İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (6): Vahdet-i Vücûd / Zaman, Mekân, An ve Sonsuzluk

Bu birliktelik, “O olmadığı takdirde, diğer varlıklar da olmayacaktır” anlamına gelir. Konuyu bir örnekle zenginleştirmek mümkündür: Güneş ve ışınları bir aradadırlar, öyle değil mi? Peki, bunlar arasında bir eşitlik ilişkisi mi söz konusudur? Hayır. Güneş hal diliyle, ışınlarına, “Eğer ben bir ân olmasam, siz de olmazsınız” demekte. Işınların Güneş’e olan bağlılığı, bağlığın (taalluk) ta kendisidir.
GİRİŞ: 16.12.2023 14:31      GÜNCELLEME: 16.12.2023 14:31
Rasthaber -  Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Sevgili seyircilerimizi, kıymetli dostlarımızı ve Marifet programını her zaman samimiyetle takip eden izleyicilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

El-Kelimâtu’l-Meknûne’den yine çok güzel bir pasaj seçtik. Saygıdeğer üstadımızdan bugünkü programımızda bu pasajı açıklamasını rica edeceğiz.

Bir önceki programda “vücûd” ile “mevcut” arasındaki farka değinmiş, bu ikisinin birbirinden farklı olduğu sonucuna ulaşmıştık.

Feyz-i Kâşânî, Mevlâ Emîru’l-Mü’minîn Ali’nin (a.s.), “Vücûdun özelliklerinden biri, zamanda ve mekânda değil, zaman ve mekân ile olmasıdır” şeklindeki sözüne istinat etmiş. İmam Ali’nin (a.s.) “Allah”tan ya da bir anlamıyla “vücûd”dan söz ettiği yerler buralar. Feyz konuyla ilgili olarak şunları aktarıyor:

“Her şeyle, yan yana olmaksızın beraberdir. Eşyâdan, onlardan ayrı ve başka olmaksızın, farklıdır. Yani vücûd, zamanda ve mekânda değil; bilâkis zaman ve mekân iledir.”

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Hz. Ali’nin (a.s) sözlerinden de anlaşılacağı gibi vücûdun birtakım özellikleri ve gerekleri vardır. Şimdiye dek belki de, vücûd ve mevcut ile ilgili bu kadar güzel ve veciz bir söz söylenmemiştir. Bu konular ilginç bir şekilde, kolay olmanın yanında, aynı zamanda zordurlar. Bir önceki programda da belirttiğimiz gibi, mevcut, vücûd vasıtasıyla mevcuttur; fakat vücûd, mevcut vasıtasıyla vücûd olmuş değildir. Duyusal dünyayı önceleyen materyalizm ve pozitivizm, aslolanın mevcutlar olduğuna inanıyor. Onlar etrafta var olan şeylere (dağ, taş, ağaç, deniz vd.) bakarak, bunlardan “mevcut” diye bir kavramı soyutlamış, “vücûd”u ise soyut ve vehmî bir kavram olarak kabul etmişlerdir. Evet, “vücûd”, kavram olarak soyuttur (elbette sadece kavram olarak). Peki, onların deyimiyle bu soyut kavramın, mısdağı yok mudur? Sorun tam da buradadır. Soyut dedikleri kavram, içeriksiz ve mısdaksız bir kavram mı? Hayır, değil. Onlar belki de bu söylediklerimize, dış dünyadaki şeylerin “vücûd” kavramının değil, “mevcut” kavramının mısdakları oldukları cevabını verecekler, hatta “Dünyayı baştan sona bir gezip dolaşın, vücûd diye bir şey görecek misiniz?” diye istihza dahi edeceklerdir. Vücûdu bulduğunu iddia edenin bizzat kendisi vücûdun bir şa’nıdır. Vücûd her şeyin rengine girmekle birlikte, kendisi renksizdir. Renklerin nasıl meydana geldiklerine bir bakalım: Onlar birbirlerinden mi meydana gelirler, yoksa renksizlikten mi? Örneğin kırmızı rengi, kırmızı olarak kaldığı sürece başka bir renk değildir. Onun başka bir renk olabilmesi için, öncelikle “kırmızılık” taayyününü yitirmesi gerekir. Bizim burada sorduğumuz şey, renk kavramının kendisinin nerede olduğudur. Eğer “renk”in de soyut bir kavram olduğunu öne sürerseniz, bu durumda onun envai çeşit mısdağını nereye koyacaksınız? Biliyorsunuz ki, pek çok renk var. Örneğin kırmızı rengini ele alalım: Kırmızının kaç tonu var? Neredeyse sonsuz. Her bir renk için durumun bu şekilde olduğunu düşünürsek… Bunların her biri sonsuz sayıda ton demektir. Başlı başına bir renk âlemi olan bu âlem dahi kendi içinde o kadar şaşırtıcıdır ki… “Allah’ın boyası; Allah’ın boyasından daha güzel olabilecek ne vardır?”[1] Bu renklerin hepsi nereden geliyor? Hatta “renk” kavramının kendisinin nereden geldiğini bilen var mı? Mevcutlar vücûddan gelirken, renkler de renksizlikten gelirler. Eğer ayna renkli olursa, sadece kendisini (kendi rengini) gösterir. Diğer şeyleri ise sadece renksiz olduğu zaman gösterebilir. Örneğin mavi bir ayna, sizi mavi gösterir. Kendisi ne renkte olursa, üzerine yansıyanı da o renkte gösterir. Dolayısıyla ayna bir şeyleri olduğu gibi göstermek için renksiz olmalıdır.

