Rasthaber - İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.
Gönül fezası dostla o kadar doldu ki
İçimde kendi düşünceme yer kalmadı
Doldur kadehi ki ben aşk devletinde
Yaşlı olsam da bahtı genç biriyim
Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Büyük filozof Şeyhü’r-Reîs Ebû Ali Sînâ’nın düşünce bahçesindeyiz ve aziz üstadımızın şifreleri çözen açıklamalarından istifade ediyoruz.
Sayın üstad, geçen programda “salt-mutlak Hak” ve “salt Hakikat” nedir konularına değinmiştik. Bunu çok güzel bir şekilde açıklamış ve İbn Sînâ’dan Hakk’ın tanımıyla ilgili olarak Dördüncü Nemet’ten bir bölüm nakletmiştiniz. Burada Behmenyar birkaç ilginç soru soruyor.
Hace Nasîr Tûsî bu hak bahsinin şerhiyle ilgili olarak “Hakikatin kapsamı hakikat sahibinin olduğu yere kadardır” diyor. Behmenyar ise şöyle soruyor: Farz edelim ki hakikat sahibi olmasın, bu durumda hakikatin kapsamı, ufku nerelere kadar ulaşabilir? Bu sonsuzluk, Hakk’ın tek oluşu ile nasıl bağdaşır? Bu konuda da “Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi?” (Furkan, 45) âyetini delil gösteriyor. Bu gölgeyi uzatma meselesi açıklamayı gerektiriyor.
Bu âyete hem İbn Sînâ’nın hem de Behmenyar’ın işaret etmesi bana çok ilginç geldi.
Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm. Bana çok önemli bir soru yönelttiğiniz için memnun olmakla birlikte, çok ağır bir meseleyi söz konusu ettiğiniz için de endişeliyim. Bu soru şu açıdan oldukça önemlidir: Nerede hak varsa orada hakikat sahibi (zu’l-hakika) de vardır. ‘‘Hak’’ ve “zu’l-hakika” ifadelerine baktığınızda aralarında bir fark olduğunu görüyorsunuz. “Zu’l-hakika” hakikatin ulaştığı şeydir. Hak ise zaten haktır, yani salt hak.
Geçen programda Mutlak Hak’tan ve Hakikat’ten bahsetmiştik. “Zu’l-hakika”, hakikati bulan demektir. “Zû” sahip demektir; “zu’l-hakika” ise hakikat sahibi, hakikati bulan demektir. İmkân âlemi ve Hak Teâlâ’nın tecellileri “zul’l-hakika”dır; Hak Teâlâ’nın kendisi ise Salt Hakikat’tir. Şimdi soru şu: Peki eğer “zu’l-hakika” olmazsa ne olacak?
Eğer imkân âlemi olmasa Hak olmayacak mıydı? Tabii bu bir faraziyedir, yoksa imkân âlemi her zaman vardı. Ama farz edelim ki imkân âlemi mevcut olmasın, Hak Teâlâ yine de vardır. Hak Teâlâ, varlığını imkân âlemine borçlu değildir. İmkân âlemi varlığını Hak Teâlâ’ya borçludur.
Dolayısıyla Salt Hakikat, Mutlak Hakikat, mutlak vahdettir ve sonsuzdur; yani haddi, sınırı yoktur. O’nu sınırlayacak bir şey yoktur, kendisine zaman ve mekân tayin edilemez. O’nun için ‘‘nereye kadar’’ veya ‘‘ne zamana kadar’’ denemez. Aristo’nun 10 kategorisi (makule) veya Kant’ın 12 kategorisi O’nun için geçerli değildir. Zaten kategori altında değildir, tam tersine kategori üstüdür. Kategorilere, hatta korkmadan söyleyelim zihne sığmaz.
