimci güç gibi, Lübnan sağı da
ABD ve İsrail’le iltisaklıdır. Savaşta, sağcı milis gücü olan Falanjistler,
özellikle Filistinli mültecilere yönelik katliamlara imza atarken, gözü dönmüş
caniler portresi çizseler de uyguladıkları terör kesinlikle kendiliğinden veya
hesapsız olmamıştır. Bilakis, 1970’lerin ortasında iktidarlarına yönelik
tepkinin cisimleşmiş hali olan Lübnan Ulusal Hareketi’nin sınıfsal
karmaşıklığından faydalanmayı hedefleyen, şeytani bir akılla planlanmış
provokasyonlar olarak göze çarparlar. Falanjistlerin kanlı saldırıları, İsrail
işgaliyle birleşince, Lübnan Ulusal Hareketi içindeki fay hatlarını ortaya
çıkarmıştır. Bu saldırı dalgasına yeterli yanıt üretemeyen Lübnan Ulusal
Cephesi 1982’de dağılmış ve dün aynı ittifakta yer alan partiler, iç savaşın en
kanlı dönemi olan “Kamplar Savaşı”nda karşı saflara savrulmuşlardır.
Tarihsel hesaplaşma bir kez başladığında, karşı tarafı yok
etmek, yok olmamanın tek yoludur. Bu şiddet dalgası bir ittifakı vurduğunda, o
ittifakın daha kararsız öznelerini tarafsızlaştırabilir ve hatta yanına
çekebilir...
1975’ten sonraki sürece bakıldığında sağcı Lübnan Cephesi,
düşman kampın çıban başı olarak gördüğü öznelerini yok etmek, diğerlerini de
tarafsızlaştırmak konusunda oldukça nettir, ancak aynı netlik muhalifleri
Lübnan Ulusal Hareketi'nde yoktur...
Nitekim, sağcı cephe var olan düzeni muhafaza etmek
konusunda ideolojik olarak nettir. Ancak karşı kamp, yani Lübnan Ulusal
Hareketi’ni teşkil eden partiler, ülkenin eskisi gibi yönetilmemesi gerektiği
konusunda hemfikir olsa da yerine konulması gereken düzen hususunda
farklılaşır. Falanjist teröre karşı canla başla mücadele etseler bile, onu
besleyen Maruni zenginlerin akıbetine dair birbirleriyle çelişirler.
Aynı kafa karışıklığı, o tarihlerde Lübnan’ın bir iç sorunu
haline gelmiş Filistinliler ve müttefik olarak gördükleri Filistin Kurtuluş
Örgütü’ne bakışta da kendisini gösterecektir. İttifakın tüm unsurları
Filistin’le dayanışmadan yanadır, ancak bazı unsurları FKÖ’nün Lübnan
topraklarını İsrail’e operasyon düzenlemek için kullanmasına karşı çıkarken,
örgütü “İsrail misillemesini Lübnan’ın üzerine çekmekle” suçlayacaktır.
Lübnan Ulusal Hareketi’nin bir diğer sorunu ise Suriye’dir…
Şii Emel ve Suriye’yle birleşme yanlısı Arap milliyetçisi partiler, Şam ile tam
bir kader birliğine girerken, 1976’da Suriye ordusunun Lübnan’a girmesine
Lübnan Ulusal Hareketi içinde itirazlar yükselecektir.
Şii hareketlerinin yükselişi
Lübnan İç Savaşı öncesi çoğunlukla yoksul Şii köylülerinin
yerleşimlerini terk ederek büyük şehirlerin varoşlarına doluştuğunu ve
Lübnan’ın ekonomik-sosyal düzeninin en altındaki bu kesimin içinde Lübnan
Komünist Partisi’nin (LKP) ciddi bir kitle tabanına sahip olduğuna değinmiştim.