İnsanlar da Doğulusuyla, Batılısıyla, türlü türlü fırkalarıyla, rengârenk değiller mi? Bir renge bürünürler, onu bırakmak istemezler ve her şeye onun nazarından bakarlar. Eskilerin çok güzel bir sözü vardır: Kâfir,  herkesi kendisi gibi kâfir sanır. Çünkü o, küfrün renginde olduğu için herkesi o renkte görür. Ne zaman doğru görebilir? Renksiz olduğunda. Dünyadaki tüm savaşlar, renklerin savaşıdır. Siyah, beyazla uyuşmaz. Ancak renksizlik, tüm renklere uyum sağlar. Renksiz olan, hiçbirinin rengine girmez; fakat hepsiyle uyuşur. Hem onların hepsidir hem de hiçbiri değildir. İşte buradan, İmam Ali’nin (a.s.) sözüne gelmek istiyorum: “O her yerde sizinledir.” Bunu Kur’ân-ı Kerîm de söylüyor. Ancak onun beraberliği, o şeyle yan yana olmaksızındır. Ma‘iyyet (birliktelik) konusu çok önemli bir konudur. Birliktelikte, her zaman birbiriyle bir arada olan iki şey olsa da, bu birlikteliğin kısımlarının/türlerinin olduğunu bilmek gerekir. Örneğin, iki eş arasında evlilik ilişkisi, iki dost arasında dostluk ilişkisi, iki konuşmacı arasında bir tür işbirliğine dayalı ilişki vd. vardır. Bu minvalde Allah da her şey iledir. Peki, O’nun her şeyle birlikte olması, kafa kafaya vermiş ve yan yana oturmuş iki dostun birlikteliği gibi midir? Hakk Teâlâ’nın birlikteliği, ihata anlamındadır. Ma‘iyyet (birliktelik) ilişkisinin muhît (kuşatan) – muhât (kuşatılan) ilişkisinden farkı nedir? İki avucumu birbiriyle yan yana getirdiğimde, onları birleştirmiş olurum. Bu, birlikteliktir. Yine bir daire çizdiğinizi var sayalım. Bu dairenin çevresinin, kendi içine nispeti nedir? Bunların aralarında muhît-muhât (kuşatma-kuşatılma) ilişkisi söz konusudur. Peki, bu kuşatma-kuşatılma ilişkisinin bir sonucu olarak, dairenin içi ile çevresi aynı zamanda birbiriyle birlikte midir, değil midir? Bunların arasında bir eşitlikten bahsedebilir miyiz? Hayır. Çünkü biri kuşatan, diğeri kuşatılandır. Eğer muhît olmasaydı, muhâtın (içte olanın) bir anlamı olabilir miydi? İçte olup da kuşatılmamış bir şey var mıdır? Dolayısıyla Hakk Teâlâ’nın birlikteliği (ma‘iyyet) ihâtî (kuşatımsal) bir birlikteliktir. Hakîmler buna, “kayyûmî ma‘iyyet” demişlerdir. Aslında bir anlamıyla âlemdeki tüm varlıklar birliktedirler; kezâ Allah da tüm âlem iledir. Ancak biraz önce de izah ettiğim gibi, bu birliktelik, diğer varlıkların kendi aralarındaki birlikteliklerinden farklıdır. O, mukavvimdir. Mukavvim olmak, Allah’ın en küçük zerreden en azametli galaksilere kadar her varlıkla birlikte olması demektir. Bu birliktelik, “O olmadığı takdirde, diğer varlıklar da olmayacaktır” anlamına gelir. Konuyu bir örnekle zenginleştirmek mümkündür: Güneş ve ışınları bir aradadırlar, öyle değil mi? Peki, bunlar arasında bir eşitlik ilişkisi mi söz konusudur? Hayır. Güneş hal diliyle, ışınlarına, “Eğer ben bir ân olmasam, siz de olmazsınız” demekte. Işınların Güneş’e olan bağlılığı, bağlığın (taalluk) ta kendisidir. Bir başka örnek: Siz bir yere oturduğunuzda ya da yolda yürüdüğünüzde gölgeniz sizinle birliktedir, öyle değil mi? Nereye giderseniz gidin, o hep sizinledir. Gölgenizi sizden ayırabilecek bir kimse var mıdır? Hayır. Onun sizinle ma‘iyyeti vardır. Peki, nasıl bir ma‘iyyet? Gölgenizin sizinle olan hâl dili ile, sizin onunla olan hâl diliniz aynı mıdır? Hayır. Bu durumda gölgenize bir şey söyleyecek olsaydınız, ne derdiniz? “Eğer ben olmasam, sen de olmazdın” derdiniz. Ancak buna mukabil, gölgeniz size aynı şeyi söyleyemez. Oysa siz ona – elbette kişiden gölgesi hiçbir zaman ayrılmaz, ama ayrılabileceğini varsayalım – “Sen olmasan da ben varım” diyebilirsiniz. Dolayısıyla “Hakk Teâlâ’nın ma‘iyyeti”ni kavramak oldukça önemlidir. Bu birliktelik – biraz önceki âyette olduğu gibi – hem Kur’ân âyetlerinde mevcuttur hem de Mevlâ Emîru’l-Mü’minîn’in (a.s.) kelâmında… O, yan yana olmaksızın her şeyle beraberdir. Bu, sizinle benim şu anki birlikteliğimiz gibi bir birliktelik değildir. Diğer birlikteliklerde “ben-sen” varken, kayyûmî birliktelikte, sadece Hakk Teâlâ vardır. Ve eğer O olmazsa hiçbir şey olmaz. Her şey O’nun sayesinde “var”dır. Dolayısıyla varlık, O’nun karşısında, “Sen varsın, ben de varım” gibi bir şey söyleyemez. Esasında Allah’ın karşısında, “Ben de varım” diyebilecek cür’ete sahip bir varlık var mıdır? Hayır.