Hak Teâlâ, zihne sığmaz; Salt Hakikat’e dair hiçbir tasvir yoktur. O’na işaret edilemez, O’na bir had, sınır yoktur. O’na burhan yoktur; O her şeyin burhanıdır, hiçbir şey O’nun burhanı değildir. Burhan aydınlatma demektir, Hakk’ı ne aydınlatabilir ki? Her şeyi aydınlatan Hak Teâlâ’dır. Işığı ne aydınlatabilir? Her şeyi aydınlatan ışıktır. Her şeyi aydınlatan ışığı ne aydınlatır? Hiçbir şey. Çünkü ışığın kendisi aydınlıktır.
Şeyhü’r-Reis, burada bunu söylüyor. “Zu’l-hakika” olmasa da Hak, daima Haktır, ezelden ebede kadar hakikat, hakikattir.
Laricanî: Baba Tâhir’in şiirinde dediği gibi:
Sahraya bakarım seni görürüm
Deryaya bakarım seni görürüm
Dağa, ovaya her nereye baksam
Senin güzelliğini görürüm
Yani ova, sahra ve denizin olmadığını var sayalım. Hak Teâlâ’nın tecellisi olmayacak mıydı? Tabii ki olacaktı. Peki, “Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi?” (Furkan, 45) âyetindeki bu gölge nereye kadar devam ediyor?
Üstad Dînânî: Hakk’ın kendisi sonsuz olduğu için O’nun gölgesi de sonsuzdur. Yani Hak Teâlâ ezeli ve ebedi olarak tecelli eder. Hak Teâlâ’nın tecelli etmediği hiçbir an yoktur.
Laricanî: Behmenyar, sülûk ehli bir öğrenci ama onun sülûku ilmî bir sülûk. İlmî sülûkun iyi tarafı kapısının daima açık olmasıdır.
Üstad Dînânî: Sayın Laricanî, aslında sülûkun kendisi ilmîdir. Amelî olan sülûk eğer ilme dayanmıyorsa hiçbir işe yaramaz. İlmî olmayan sülûkun hiçbir değeri yoktur, sülûkun cevheri ilmî sülûktur.
Laricanî: Pekâlâ, sorduğu diğer soru da oldukça güzel. Bizim “zu’l-hakika” dediğimiz şey varlık âlemidir. Behmenyar şöyle diyor: “Varlığın özelliği ve sıfatı, Hak’tan nasipleniyor olmasıdır. Burada şu soru gündeme geliyor: Biz yokluk yoktur dediğimizde, söylediğimiz şey doğru (sâdık) ve hak kabul edilir. Hâlbuki bu sözün dış dünyada karşılığı yoktur ve varlıkla da bağdaşmıyor” benim sorum da bu.
Üstad Dînânî: Bu, mantıkçılardan gelen güzel bir sorudur. Daha önceki bir programda şunu arz etmiştim. Mantıkçılar ve mantıkçı filozoflar “hak ve sıdk (doğruluk)” kavramlarını şöyle anlamlandırmışlardır: doğru ve hak gerçeklikle mutabık olan sözdür. Bir söz gerçeklikle mutabıksa hem doğrudur hem de haktır.
Şimdi “yokluk yoktur” dediğimizde doğru mu söylemiş oluruz, yanlış mı? Elbette doğrudur çünkü yokluk yoktur. Yokluk yoktur, doğrudur (sâdıktır) ama bunun gerçekliği (vakiiyyet) yoktur. Yani “yokluk yoktur” dış dünyada karşılığı olan bir şey değildir. Evet, bu doğru; ama “yokluk yoktur”, olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır. Dolayısıyla da “varlık vardır” demektir. Yokluk yoktur demek, varlık her zaman vardır demektir.
Laricanî: Evet, üçüncü sorusu da oldukça güzel. Soruyu kitaptan okuyayım: Behmenyar, mutlak yokluğun (mad’um) olduğuna inanan kimselerdendi. Yokluk anlatılamaz, yokluk anlatılabilecek bir şey değildir. Dolayısıyla falan şey mutlak olarak yoktur (ma’dum) diye iddia edilemez. Ancak bu sözle, eğer “falanca şey dış dünyada yoktur” kastediliyorsa durum değişir.