Ancak LKP’nin Lübnan Ulusal Hareketi’nden ayrılamaması veya
1976’daki Suriye müdahalesiyle “beş benzemez”e dönüşen ittifakın içinde kendisi
bağımsız çizgisini ayrıksı hale getirememesiyle parti, kitle tabanını giderek
kaybetti.
1980’lerin ortasında Kamplar Savaşı’na sürüklenen LKP’nin
geride bıraktığı bu siyasi boşluk, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren
yükselişe geçen Şii hareketleri tarafından dolduruldu. Bu dönem Lübnan’ın Şii
hareketlerinin en etkili ismi Musa Sadr’dı. 1974 yılında “Mahrumlar Hareketi”ni
kuran Sadr, hangi mezhep veya dinden olursa olsun, Lübnan’ın zenginliklerinden
“mahrum bırakılmışlar”ın dayanışmasından yanaydı.
Ancak Sadr’ın varolan düzeni yıkmak gibi bir hedefi yoktu,
bilakis sistemin mahrum bırakılmışların lehine tanziminden yanaydı. Sadr,
mahrumların dayanışmasının bir ulusal uzlaşıyı da beraberinde getireceğini
düşünüyordu ve ona göre Maruniler, sahip oldukları ayrıcalıklardan birliğin
tesisi için feragat etmeliydi.
“Mahrumlar Hareketi” daha sonra Emel Hareketi’ne dönüştü ve
bu hareket de Şii yoksullar içinde edindiği hatırı sayılır kitleyle, Lübnan
siyasetine etki eden bir aktör oldu. 1978 yılında Musa Sadr, Libya ziyareti
sırasında kayboldu-Libya lideri Muammer Kaddafi tarafından öldürüldüğü iddia
edildi - ve 2 yıl sonra partide Nebih Berri dönemi başladı.
Musa Sadr
Çocukluğu İran’da geçmiş, Tireli bir din adamının torunu
olan Sadr’ın aksine Berri, batı Afrika’da ticaretle uğraşan bir ailenin çocuğu
olarak Sierra Leone’de doğmuştu… Sadr, İran’da fıkıh eğitimi almıştı, Berri’yse
Lübnan Üniversitesi’nde hukuk okumuştu.
Sadr ve Berri arasındaki bu kişisel farklar aslında o dönem
Emel Hareketi’nin içindeki hizipleşmeye de işaret ediyordu. Zira Berri aslında
başta Batı Afrika ticareti sayesinde servet edinmiş “Yeni Şii Zenginlerin”
temsilcisiydi. Lübnan’ın toplumsal ve ekonomik sisteminde ağırlığını varlığını
hissettiren bu sınıf, kitle tabanlarını oluştursalar da yoksulların
dayanışmasından çok, sistemde kendilerine de yer açılmasıyla ilgileniyordu.
Berri liderliğinde Emel Hareketi, özellikle Halde Savaşı’nda
İsrail’e karşı etkili bir direniş gösterdi ama 1982 yılında işgal ordusunun
başkent Beyrut’a dayanmasını engelleyemedi. Suriye yanlısı bir pozisyona sahip
olan Berri, 1985’te başlayan Kamplar Savaşı’nda da FKÖ karşıtı cephenin en
önemli isimlerinden biri oldu.
Ancak gerek partinin yoksullara sırt çevirmesi, gerek
İsrail’e karşı yeterli reaksiyonun gösterilmemesi, Emel’in Suriye yanlısı tavrı
ve FKÖ’ye karşı savaşması, parti içinde bir hizipleşme sürecini beraberinde
getirdi. “Yeni Şii Zenginler”in aksine yoksul Şii köylerinden veya varoşlardan
gelen, İran’daki İslam Devrimi’nin derinden etkilediği, İsrail işgaline karşı
direnişin ana odak olması gerektiğinde ısrar eden bu ekip, 1985’te Hizbullah’ı
kuracaktı.