Lârîcânî: Vahdet-i vücûd da bu değil midir zaten?

Dînânî: “Vücûdun vüsatı” deyin.

Lârîcânî: O’nun (varlığı) karşısında hiçbir varlık arz-ı endam edemez.

Dînânî: “Vahdet-i vücûd” tabiri, bazılarımızın hoşuna gitmeyebilir. “Vücûdun vüsatı” desek, daha münasip olur. Veya “vücûd-i münbasit, vücûd-i Hakk”… “Vücûdun olmadığı bir yer mi vardır?” vd. Meseleyi bu gibi tabirlerle veya soru cümleleriyle ifade etmek daha uygun. Bu ifadelerden “vahdet” kavramı zaten çıkarsanmaktadır. Bu vücûdi vüsatta gayr’a (başkasına) yer kalmamaktadır. Bu mevzuları kavramak çok önemli… Mevlânâ da bu ma‘iyyeti kavramanın herkesin nasibi olmayacağını söylüyor… Bu birlikteliği en iyi kavrayacak olanlar kimlerdir? Kendileriyle uzun bir yolculuğa çıkanlar. Bu yolculuğun neticesi, yolun sonunda Hakk Teâlâ’dan başkasının olmadığını bilmek olacaktır. Kişi, ma‘iyyetin ne olduğunu burada anlayacaktır.

Tüm ârifler, Allah’ın bizimle olduğunu söylemişlerdir. Evet, biz de O’nunla birlikteyiz. Zaten O bizimle olduğunda, biz de O’nunla olmuş oluyoruz. Ancak gerçekte biz mi O’nunlayız, yoksa O mu bizimle? O’nun bizimle olduğu, Kur’ân’ın açık bir beyanıdır. Peki, biz gerçekten O’nunla mıyız?