Üstad Dînânî: Evet, “mutlak yokluk yoktur” dediğinizde doğru bir şey söylemiş olursunuz. Evet, mutlak yokluk yoktur; ama bunda tartışma yoktur. Ancak şuna dikkat edilmelidir. Siz yokluk yoktur dediğinizde yokluk sizin zihninizde vardır. Zihninizde olmasa onu nasıl söylersiniz? Eğer zihninizde olmasaydı, “yokluk yoktur” diyebilir miydiniz?
Evet, yokluk yoktur ama insanın zihninde vardır. Yokluk deyince ne olduğunu anlamıyor muyuz? O halde yokluk zihinsel bir yargıdır. Bundan dolayı da hüküm verebiliyoruz; eğer zihinde olmasaydı hüküm verilemezdi.
Merhum Molla Sadrâ bunu çok güzel açıklıyor. Mutlak yokluk meselesi için “la yukhbaru anh” yani ‘‘ondan haber verilemez (anlatılamaz)’’ denir. Mutlak yokluktan haber verilemez, yani ona ilişkin bir şey söylenemez. Ancak “la yukhbaru anh” yani ‘‘ondan haber verilemez’’ denildiğinde, bu aslında ondan bir haber vermektir.
Zira “mutlak yokluktan haber verilemez” sözü bizatihi ondan verilmiş bir haberdir. Peki, bu çelişki değil midir? Bunun cevabı, hayırdır. İlk bakışta evet ondan haber verilemez; ama yokluk benim zihnimde var olduğu için ben aslında kendi zihnimden haber veriyorum; dolayısıyla da bu, mutlak yokluktan verilmiş bir haber değildir.
Molla Sadrâ ‘‘Varlığın ışığı, yokluğun kalbine bile yansıyabilir’’ diyor. Dikkatinizi çekerim, varlığın ışığı ve varlığın ışığının etkisi o kadar güçlüdür ki hatta yokluğun kalbine kadar gidebiliyor. Peki, yokluğun kalbine kadar nasıl gidebiliyor? Yokluğu sizin zihninizde var kılarak yapıyor bu işi.
Mutlak yokluk mevcut değildir ama siz onu tasavvur ediyorsunuz veya anlıyorsunuz. Mutlak yokluğu anlamak, varlığın ışığının, nûrunun neticesidir. O halde varlığın ışığı o kadar güçlüdür ki yokluk için hiçbir yer bırakmıyor. Yokluğu bile sizin zihninizde aydınlatıyor. Eğer yokluk bizim zihnimizde aydınlanmasaydı biz yokluğu nasıl anlayabilirdik? Yokluk bizim zihnimizde anlam kazanıyor.
Yokluğun anlamı bizim zihnimizdedir. Bu anlam meselesi, kendi başına bir meseledir; anlam âlemi ne kadar geniştir. Evet, yokluk yoktur, ama yokluk yoktur sözünün bir anlamı yok mudur?
Laricanî: Tabii ki var, neden olmasın?
Üstad Dînânî: Yani mevcut olmayan şeyin anlamı var! Evet, yokluğun dahi anlamı vardır. Anlam âleminin ne kadar geniş olduğuna bakınız. Âlemde gördüğümüz şeyler zâhirdir. Siz baktığınız şeylerin bâtınını değil zâhirini görürsünüz. Her zâhirin bir anlamı vardır. Anlam o kadar kuvvetlidir ki “anlamsız” demenizin de bir anlamı vardır. Yani bir şeye anlamsız diyebilirsiniz ancak o anlamsızlığın bile bir anlamı vardır.
Zâhire mana veren şey anlamdır. Eğer zâhirin arkasında anlam olmasaydı zâhir hiçbir şey olamazdı. Yani zâhir, kendi anlamının ışığında anlam kazanıyor. Mana âleminin genişliğine bakınız. Mana âlemi hakikat âlemidir, mutlak varlık âlemidir.