Direniş ve dayanışma
Hizbullah hareketi, ortaya çıkışıyla aynı yıllara denk gelen
Kamplar Savaşı’nda Emel’in karşısında, FKÖ’nün yanında yer aldı. Örgüt hem
Mahrumlar Hareketi’nden hem de Emel sürecinden bazı dersler çıkarmıştı.
Mahrumlar Hareketi’nin kurulmasının üzerinden geçen on yılda
artarak devam eden İsrail işgali, Sabra ve Şatila başta olmak üzere İsrail
işbirlikçisi Falanjistlerin düzenlediği katliamlar nedeniyle Hizbullah’ın ana
ekseni işgale karşı silahlı direnişti. Sadr’ın “mahrumların dayanışması ile
Lübnan’ın birliğinin sağlanması” fikrine karşın Hizbullah için birlik esas
olarak İsrail işgaline karşı savaş sırasında kazanılabilirdi. Yani esasında
İsrail işgalini püskürtecek güçlü bir askeri direniş olmadan, Lübnan’da
toplumsal dayanışma ve birlik çağrıları beyhude olmaktan öteye gidemeyecekti.
Ancak Hizbullah kurucuları, örgüt toplumsal dayanışma
hareketi olmadan, İsrail’e karşı savaşmak için gereken toplumsal dinamizmin de
kazanılamayacağını, 1982’deki İsrail işgali sırasında tecrübe etmişti. Nitekim
Emel’in Şii yoksullara sırtını dönmesi, İsrail’in bu işgaline karşın bir kitle
seferberliği yaratılamamasına yol açmıştı. Dolayısıyla askeri direniş için
toplumsal dayanışmanın örgütlenmesi ve direniş hareketinin yoksullarla temasını
yitirmemesi yaşamsal bir ihtiyaçtı.
Hizbullah Lübnan’da süregiden kanlı iç hesaplaşmanın, bu
hesaplaşmanın tarafı olan tüm partilere kan kaybettirdiğini de iyi okumuştu. Bu
yüzden Emel ile girdikleri hegemonya mücadelesinin açık silahlı çatışmaya
dönüştüğü 1988-1990 yılları arasındaki “Kardeşler Savaşı” dışında İsrail
işbirlikçiliği yapmayan Lübnanlı gruplarla ve özellikle de Filistinli gruplarla
çatışmaktan kaçındı. Örgüt bunun yerine Güney Lübnan’da İsrail’e karşı silahlı
mücadeleye girişti, ki bu mücadele ortaya çıkışlarının üzerinden geçen 15’inci
yılda İsrail’in işgal ettiği Lübnan topraklarının büyük bir kısmından
çekilmesini sağlayacaktı.
Hizbullah, bir yandan İran’ın aktif desteğiyle Lübnan içinde
ciddi bir askeri güce dönüşürken bir yandan da özellikle Güney Lübnan toplumu
içinde kök salmaya çalıştı. Bu amaçla örgüt, hastaneler, okullar ve hatta
çiftçiler için teknik ve danışmanlık hizmeti sunan ziraat merkezleri açtı.
Örneğin 2006 İsrail işgali döneminde altyapının hasar
görmesi nedeniyle başkent Beyrut susuz kalmış, Lübnan hükümeti çare bulamamıştı
ve su sorunu bir yandan İsrail’le savaşan Hizbullah tarafından çözülmüştü.
Başka bir ilginç örnek ise Lübnan’ın özel sektöre dayalı sağlık sisteminin
Covid salgını döneminde çökme noktasına gelmesi ve buna karşın Hizbullah’ın
doktor, hemşire, sağlık çalışanı ve diğer toplumsal gönüllülerden oluşan 2 bin
500 kişilik kadroyu seferber ederek salgınla mücadeleye girişmesidir. Lübnan
hükümeti çöp toplayamaz hale geldiğinde bile sorunu çözmek için Hizbullah
taraftarlarına çağrı yapmak zorunda kalmış ve başlatılan seferberlikle çöpler
toplanmıştır.
