İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (10)

Ezel ve ebed zâhir olacaksa anda zâhir olur. An bir noktadır, an dediğimiz şey devam eden bir zaman değildir; anın devamlılığı yoktur. Bizim günlük hayatta kullandığımız şu an, şimdi sözü belki on dakikadır. An dediğimiz şey bu değildir. Anın devamlılığı yoktur. Bu bakımından zamanın zuhuru anda, mekânın zuhuru da noktadadır. Bir başka deyişle gayri mütenahi zamanın zuhuru anda, gayri mütenahi mekânın zuhuru ise noktadadır.
GİRİŞ: 27.10.2021 09:00      GÜNCELLEME: 27.10.2021 09:00
Rasthaber -  İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.

Visal-é u z omr-é câvidan béh

Khodavendâ mera ân deh ké ân béh

Bé şemşîrem zed o bâ kes ne goftem

Ké râz-é dûst ez doşmen néhân béh


Ona kavuşmak sonsuz ömürden daha iyidir

Ey Allah’ım bana o iyi olanı ver

Bana onca kılıç vurdu; ama kimseye söylemedim

Çünkü dostun sırrının düşmandan gizli kalması iyidir.

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Önceki programda da belirttiğimiz gibi elektronik posta yoluyla sorularını ileten izleyicilerimizin sorularına bu programda cevap vereceğiz.

Aziz Üstad, önceki programda söz konusu ettiğimiz “bizim bu âlemdeki görevimiz nedir” sorusuna ek olarak izleyici dostlarımızın büyük çoğunluğunun sorduğu sorulardan bir diğeri de son derece latif ve irfani derinliğe sahip olan “Doğu da Batı da yalnızca Allah'a aittir. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır.” (Bakara, 115) âyeti ile ilgilidir. Gelen mesajlarda “bu âyette doğu ve batıdan kastedilen nedir’’, ‘‘bunlar, coğrafi yönler midir’’, ‘‘âyette geçen ‘vechullah’ yani ‘Allah’ın yüzü’ ne demektir’’ şeklinde sorular sordular. 

Öyle gözüküyor ki Mevlânâ bu âyetin hem zâhirî hem de bâtıni anlamlarını adeta yutmuştur. Ben şimdi onun bu konuyla ilgili beyitlerini okuyayım, siz onları felsefi ve irfani açıdan tefsir edin. Mevlânâ bu âyetin şerhiyle ilgili olarak şöyle diyor:

Herkes bir yüzünü bir yöne çevirmiştir

O azizler ise yüzünü hiçbir yanda olmayana dönmüştür

Her güvercin bir yöne uçmuştur

O güvercin ise yönsüzlük yönüne

Biz ne gök kuşlarıyız ne de ev kuşu

Bizim yemimiz yemsizlik yemidir

Onun için rızkımız böyle bol gelmektedir

Çünkü bizim elbise dikmemiz elbiseyi yırtmaktadır

Üstad özet olarak şöyle söyleyebiliriz: Burada geçen azizler, evliyaullah yani Allah dostlarıdır. Onlar tüm yönleri kuşatanın Allah olduğunu görmektedir. Onlar döndükleri her yerde Allah’ı gördükleri için artık onlar açısından yön de ortadan kalkmış oluyor. Tabii bu benim yorumum. Şimdi zatıâlinizden dinleyelim.

Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm. Evet, tamamen doğru. Her şeyi çok güzel bir şekilde ifade ettiniz. Bunların tümü bir önceki programda bahsettiğimiz ‘‘dehliz’’ kelimesine dönüyor. Biz bu âlemde bir dehlizde yaşıyoruz. Bir kulübedir, dardır.

Neden dardır? Çünkü yönlüdür. Yönün kendisi dardır. Dar olduğu için biz altı yön tasavvur ederiz. Şimdi ben bu altı yönü söyleyeyim, böylece doğu ve bâtının ne özelliğe sahip olduğunu ve neden âyette güney ve kuzey yahut yukarı ve aşağı değil de doğu ve batı geçtiğini anlayabilelim. Tasavvur ettiğimiz bu altı yön kuzey, güney, doğu, batı, yukarı ve aşağıdır. Her cismin üç boyutu ve altı yönü vardır. Yani her boyut iki yöne sahiptir.