Şu an Batılı felsefi ekolleri bununla uğraşıyor. ‘‘Anlamlılık nedir’’ diyorlar. Çok çaba gösteriyorlar ama meseleyi çözemiyorlar. Anlamı kelime kullanımında, uygulamada (pratikte) elde ediyoruz; oturup soyut olarak anlam nerededir diyemeyiz, diyorlar.
Fakat acaba mana pratikte mi elde ediliyor; yoksa pratik mi anlamın ışığında mana kazanıyor? Eğer mana olmasa pratikle nasıl mana nasıl kazanılacak? Anlam olmalı ki siz de bir iş yapabilesiniz. Şimdi aklıma Şems’in bir şiiri geldi. Anlam konusunda artık bundan daha ötesi söylenemez. O, “Mananın hakikati, Mutlak Mana Allah’tır” diyor. Anlam taşıyan diğer her şey Allah’ın anlam ışığında anlam kazanıyor. Ben buna şu eklemeyi yapayım: Anlam peşinde koşan tek varlık insandır.
Ne hayvanlar, ne bitkiler anlam peşinde değildir. Bitkiler hava ve su ile gelişirler, bir anlam peşinde değildirler. Hayvanlara kendilerine uygun yiyecekler verirseniz onları yer, neslini devam ettirir ama hiçbir hayvan anlam arayışı içinde değildir. Ama insanın karnını doyur, ona elbise ver, tüm geçimini sağla, hayatını düzenle, dönüp sana “bunun anlamı nedir” diye sorar.
Tabii bunun da dereceleri vardır. Kimileri tüm ömrü boyunca mana arayışı içerisindedir, kimileri ise çok az mana arayışı içindedir. Ama yine de en azından “bunun anlamı nedir” diye sorar. Mana arayışı insanın özelliklerinden biridir. İnsan, öncelikle kendi manasını sorar; ilkin kendi hayatının anlamını sorar. Ben hayattayım ve yaşıyorum, peki, hayatın anlamı nedir, diye sual eder.
İnsan kendine göre bu sorularına cevap da verir. Herkes kendine göre hayatın anlamına dair bir cevap verir. Ama en azından bir anlam peşindedir. Yani herkesin aynı anlama ulaşması gerekmiyor, herkes kendine göre bir anlam buluyor. Ama tüm manaların manası tek bir şeydir.
Evet, İbn Sînâ çok ilginç bir şey söylüyor. Muhtemelen sizin elinizdeki bu kitabın sonunda yer alıyor olabilir. Bu gerçekten çok ilginç bir sözdür. Geçen programda Allah’ın fiilinin muhkem olduğu meselesinden bahsetmiştik. İbn Sînâ şöyle buyuruyor: Allah, her varlığa onun hayatında etkili olan ve onun hayatını temin eden şeyi bahşetmiştir.
Mesela bir kaplanın avlanabilmesi için keskin dişlere ihtiyacı vardır. Diğer hayvanlar veya canlılar da aynı şekilde, hayatlarını sürdürmeleri için ihtiyaç duydukları şeylere sahiptirler. Şimdi tüm mülki ve melekûtî varlıklar içerisinde insana gelelim. İnsana da hayatı için gerekli olan şeyleri bahşetmiştir. İnsana da hayatını sürdürebilmesi için el, ayak, göz, akıl vs. vermiştir.
Allah’a inansın veya inanmasın tüm insanlar, hayatları için gerekli olan şeylere sahipler. Yani Allah insanlara da tıpkı hayvanlara verdiği gibi hayatını devam ettirmesi için gerekli olan şeyleri vermiştir. Ama insana günlük hayatının da ötesinde işine yarayacak bir başka şey daha vermiştir. Yani Allah hayvanlara günlük hayatları için gerekli olacak şeyleri vermiştir. İnsana da aynı şekilde günlük hayatı için gerekli olan şeyleri vermiştir ama buna ilaveten insana fazladan bir başka şey daha vermiştir ve o şeyin de ille de günlük hayatında işine yaraması gerekmez.