Bu nedenledir ki, Hizbullah’ın 1993, 1996 ve 2006 yıllarında
İsrail’in saldırılarını püskürtmeyi başarması tek başına Suriye veya İran’dan
verilen askeri destekle açıklanamaz. İki ülkenin Hizbullah’a sağladığı askeri
yardım kritik bir rol oynasa da Hizbullah’ın esas gücü Lübnanlı yoksullarla
olan temasını kaybetmemesi ve bir kitle dinamizmini çöp toplamaktan İsrail’le
savaşmaya kadar ihtiyaç duyduğu tüm anlarda seferber edebilmesidir.
2006 yılında Lübnan'ı işgal eden İsrail ordusuna mensup
askerler
Lübnan İç Savaşı 1989 yılında imzalanan Taif Anlaşması’yla
duraklama evresine girdi ve 1990 yılında sona erdi. Taif Anlaşması’yla
Maruniler Hıristiyan Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin kısıtlanması ve mecliste
Müslüman ve Hıristiyan vekillerin sayısının eşitlenmesi gibi tavizler verdiler.
Ancak Lübnan’ın uluslaşmasına ket vuran ve 1975’te iç savaşa giden sürecin
taşlarını döşeyen “Ulusal Mutabakat” özü itibariyle yürürlükte kaldı.
Direniş, 2000 yılında İsrail’i işgal ettiği tüm Lübnan
topraklarından kovdu. Aslında Tel Aviv’in planı, çekilirken, işgal ettiği
toprakları, işbirlikçisi sağcı Marunilerden müteşekkil Güney Lübnan Ordusu’na
bırakmaktı. Bu sayede İsrail, 1975’te Lübnan’dan kısmen çekildiği dönemde
olduğu gibi ülke içinde, ilerideki olası işgallerinde köprübaşı işlevini
görecek, sağcı Marunilere ait bir güvenli bölge yaratmayı hedefliyordu.
Ancak Hizbullah’ın ilerleyişi öylesine hızlı oldu ki, Güney
Lübnan Ordusu tümüyle çöktü. Üstelik İsrail’in sınırını eski işbirlikçilerine
kapatmasıyla bu kişiler Hizbullah tarafından yakalandı. Hizbullah da Güney
Lübnan Ordusu militanlarını vatana ihanet suçuyla yargılanacakları Lübnan
mahkemelerine teslim etti. Ancak Lübnan mahkemelerinde pek çoğu göstermelik
cezalar aldılar ve işledikleri suçların hesabını doğru dürüst vermeden yeniden
Lübnan toplumuna karıştılar ya da yurt dışına kaçtılar.
İsrail’in çekilişi ve Güney Lübnan Ordusu’nun tasfiyesiyle
direniş, Lübnan İç Savaşı’nın tabutuna son çiviyi de çakmış oldu. Üstelik
Hizbullah’ın “direnişin birleştiriciliği” hesabı da bir ölçüde tutmuştu, zira
2000 ve 2006’da İsrail’e karşı muzaffer olan örgüt, Lübnan toplumunun farklı
kesimlerinde meşruluk kazandığı gibi, başka bazı partilerle bir ittifak kurmayı
başardı.