İzin verirseniz burada basit bir felsefî bir hakikate işaret etmek istiyorum: İnsan için, “insanda olmak” ve “insan için olmak” gibi iki özel durum söz konusudur. Yani o hem kendisindedir hem de kendisi içindir. Bu iki ifadenin birbirinden farkı nedir? “Kendinde olmak” her varlığın, kendisi olduğu şeydir. “Kendisi için olmak”ta ise bir bilinç söz konusudur. “Kendisi için olmak” kendini tanıyan ve “kendisi için olma”nın ne anlama geldiğini bilen bir varlık için söz konusudur. Kendisini tanımayan bir varlık, “kendinde”dir, fakat “kendisi için” değildir. Buradaki “için”de bir bilinç gizlidir. Yani “ben kim olduğumu ve ne istediğimi bilmeliyim” demektir. Bu sandalye, bir sandalyedir. Peki, o ne olduğunu ve ne istediğini biliyor mu? Hayır. Çünkü kendisini tanımamakta ve yücelmek için neler yapması gerektiğini bilmemektedir. Dolayısıyla bu sandalye yüz sene de kalsa, yine kendisi olarak kalacaktır. Çünkü onda biraz önce sözünü ettiğim “kendisi için” bilinci yoktur. Bu şey, başka bir dış etkenin onu değiştirmesi (çürüme, yanma vd.) veya birinin onu birtakım işlemlerden (örneğin marangozların yaptığı işlemler) geçirmesi –ki elbette dışsal etkenler bu gibi varlıklar üzerinde önemli ölçüde etkilidir– dışında, kendisi için bir şey yapabilecek bir varlık değildir. Niçin kendisi değişmez? Çünkü “kendisi için” değildir. “Kendinde olmak”, şeyin o şey olmasıdır. “Kendisi için” olmak ise, şeyin kendi var oluşunu ve ne olmak istediğini bilmesidir. Neyinin olmadığını ve neye sahip olunması gerektiğini bilmektir aynı zamanda. “Kendisi için” olan bir varlık olarak insana neyi isteyip istemediğini bir sorun. O mutlaka bir şeyleri istiyordur, öyle değil mi? İnsan birçok şeyi ister. Siz, ben, hepimiz isteriz bunu. Bunları kim için isteriz? Kendimiz için. İnsanlar bir şeyleri istediklerinde hem neyi istediklerini hem de neyi istemediklerini bilirler öyle değil mi? Ne istemediğini bilmeyen bir insanı farz edin. Bu durumda o, ne istediğini bilebilir mi? Hayır. O halde neyi istediğimi bilmem için, neyi istemediğimi de bilmem gerekir. Aynı şekilde neyi istemediğimi bildiğimde, neyi istediğimi de bilmiş olurum. Bundan sonrasında o istediğim şeylerin peşinden giderim. “Kendisi için olmak” işte bu anlama gelir. Bu anlam, “insan”a özgüdür. Bu söylediklerimin eşliğinde, neyi istediğini ve neyi istemediğini bilmeyen “insan”ların vay haline!  Ne istediğini bilmediği kadar, neyi istemediğini de bilmez bunlar. İstemedikleriniz ne kadar fazla olursa, istedikleriniz de bir o kadar fazla olacaktır.

Dolayısıyla burada bunun da bir merhale üstüne çıkalım: İnsan ne zaman bir şeyi bilir? Bilmediğini bildiğinde. İnsan ne zaman anlar? Anlamadığını bildiğinde. Bir şeyi anlamayan ve dahası, anlamadığını da anlamayan birinin, söz konusu şeyi anlaması mümkün olur mu? O halde bir şeyi bilmek için, öncelikle o şeyi anlamadığınızı anlamanız gerekir.

Lârîcânî: İyi anlamamak da bir şekilde anlamaktır.

Dînânî: Evet, doğru. Aristoteles, Retorik adlı kitabında şunları söylüyor: “Ben bilmediğimi biliyorum. Ben bilmemeyi biliyorum.” Sonra buradan hangi sonuca varıyor: “Bilmediğimi bildiğim için, bilmemeyi de biliyorum.” Çok hikmetli bir söz…

Lârîcânî: Üstad, biraz önce ma‘iyyet ilişkisini çok güzel bir şekilde açıkladınız. Feyz-i Kâşânî, vücûdun özelliklerinden birinin zamanda ve mekânda olmak değil, zaman ve mekân ile olmak olduğunu belirtmiş. Zaten diğer türlüsü, vücûdun maddî bir şey olmasına yol açardı. Çünkü zamansal ve mekânsal olmak maddenin özelliklerindendir. O halde Allah nasıl bizimle birlikteyse, zaman ve mekânla da birliktedir, diyebilir miyiz?