Peki, o nedir? O, akıldır; yani anlam arayışıdır. Siz bir anlam arayışı içinde olmayabilirsiniz ama günlük hayatınızı sürdürebilirsiniz. Bununla birlikte günlük hayatınızda çok da işinize yaramayacak sorular da sorabilirsiniz. Mesela ‘‘varlık nedir’’ diye sorarsınız. Ben kimim, ben neyim, benim başlangıcım neresidir, benim sonum neresidir, diye sorarsınız. Ancak insan varlıkla ilgili sorular sormazsa veya bu tür sorular sormazsa hayatını sürdüremez mi? Tabii ki sürdürebilir.
Hayvanlar ise ‘‘varlık nedir’’ diye bir soru sormazlar. Bitkiler de diğer varlıklar da aynı şekilde soru sormazlar ama hayatlarını devam ettirebilirler. İnsan da tıpkı diğer varlıklar gibi günlük hayatını sürdürebilecek özelliklere sahip olup bu soruları sormadan yaşayabildiği halde ‘‘varlık nedir, hayat nedir, mana nedir’’ diye sorular sorar. İşte bu ikinci kemâldir.
Demek ki insan bu hayatın ötesinde birtakım kemâller elde etmek istiyor. İşte bu bile insanın bu hayatla sınırlanamayacağının bir delilidir. İnsan eğer sadece bu birkaç günlük hayat için bu dünyaya gelmiş olsaydı, bu sorulara hiç gerek olmazdı. İnsan neden ‘‘varlık nedir’’ diye soruyor. Çünkü bir kemâl arayışındadır.
Peki, o kemâl nedir? İnsan ne istiyor? İnsan sonsuzluk arayışındadır. Hayvanların sonsuzluk arayışı yoktur. Bu yaşadığı hayat onun için yeterlidir. Yani biraz abartarak söyleyecek olursam hayvanlar hayatlarından memnundur diyebilirim. Hayvan hayatından şikâyetçi değildir. ‘‘Hayatım niye böyledir’’ diye şikâyet etmiyor, yaşayıp gidiyor.
Ama insan ne elde ederse etsin bu azdır diyor. Başka bir şey daha istiyor. İnsana ne verirseniz verin azdır der. Peki, insan neyin arayışı içindedir ve artık bu azdır demeyeceği ne arıyor? Ebedilik ve ölümsüzlük. Bu duygu da insandan başka hiçbir varlıkta yoktur. Peki, insan neden sonsuzluk, ebedilik ve ölümsüzlük istiyor?
İnsan eğer kendi zatında bir tür sonsuzluk kokusu almamış olsaydı; sınırsızlık ve sonsuzluk rayihası olmasaydı bu tür soruları sorabilir miydi? Egzistansiyalistler (Varoluşçular) mahiyetin olmadığını söyler. Biz geçen programda her varlığın mahiyetinin olduğunu, mahiyet ve varlığın birleşimi olduğunu söyledik. İnsan ebedilik istiyor. Neden? Çünkü mahiyet sınırlılık getiriyor. Mahiyet sınırlılık demektir.
Kayısı kayısıdır, şeftali şeftalidir, incir incirdir; peki insan nedir? Her ne dersen onun üstünde olmak istiyor. Ona ne sınır koyarsanız koyun ‘‘ben onun üstündeyim’’ der.
Laricanî: Üstad kısa bir aradan sonra devam edelim.
***
Evet üstad, demin insanın kemâl arayışında olduğunu ve bu kemâlin de sonsuzluğa ulaşma olduğunu söylediniz. Peki, bu ebediyet insan için bir durma sınırı olamaz mı, yoksa ondan öteye de mi gitmek ister?