Direnişin zayıf karnı
“Biliyor musun, Lübnan’da Maruni ya da Dürzi, Şii ya da
Sünni her partinin tarafsız olmasını gerçekten istediği kişi kimdir?” Bu soruyu
bana yönelten Lübnan Komünist Partisi üyesi şöyle devam etmişti: “Maliye
Bakanı, çünkü her partiden zenginin bir gün ona işi düşer ve bu yüzden
Lübnan’daki partiler hiçbir konuda hemfikir olmasalar bile Maliye Bakanı’nın
gerçekten tarafsız olması gerektiği konusunda hemfikirdirler”…
Lübnan direnişi, iç savaşı durdurmuş ve İsrail ordusunu
kovmuş olsa da ülke bugün hâlâ siyasi erkin mezhep ve dini kimlikler üzerinden
bölüşülmesini öngören “Ulusal Mutabakat”la yönetiliyor. 1970’li yıllara göre
mezhep veya dini kompozisyonu biraz daha farklılaşmış “Yüzde 4’lük Taife” de
“Yüzde 96’lık taife” de, yani en zengin kesim ve yoksullar da hâlâ yerli
yerinde…
Hizbullah, iç savaş sonrası Lübnan’ın ulusal kimliğinin
oluşumuna ket vuran “Ulusal Mutabakat”ı kaldırmayı gündemine almadı, alamadı.
İç savaşın hâlâ hafızalarda canlı bir anı olarak durması ve Hizbullah’ın
özellikle İsrail tehdidi altındayken, Lübnan’daki siyasi partilerle didişmesine
yol açacak iç gerilimlerden uzak durmaya çalışması bu tavrında etkili olmuştur.
Ancak Lübnan tarihinde yeni bir ulusal mutabakatın
önerilmemesi, hep var olagelen mutabakattan çıkar sağlayan “Yüzde 4’lük
Taife”nin akıbetiyle ilgili soruların yanıtsız kalmasıyla ilişkili oldu.
Üstelik bu taife şu anda 1970’lere nazaran çok daha fazla Şii zengin
barındırıyor.
27 Eylül’de düzenlenen saldırıda yaşamını yitiren
Hizbullah'ın son lideri Hasan Nasrallah.
Hizbullah’ın “Ulusal Mutabakat”a neşter atamaması ve hatta
zamanla bu sistemin içinde hareket etmesi, İsrail ve ABD’yi yeni maceralara
heveslendiren bir zayıf karın olarak görülebilir. Zira bu yapı sayesinde,
Hizbullah’ın karşısında yer alan blok (14 Mart İttifakı) çözülemediği gibi,
Hizbullah ve müttefikleri (8 Mart İttifakı) rakip kampın siyasi etkisini
kısıtlasa bile toplumsal tabanına nüfuz etmeyi başaramadı.
Şimdi İsrail, Lübnan’da sivillere yönelik büyük bir saldırı
dalgası başlatırken, ABD’nin de bunu Lübnan içinde siyasi dengeleri
Hizbullah’ın aleyhine çevirmek için manivela olarak kullandığı aşikar.
Washington’un hesabı, Hizbullah’ı köşeye sıkıştıracak bir Lübnan hükümetinin
kurulması… Böyle bir adımın yeni bir iç savaş riskini de beraberinde
getireceğini hatırlatmakta fayda var, ayrıca bunun aynı zamanda ABD ve İsrail’e
tıpkı 1975’te yaptıkları gibi “Koruyucu” veya “Barış Gücü” sıfatıyla yeniden
Lübnan’ı işgal etme fırsatı sunabileceğini de unutmamak gerekiyor.
Ancak şimdilik Lübnan’ın talihi, ABD ve İsrail’in, henüz Beşir Cemayel’in iç savaşta oynadığı uğursuz role uygun bir talip bulamamasıdır.
Hizbullah’ın Tarihi I: Suriye Selefi Karanlıktan Nasıl Kurtarıldı?
https://rasthaber.com/tr/haber/analiz/hizbullah-in-tarihi-i-suriye-selefi-karanliktan-nasil-kurtarildi-138817https://rasthaber.com/tr/haber/analiz/hizbullah-in-tarihi-i-suriye-selefi-karanliktan-nasil-kurtarildi-138817
Hizbullah Tarihi II: Ulussuz Topraklarda Ulusal Direniş
https://rasthaber.com/tr/haber/analiz/hizbullah-tarihi-ii-ulussuz-topraklarda-ulusal-direnis-138846