Dînânî: O, her şeyle birliktedir. Ancak diğer taraftan, her şey O’nunla birlikte değildir. Allah zaman iledir; zamanda değildir. Eşyâda, mekânda değildir; ancak eşyâ ve mekân ile birliktedir. Hakk Teâlâ’nın olmadığı bir zamanı tasavvur edebilir misiniz? Böyle bir şey mümkün değildir ki… Esasında zaman, Allah’ın bir eseridir. Zaman konusuyla ilgilenenler, bir zamanlar yazmış olduğum Zaman Muamması adlı kitabıma müracaat edebilirler. Zaman konusu, biraz karmaşık bir konu. Zamanın başlangıcını bulmak, oldukça zordur. He halükârda şunu bilelim: Allah zamansal ve zamanda bir varlık ve aynı şekilde mekânsal ve mekânda bir varlık değildir. Esasında mekân Hakk Teâlâ’yı içine alabilecek bir kapasitede de değildir ki… Her cisimsel ve maddî varlık mekândadır ve mekâna sığabilmektedir. Ancak bu durum Hakk Teâlâ için geçerli değildir. O’nun için mekânın bir anlamı mı vardır? Hakk’ın nurunun olduğu yerde, zaman paramparça olur. O’nun yanında zaman da neymiş ki… Hâlık, mahlûkunda, illet malûlünde mahpus olabilir mi hiç? Asla. Malûl, illetin eseridir. Allah, zamanın ve mekânın Hâlık’ıdır. O, zaman ve mekânın kaydında nasıl mahsur kalabilir ki? Siz, ben, kısacası hepimiz zaman ve mekân ile kayıtlıyız. Mekânın kaydında olamamak gibi bir imkânımız da bulunmamakta. Her maddî varlık zamandadır ve onda olmaması da mümkün değildir. Bizler zaman ve mekânın dışına çıkamayız. Nereye gidersek gidelim, zaman ve mekânın içinde olmaya devam ederiz. Oysa Allah ne zamanda ne de mekândadır. Biraz önce dikkat çektiğim şekliyle, O, ihâtî olarak zaman ve mekânla birliktedir. Eğer burada bu “ihâtî” sözcüğünü kullanmazsak, meseleyi problemli bir hale getirmiş oluruz. O’nun ma‘iyyeti, muhîtî ve kayyûmî bir ma‘iyyettir. Zamanla birliktedir; ancak onu kuşatarak… Mekânla birliktedir; yine onu da kuşatarak… Kısacası O, her şeyi kuşatarak o şeyle birliktedir. Allah A‘lâ’dır. Yani her şeyden en yücesi…

Zamanda ve mekânda olmayan, sadece Allah değildir. İzin verirseniz, burada meseleye farklı bir boyut katalım: Zamanda ve mekânda olan zât-ı âliniz, aslında zamanda ve mekânda değilsiniz. Çünkü Allah’ın Mesel-i A‘lâ’sısınız. Allah’ın hangi varlığı Mesel-i A‘lâ’dır? İnsan…

Lârîcânî: O’nun Esmâ’sının mazharı ve yeryüzündeki halifesi olan insandır.

Dînânî: Evet. Sadece, insan O’nun Mesel-i A‘lâ’sıdır. Allah’ın bir misli ve benzeri yoktur; ancak bir misâli ve meseli vardır: Ve lehu’l-Meselu’l-A‘lâ. İşte bu, insandır. Burada insân-ı kâmilden söz edelim. Çünkü Allah, tüm kategorilerin (=makule) fevkindedir. Şu an oturmuş olduğunuz bu koltukta, belli bir zaman ve mekânda bulunsanız da, aklınız ne zamanda ne de mekândadır. Aklınız, şu oturduğunuz koltuğun sınırlarından daha öteye gidemez mi? Aklınız nereye kadar gidebilir?

Lârîcânî: Sonsuza kadar.

Dînânî: Zaman ve mekânda mahsur musunuz, değil misiniz? Örneğin siz hiç mücerred varlıktan söz etmiyor musunuz?

Lârîcânî: Ediyorum.

Dînânî: O halde aklınız, zaman ve mekânı aşabiliyor demektir. Evet, bedeniniz zamanda ve mekânda olsa da, aklınız zamanda ve mekânda değildir. Bu durumda akıl zaman ve mekânda mıdır, yoksa zaman ve mekân ile midir? Zaman ve mekân iledir. Siz dilediğiniz her zaman, Allah hakkında tefekkür ediyor musunuz, etmiyor musunuz? Allah zaman ve mekânın ötesindedir; ancak aklınız onun hakkında düşünebiliyor. Peki, bu durumda aklınız “zaman ve mekânda” mıdır, “zaman ve mekân için” midir?

Lârîcânî: Zaman ve mekân içindir.

Dînânî: Aklın gidemeyeceği bir yer var mıdır? Elbette ki, burada aklın kendi sınırlarını bilmesi müstesna… Sonuçta onun da sınırları var. Burada sınırsız olan da o sınırlardır aslında. Yani bendeniz biraz önceki sorumla, aslında onun tamamen sınırsız olduğunu söylemeye çalışmıyorum. Bu sözler, oldukça hassas; bu nedenle birilerinin bunları yanlış bir tarafa çekme ihtimali de çok fazla. Aklın elbette ki bir haddi vardır. Ne var ki, onun bu haddini zaman ve mekân tayin etmemektedir. Onun haddini tayin eden kimdir?