Üstad Dînânî: Ebediyette durma yoktur. Ebediyet ile durma sınırı birbiriyle çelişen şeylerdir. Çünkü ebediyette sınır yoktur, sınır olsaydı ebedilik olmazdı. Ebedilik sınırsızlıktır, dolayısıyla insan sınırsızlık arayışı içerisindedir. İbn Sînâ’nın sözleri oldukça güzel ama izin verirseniz başka birinden de güzel bir söz nakledeyim.
Sözün kime ait olduğunu hatırlamıyorum ama o “İnsan, daima bildiğinden fazlasıdır” diyor, bir başka ifadeyle insan olduğundan fazlasıdır.
Laricanî: Ya da olduğundan fazla olmak ister.
Üstad Dînânî: Evet, bunların hepsi doğru. Çünkü bildiğinden daha fazlası olabilir. Olduğundan fazlası olabilir çünkü ondan fazlasını isteyebilir. Daha genel bir ifadeyle insan olduğundan daha fazlasıdır. Bizler şu an olduğumuzdan daha fazlası olamaz mıyız? İnsan bildiğinden, istediğinden ve olduğundan daha fazlası olabilir.
Ben bu sözü okuduğumda zihnimde bir soru oluştu. Bilirsiniz ben Mevlânâ’ya çok inanırım. Mevlânâ’nın bir sözü zâhiren bu sözle bağdaşmıyor. Ama biraz düşününce özünde bağdaştığını gördüm. Mevlânâ “Ey kardeşim sen düşüncenin ta kendisisin” diyor. Bu, “sen düşüncelerinden ibaretsin, yani ondan daha fazla bir şey değilsin” demektir.
Şimdi Mevlânâ, “sen düşüncelerinin ta kendisisin” diyor, öteki büyük insan ise “insan düşündüklerinin fazlasıdır” diyor. Peki, bunlar birbiriyle çelişiyor mu? Hayır. Çünkü Mevlânâ bunu söyledikten sonra ikinci mısrada cevap veriyor, “Senin esasın düşüncededir” diyor. Yani düşünceni bir tarafa bıraktığımızda sen et, kemik ve deriden ibaretsin.
Demin sözünü naklettiğim o büyük insan da bunu kabul ediyor. Evet, bizim esasımız, temelimiz düşüncemizdir, aklımızdır, fikrimizdir ama bu mevcut şekilde kalacağı anlamına gelmez, insan olduğundan daha üstün olabilir. Hiç kimse ‘‘ben düşüncenin sonuna ulaştım’’ diyemez. İşte bu yüzden insan, olduğundan fazlasıdır. Tevhidî egzistansiyalizm işte budur. Egzistansiyalizm tek türlü değildir; farklı ekolleri vardır ama tevhidî egzistansiyalizmin sözü budur.
Laricanî: Pekâlâ şimdi tekrar zihin konusuna geri dönelim. Behmenyar demişti ki birçok şey zihnin haricinde yoktur; sadece zihnimizde mevcuttur. Bu insan zihninin kapasitesinin genişliğini gösteriyor. Mir Dâmâd da şöyle buyuruyor: “Allah’ın insanın aklına nazil ettiği her şey, onun zihnine yansır.” Dolayısıyla o, “gölgeyi uzatma” meselesini Allah’ın verdiklerinin zihindeki tecellisi olarak görüyor.
Üstad Dînânî: İnsan zihninin genişliği hayret vericidir. Bakınız, içinde yaşadığımız âlem ne kadar geniştir; gökler, uzay, galaksiler… Bu kadar geniş olan şey varlık âlemidir. Ama insan bu âlemin yüzlercesini tasavvur edebilir. İnsanın tek bir başı vardır; ama insan on başı olan birini tasavvur edemez mi? Bundan daha da ötesini ve korkuncunu söyleyeyim. Allah’ın ortağı yoktur ama insan zihninde ona ortak tasavvur edebiliyor.