Cisim üç boyutlu ve altı yönlüdür. Hâfız bir şiirinde “felek mühendisi” diyor. Biz dehlizde olduğumuz için altı yönü çok iyi biliyoruz. Her cisimsel varlık dehlizdedir. Bu bizim üç boyutla ve altı yönle kuşatılmış olduğumuz anlamına gelir. Bizim dehlizimiz budur. Eğer biz boyuta sahip olmayan ve dolayısıyla da yönsüz bir varlık tasavvur edebilirsek o zaman onun ufku sonsuzluk olur; yönü de yönsüzlük olur. Mevlânâ’nın tabiriyle yemi de yemsizlik olur.

Her uçan varlık yem peşinde koşar ama uçan insan boyuttan geçince yemsizliğe gitmiş olur. Âyette “her nereye dönerseniz dönün Allah’ın yüzü oradadır” deniyor. Âyette geçen “tevellu” kelimesi bir anlamıyla “sırtını dönmek” diğer anlamıyla da “yönelmek” demektir. Nitekim bir şeye sırt dönmek, bir başka şeye yönelmektir.

Bu, dehliz âleminde böyledir. Dehliz âleminde bir şeye sırtınızı döndüğünüzde bir başka şeye yönelmiş olursunuz. Dehliz âleminde hangi tarafa yönelirseniz orası “vechullah”tır. Siz bir yöne dönüyorsunuz ama yön ile vechin farkı şudur: ‘‘Vechullah’’ın yönü yoktur.

Biz altı yön saymıştık. Peki, Allah’ın vechi için ne diyeceğiz? Allah’ın vechinin yönü yoktur. Peki, neden Allah’ın vechinin yönü yoktur? Çünkü Allah gayri mütenahidir, yani sonsuzdur; “muhit”tir, her şeyi kuşatandır ve “kayyum”dur. “Muhit” ve “kayyum” kelimeleri çok önemlidir. “Kayyum” mukavvim olmanın mübalağa halidir. Yani eşyanın kıvamı onun elindedir. Eşyanın erkânı Hak Teâlâ’nın elindedir. Muhit ise dairenin içindekileri kuşatması gibi ihata eden demektir.     

Bazen teşbihler bir açıdan bizi konudan uzaklaştırabiliyor. Teşbihler pek çok açıdan bizi konuya yaklaştırmakla birlikte, bazı açılardan da uzaklaştırırlar. Hak Teâlâ, gayri mütenahidir. Yani bir sınırı, ölçüsü, yönü yoktur. Sonu ve başlangıcı yoktur. Bir yerden başlayıp da bir yerde bitecek değildir. Gayri mütenahi olan bir şeyin yönü olmaz. Her nereye dönerseniz dönün orası Hak’tır.

Namazda kıbleye dönmek ayrı bir konudur. Ama bilinçli, muvahhid insan Hak’tan başka bir şey görmez. Hakk’ın mazharından başka bir yer görmez, Hakk’ın sesinden başkasını duymaz. İnsan-ı Kâmil, öyle bir aşamaya gelmiştir ki onun gözü ve kulağı, ilahi bir göz ve kulaktır.

“Kuntu sem’ahu ve basarahu” (Ben onun duyuşu ve görüşü olurum.) Bu hadis gerçekten de çok ilginçtir. Arapçada kulak “uzun”, göz ise “ayn”dır. Burada “kuntu uzunehu ve aynehu” denmiyor. “Kuntu sem’ahu ve basarahu” diyor. Çünkü “sem” “uzun”dan daha latiftir. “Semea” kulağın hulasasıdır; yani kulağın duyduğunun hâsılıdır; “basar” ise gözün hulasasıdır; yani gözün gördüğünün hâsılıdır. Yani “semea” ve “basar”, “uzun” ve “ayn” kavramlarından daha latiftir.

Allah yönün ötesinde olduğu ve yöne sahip olmadığı için, muhit, kayyum ve sınırsız olduğu için her nereye dönerseniz orası Hak’tır. Peki, âyette neden “tuvellu” (dönmek) denmiştir?

Burada önemli bir ayrıntı bulunmaktadır. “Tuvellu” Hakk’a dönmektir; ama Hakk’a dönmek aynı zamanda Hak dışındaki her şeye sırtını dönmektir. Hak Teâlâ dışındaki her şeye sırtını dönmek gerekir. Allah’a yüzünü dönmek, Allah dışındaki her şeyden vazgeçmektir. Bu kolay bir şey değildir.