Lârîcânî: Yine aklın kendisi…

Dînânî: Evet. Kesin olarak Hakk Tebârek ve Teâlâ, zaman ve mekâna esir değildir; bilakis bu ikisini yaratandır. Aslında bizler de bu ikisine esir değiliz. Şu birkaç günlük dünyada sadece bedenimiz itibariyle (bedenle kayıtlandığımız için), zaman ve mekânın kaydındayız. Buna karşılık, aklımız ne zamanda ne de mekândadır. Akıl zaman ve mekânı, hatta dehri ve sermedi dahi anlar.

Lârîcânî: Üstad, dilerseniz konunun daha iyi anlaşılabilmesi adına iki Kur’ânî örnekten de faydalanabiliriz. İnsan ilâhî kurbun (yakınlık) sahasına eriştiğinde, zamanın ve mekânın ötesine de çıkmış olmaktadır. Bu örneklerden biri Ashâb-ı Kehf’tir. Onlar 309 yıl bir mağarada uyumuşlardı. Uyandıklarında, onlara “Burada kaç yıl kaldınız?” diye sorulmuş, onlardan biri, “Bir gün ya da günün bir bölümü” diye cevap vermişti.[2] Bu konu üzerinde oldukça detaylı bir şekilde tartışılmış. Örneğin bazıları, “Bunlar nerede kalmışlardı da, geçen 309 yıllık bir süre onlar için hiçbir anlam ifade etmeyebilmiş” diye soruyorlar. Bu örnek esasında sizin Mesel-i A‘lâ hakkındaki açıklamalarınızı desteklemiyor mu? Ashâb-ı Kehf için zaman ve mekânın bir anlam ifade etmediği bu yer neresiydi?

Dînânî: Daha önce bir programda onların aklî tecerrüdün ve melekûtun sahasında bulunduklarını söylemiştim. Melekût için ne bir zaman ne de bir mekân vardır. Burada akıl, zamanı askıya alır. Bunlar artık aklânî insanlar olmuşlardır. Âyet-i kerîmelerin de buyurduğu gibi, bu akıl onların bedenlerine etki ederek, çürümelerine engel olmuştur. Burada cisim, yani beden, artık aklın kontrolü altına girmiştir. Cisim ve akıldan hangisi diğerinin kontrolü altındadır? Cisim, aklın kontrolü altındadır.

Burada konuyu biraz daha aydınlatabilmek adına şunları söyleyebiliriz: Özgürlüğün tanımını artık biliyorsunuz. Etrafımızda gördüğümüz şeyler (koltuk, masa, duvar, deniz, ağaç vd.) özgür müdür? Hayır. Sonuçta bunların hepsi mahduttur. Gördüğünüz tüm bu varlıklar içinde, aynı zamanda olduğu gibi olmayabilen tek varlık hangisidir? Sadece insan. Ama ne var ki, onun da bir bedeni vardır. Dolayısıyla özgür olan tek şey aslında akıldır. Akıl, istediği şeyi mi düşünür, yoksa mecbur edildiği şeyi mi? İstedi şeyi… Çünkü o, mutlak özgürlüktür. Tam da bu noktada, diğer varlıkların da (ağaç, taş vd.) özgür olduklarının sanılmaması için bir şey eklemek istiyorum: Eğer bu âlemdeki tüm varlıklar tıpkı aklın özgür olduğu gibi özgür olsalardı ve kendilerini her ân değiştirebilselerdi, öngörü diye bir şey mümkün olabilir miydi? Hayır. İnsanların kaderleri ve âkıbetleri, işte bu nedenle (insanın özgür bir varlık olması nedeniyle) öngörülemez. Örneğin meteorologlar, yarınki, hatta haftalar sonraki havanın nasıl olacağını öngörebiliyorlar. Keza jeologlar da depremler hakkında birtakım zamanlara işaret edebiliyorlar. Bunun nedeni, maddî varlıkların özgür olmamalarıdır. Bu açıdan onlar her zaman oldukları gibidirler. Bilim insanları birtakım hesaplamalarla, bu doğal yolun/akışın, hangi sonuca doğru evrileceğini kestirebiliyorlar. Peki, buna mukabil, bir insanın bir yıl sonra, hatta yarın dahi ne olacağını öngörebilir misiniz? En yakın dostlarınızın bile yarın ne olacaklarını kestiremezsiniz. Çünkü onların düşüncelerinin bir ânda tamamen değişmesi mümkündür. Sedece özgürlük öngörülebilir değildir. Bu evrenin pek çok şeyini bilimsel bir dikkatle mercek altına alabilir, bunlar hakkında birtakım öngörülerde bulunabilirsiniz. Örneğin filan tarihte bir yerde depremin olacağını, birkaç gün sonra karın yağacağını ya da filan yıl filan yerde kıtlığın baş göstereceğini vd. öngörebilirsiniz. Bunun nedeni, söz konusu varlıkların, önceden belirlenmiş doğal bir istikametleri ve döngülerinin olması ve bunların dışına çıkamamalarıdır. Peki, aklın ya da filan kimsenin nereye varacağını kestirebilir misiniz? Tüm bu söylediklerimden çıkarmak istediğim sonuç, aklın zamanın ötesinde olduğudur. Siz, zamanda ve mekânda olanı öngörebilir ve kontrol altına alabilirsiniz. Ancak aklı öngöremez ve kontrol altına alamazsınız. O sizin kontrol sahanıza girmez; çünkü özgürdür. Elbette ki, akıl olduğu için özgürdür o. Akıl mı özgürlüktendir, yoksa özgürlük mü akıldandır?