Hâlbuki Allah’ın ortağı “mumteniu’l-vücûd”dur, yani varlığı imkânsızdır; olabilecek bir şey değildir. Yani bu mantıktaki “karşıtların birliği” gibidir, asla olabilecek bir şey değildir. Ama insan karşıtların birliğini bile zihninde tasavvur edebilir. Peki, bu neyle ilgilidir? Tabii ki zihin âlemiyle ilgilidir. İnsanın zihin âleminin genişliği, yokluğun kalbine kadar gider. Zihin yokluğu bile tasavvur edebiliyor. Hâlbuki yokluk yoktur; olmamasına rağmen insan onu anlıyor. İnsan zihninden daha geniş bir âlem yoktur.
İster dış âlemi kabul edelim ister etmeyelim; nitekim bizler idealist olmadığımıza göre dış âlemi kabul ediyoruz. Bununla birlikte zihin âleminin dış âlemden daha geniş olduğunu biliyoruz. Dış âlem sadece var olanlardan ibarettir; ama biz yokluğu bile tasavvur edebiliyoruz. Demin de arz ettiğim gibi karşıtların birliği dış âlemde yoktur; ama insan zihninde onu bile tasavvur edebiliyor. Allah’ın ortağının olması imkânsızdır ama insan ondan söz edebiliyor. İşte bu insan zihninin sınırsızlığıdır. İşte bu sınırsız genişliğe sahip olan zihin ebediyeti talep ediyor.
Laricanî: İbn Sînâ “Ma la yenalihu’l his bi cevherihi” diyor. Yani insan duyusu onun cevherine ulaşamıyor, diyor.
Üstad Dînânî: Bu cümleyi söylediğiniz için şunu belirmek isterim. Hiçbir his cevheri kavrayamaz. Cevheri (töz) tanıyan bir his yoktur. Sadece melekûtî cevherden bahsetmiyorum, cismî cevheri de hiçbir his algılayamaz. Mesela siz şu masaya baktığınızda nesini görüyorsunuz? Rengini, uzunluğunu, genişliğini ve derinliğini… Peki, masanın cevherini hissedebiliyor musunuz? Böyle bir his yoktur. Çünkü cevher akli bir şeydir. Cevher, metafizik bir kavramdır.
Cevherden bahsedince akli alana girmiş oldunuz. Duyusal bir cevher yoktur; masayı, duvarı, dağı, taşı çölü, denizi görürsünüz ama bunların arazlarını görürsünüz, cevheri hissedemezsiniz. Duyusal cevher yoktur, cevher mahiyeti itibariyle aklidir. Eğer birinin aklı yoksa cevherin anlamını kavrayamaz. Nitekim bazı pozitivistler, sadece duyulara dayandıkları için cevheri kabul etmezler. Sadece duyuları kabul eden ve duyularla algılananlardan başkasını kabul etmeyenler doğal olarak cevheri de anlayamaz.
Cevher “kaim bi’z zat”tır ve “fi’l-gayr” değildir. Yani cevher zatıyla kaimdir ve başkasında değildir. Araz her zaman başkasına bağlıdır (fi’l-gayr) ama cevher öyle değildir. Cevher daima akılla idrak edilebilir, duyularla değil.
Laricanî: İbn Sînâ, Behmenyar’ın sorusuna verdiği cevapta “Zihin hiçbir zaman durmaz, zihnin selameti ve takviyesi iki şeyle olur: Birincisi onu daima hakikate yönlendir; ikincisi de onu daima peş peşe sorularla doldur” diyor. Bu, çok güzel bir cevap.
Üstad Dînânî: Evet bravo, çok doğru. Soru ile dolu olmayan zihin faal değildir. Zihnin daima sorularının olması ve onlara cevap araması gerekir. Burada ‘‘zihnini faal hale getir’’ diye tavsiyede bulunuyor. İnsan zihnini nasıl faal hale getirir? Bedeniyle değil yine zihniyle; yani zihin kendi kendini aktif hale getirir.