Lârîcânî: Özgürlük, akıldandır.

Dînânî: Aklın ne olduğunu buradan anlayın işte. Akıl ne zamanın ne de mekânın tesirindedir; aksine o bunların her ikisini askıya dahi alabilir. Hatta ânı bile. Örneğin bizler şu an geçmişi askıya almış bulunmaktayız. Siz şu an geçmişte misiniz? Hayır. Geçmiş zaman sizin için artık askıya alınmış bir şeydir. Peki, gelecek zaman? Aynı şekilde şu an gelecekte de değilsiniz. Gelecek şu an sizin için hâzır mıdır, değil midir? Hâzır değildir. Siz sadece ânda yaşıyorsunuz. Bizler ne gelecekte ne de geçmişteyiz. Bir saat, hatta bir ân sonrasında bile olamayız artık; tıpkı bir ân ve bir saat öncesinde de olamadığımız gibi. Bizler ne dünde ne de yarındayız; sadece bugündeyiz. Kaldı ki, bugünün de tamamı bizim değil. Onun geçen saatleri geçmiş (örneğin öğle vaktindeysek, sabah artık gerimizde kalmıştır), gelmeyen saatleri ise (örneğin vakit öğle ise, henüz akşama ulaşmamışızdır) henüz gelmemiştir. Sadece içinde bulunduğumuz ân vardır bizim için. Hayyâm’ın ele aldığı temalar da ağırlıklı olarak bunlardı. O “hâl”de (=şimdiki zamanda) yaşamanın önemini söylerken, bize ayyaşlık dersi vermek istemiyordu, hiç şüphesiz. O bize “fırsat”ı değerlendirme ve ganimet sayma dersi vermekteydi. Geçmiş artık geri dönesi değildir; gelecek de henüz gelmemiştir. Dolayısıyla yaşanması gereken, şimdidir. Hakîm Ömer Hayyâm, işte bize bu dersleri vermektedir (burada “hakîm” oluşunu özellikle vurguluyorum).

Burada Hayyâm’ın söylediğinin de ötesine geçmek istiyorum, ki bu söyleyeceğim şey aynı zamanda çok da ilginçtir: Hayyâm geçmişi ve geleceği askıya alıp, şimdiye odaklanmıştı. Bendeniz ise buna şunu eklemek isterim: Akıl, öylesine kudretlidir ki, şimdiyi dahi askıya alabilir. Yani siz, dileseniz “şimdi”de de olmayabilir ve gelecekte yaşayabilirsiniz. Yani geleceği düşünebilirsiniz. İşte, Ashâb-ı Kehf, bu kimselerden idiler. Onlar “şimdi”yi de askıya almışlardı. Akıl, işte budur.

Lârîcânî: Mevlânâ da “Her ânın O’nun ânı olduğu kimseye âşık olduğunu” söylüyor.

Dînânî: Evet, her ân O’nun ânıdır. Tüm ânlar O’ndandır. Hâfız da sizin biraz önce söylediğiniz “ân”a işaret ediyor. “Tüm ânların kendisinden doğduğu ânın kuluyum” diyor. Peki, bu ân nedir? Hâfız’ın dediği ân, bizim bildiğimiz ânların, yani geçmişteki ve gelecekteki ânların fevkindedir. Hâfız’ın söylediği bu “ân”ı, kelime olarak dünyadaki hiçbir dile tam anlamıyla çeviremezsiniz.

Lârîcânî: Aklın ta‘likinin (askıya alma) fevkini, aslında ruhun sahası olarak mı anlamalıyız?

Dînânî: Bu, ebediyetin sahasıdır.

Lârîcânî: O halde kıyamete bir de bu açıdan bakmak gerekir. Örneğin Me‘âric Sûresi’nde geçen “Melekler ve Rûh, kendilerine emredilen yere elli bin yıl tutan bir günde çıkarlar”[3] âyeti, şu an sizin bu açıklamalarınız eşliğinde daha da latif bir hal aldı.

Dînânî: Kaldı ki, bu bile henüz sadece bir temsil ve benzetmedir. Âyetteki “yevm: gün” sözcüğünü, “ân” olarak anlamamız gerekir aslında. Bu, Hâfız’ın dediği “ân”dır. O âlemin bir ânı, bu âlemin elli bin senesinden daha fazladır. Öteki âlemin “ân”ı bizim ölçüp hesaplayabileceğimiz bir şey değildir. Aslında kastedilen, ebediyettir. Oradaki ân, bizim bir günümüz kadardır. Elli bin sene ise, “ezelden ebede kadar” demektir.

Lârîcânî: Burası artık ebediyet makamıdır; onda bir zaman ve mekân yoktur. Kıyameti, Cânân ile vuslat olabilenlere ne mutlu!

Dînânî: Zaman ve mekân da aşılabilecek şeylerdir. “O gün gökleri, kitap sahifelerini dürer gibi dürüp bükeriz.”[4] Hakk Teâlâ’nın sonsuz azameti ve ebediyeti karşısında bunlar nedir ki?

Lârîcânî: Gerçekten çok güzeldi, bu anlatımlarınız. Bugün gerçekten çok latif bir konu hakkında konuşmuş olduk. Zaman ve mekânı aşan bu “vücûd” kavramı, aslında kendi içinde ezeliyet ve ebediyeti bir araya getirmiş oluyor.

Dînânî: Her şey, vücûdun içinde parça parça olmuştur.

Lârîcânî: Yani “vücûd” ezeliyet ve ebediyetten de önemli... Fevkâlâde!

Dînânî: Bizler zaman ve mekânın çemberine hapsolduğumuzdan, bu konuları anlaşılmaları gerektiği şekilde anlayamıyoruz. Her şeye zamansal ve mekânsal bakıyoruz ve yine her şeyi bu şekilde düşünüyoruz. Ancak zaman ve mekânı aşabilecek bir kapasitemizin olduğunu bilmemiz gerekir. Bu kapasitemizi kullanmak istemeyenler bizleriz ne yazık ki! Ve zaman ve mekânın çemberinde mahpus kalmak isteyenler de… Bundan dolayıdır ki, ölümü sadece bir ölüm olarak görmekteyiz. Zamanı aşan bir kimse ölümü ölüm olarak görmez. Ârifler ve veliler, ölümü ötelere geçmek olarak kabul etmişlerdir. Ölüm onlar için bir gidiş midir, yoksa bir şeyleri aşmak mı? Bizler ölümle yok olacağımızı sanıyoruz. Oysa ölüm, haddi zatında bir aşkınlıktır; sınırları aşıp ötelere ulaşmaktır. Vücûd, adem (yokluk) bilmez ve ademi kabul etmez ki… Dönüşen, mevcutlardır; yoksa vücûd hiçbir zaman yok olmaz. Kendini aşmak, “kendi olma”yı ve “kendisi için olma”yı bilmektir. İnsanın her şeyi aşabilecek bir yapıda olması, onun bu özelliğinden (yani “kendi olmak” ve “kendisi için olmak”) ve ölümü de bir aşkınlık olarak görmesinden ileri gelir.

Lârîcânî: Gerçekten çok güzel ve eşine az rastlanabilecek bilgiler verdiniz yine üstad. Âyetlere açıklık getirmeniz de çok yerinde oldu. Örneğin, bazıları “Biz bu dünyada 60-70 sene yaşıyoruz; nasıl olur da öbür tarafta sonsuz bir mükâfât ya da azap görürüz?” diyorlar. Biraz önceki açıklamalarınız, bu gibi kimselere bir cevap olmuştur, umarız. Çünkü orada zaman artık ortadan kalkmıştır ve İlâhî Zât’ın, kendisinden her ân yeni ânların doğduğu ânları vardır. İnşallah bu konuya tekrar değinme fırsatı buluruz.

Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a emanet ediyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh. 

Medya Şafak


[1] Bakara Sûresi, 138. âyet

[2] Kehf Sûresi, 19. âyet

[3] Me‘âric Sûresi, 4. âyet

[4] Enbiyâ Sûresi, 104. âyet

YORUMLAR

REKLAM