Zihin olmadan bir iş yapamazsınız, zihin olmaksızın yapılan bir iş insani bir iş değildir; fiziksel ve doğal bir iştir. Zihinle yapılan işlerin ardında bilinç vardır. Evet, zihnin faal olması lazım ama zihni faal kılan da yine zihnin kendisidir.
Laricanî: Zihnin meşguliyetinin olması gerekir. Bu meşguliyet de sorularla olur, buna çok az dikkat ediliyor.
Üstad Dînânî: Evet, az dikkat ediliyor. Tabii düşünür insanlar çoğunlukla sorulara sahiptir ama bazen onları tembellik basıyor ve o sorulara cevap aramıyorlar. Uğraşmak istemediği için boş veriyor; yoksa sorular akla geliyor. İnsanların normalde soruları vardır, ayrıca sorular daha çok diyaloglarla ortaya çıkar.
İnsanlar mutlaka birileriyle konuşmalıdır. Birileriyle konuşmak çok önemlidir. İnsan başka birileriyle de konuşabilir, kendisiyle de konuşabilir. İnsan kendine de birçok şeyi sorabilir. Bir söz vardır, denir ki her yazarın her sanatçının eserinin ilk muhatabı kendisidir. Ben konuştuğumda ne söylediğimi biliyorum, yani ‘‘biliyorum’’ demek ‘‘kendi sözümün ilk muhatabı benim’’ demektir. Eğer sözlerimin ilk muhatabının kendim olduğumu bilirsem o zaman yersiz söz söylemem. Ölçüp tartarak söylerim.
Laricanî: Bir şahıs Sokrat’a bir mektup yazıyor ve “ben zihinsel kuruntulara ve şüphelere kapılıyorum. Her şeyden şüphe ediyor, içsel tereddütlerimden dolayı sıkıntı yaşıyorum’’ diyor. Sokrat ona ‘‘bunlar senin zihninin kuyusuna düşmüş, sen onları soru ipiyle dışarı çıkarmalısın’’ diyor. Fakat bu soru ipi de herkesin elinde olmamalı. Zatıâliniz gibi bir filozof olmalı ki onları bizim zihnimizin kuyusundan dışarı çıkarabilsin. Şimdi toplumda birbirimizle çok şey konuşuyoruz, sorular soruyoruz ama o zihindekileri çıkaracak sorular sormak gerekiyor. Bu sorunu nasıl çözmeli?
Üstad Dînânî: Sorular çoğunlukla gündelik ve bayağı sorulardır. Yani aslında hayatın günlük akışına kapılıyoruz, gündelik sorular o kadar da önemli değildir. Sizin de demin büyük filozof Sokrat’tan naklettiğiniz gibi soruların derinden gelmesi gerekir. Yani o zihnin kuyusundakilerin çıkarılması için derin sorular sormak gerek. Yani insanın bir derinliğe olmalıdır, soruları ciddi ve anlamlı sorular olmalı. Ne yiyeceğim, nerede uyuyacağım, ne giyeceğim gibi gündelik soruların soru değeri yoktur, bunlar gündelik eylemlerdir.
İnsanları soruları sayesinde tanıyabilirsiniz. Bir insanın kimliğini, kişiliğini sorduğu sorulara göre çok iyi bir şekilde tanıyabilirsiniz. İnsanların şahsiyeti sorularından belli oluyor.
Laricanî: Yani sizin de belirttiğiniz gibi o felsefi diyalog ve soru sormalar bir kültür haline gelmelidir.
Üstad Dînânî: Gerçekten de öyle, felsefi sorularla dünyayı yeniden tanımak gerek. Bir tanıdığımız, bildiğimiz gündelik dünya var, bu yüzeyseldir. Fakat sorular derinleştikçe dünya yeniden tanınır.
Laricanî: Çok teşekkürler üstad, çok istifade ettik. Allah’tan bize de tıpkı Behmenyar gibi güzel sorular sorabilmeyi nasip etmesini diliyorum. Bir sonraki programda buluşmak dileğiyle hoşça kalın.
Medya Şafak