Bu yüzden “tuvellu” çok önemlidir. Hak Teâlâ dışındaki her şeyden tam olarak bağını kesmek, Hak Teâlâ ile tam olarak bağ kurmaktır. Bunlar arasında bir boşluk yoktur. Bağı kesmek ile bağ kurmak arasında mesafe yoktur. İnsan ya “munkati” (bağı kesik) ya da “muttasıl”dır (bağlantılı); yahut ya munfasıldır (ayrık) ya da muttasıldır.

Hak Teâlâ dışındaki şeylerden munfasıl (ayrık) olan Hakk’a muttasıldır. Bu bağlantı iki cismin birbirine bağlanması gibi değildir. Sınırın aşılması, Hak Teâlâ dışındaki her şeyin geride bırakılması demektir.   

Şimdi diğer sorunuza geçelim. “Niçin maşrık (doğu) ve mağrib (batı) denmiştir” diye buyurmuştunuz. Elbette bizim eski hekimlerimizin altı yönü Batlamyus astronomisine dayalıdır. Tabii artık bugün bu altı yön, aşağı ve yukarı, sağ veya sol itibaridir. İtibari demek şartlara ve duruma bağlı olan demektir.

Batlamyus astronomisi taraftarlarına göre altı yönden dördü yani sağ, sol ileri ve geri itibaridir; ama yukarı ve aşağı itibari değildir. Çünkü onlar felekler (gökler) açısından aşağı ve yukarı olduğunu kabul ederlerdi. Fakat Batlamyus’u kabul etmeyen bugünkü astronomide aşağı ve yukarı da itibaridir. Yani sağ, sol, ileri, geri aşağı ve yuları itibaridir; sizin bir cisme göre aldığınız konuma bağlıdır.

Örneğin ben şu an sizin karşınızdaki sandalyede oturduğum için şu taraf sağ, şu taraf da soldur. Ama yer değiştirirsek bu kez mesele tam aksi olur. Bu durum sağ ve sol için de aşağı ve yukarı için de geçerlidir.  Ancak bu altı yön arasında maşrık ve mağribin bir özelliği vardır. Şark (doğu) hakikatin doğuşudur. Güneşin doğması bir gerçekliktir; itibari değildir. Güneş bir yerden doğmaktadır ve bu doğuş bir hakikattir. Aynı şekilde güneş bir yerde batıyor ve bu da bir gerçekliktir.

Tabii bu güneş, bizim galaksinin güneşidir. Bu galaksinin bu güneşi için bir maşrık ve bir mağribin olması gibi -ki bu doğu ve batı çok önemlidir- insanın manevi dünyasının da hakikat doğusu ve hakikat batısı vardır. Hakikat bizde bir yerden doğuyor ve bir yerden de batıyor.

Peki, hakikat bizde nereden doğuyor? İnsan varlığının maşrıkı neresidir? Kalbi ve aklıdır. Akıl da zaten kalbin içindedir. Akıl ve kalbin mesafesi o kadar da fazla değildir. Peki, mağrib neresidir? Arzuların, nefsaniyatın galip olduğu yerdir. Orada ise hakikat “gurub eder”, yani batar. İnsan nefsinin ve bencilliğin esiri olduğunda hakikate özen göstermez. Sadece arzularının, şehvetinin, kibrinin peşinden gider.

İşte hakikat orada batar. Hakikatin batması, onun bir tozla, bir bulutla kaplanması ve görünmez olmasıdır, yoksa hakikat her zaman hakikattir ve her zaman zâhirdir. O yüzden bizde doğu ve batı vardır; güneyin veya kuzeyin, aşağının veya yukarının çok da bir önemi yoktur.

Aslında insan varlığında doğu ve batı, aşağı ve yukarıdır. Hakikatin doğusu yukarıdır, yani yükseliştir; hakikatin batısı ise aşağıdır yani alçalıştır. Dolayısıyla Allah, “Doğu da batı da Allah’ındır’’ derken yeryüzündeki güneşin doğuşunu, batışını söylemiyor sadece. Elbette bu doğu ve batı da vardır; güneş doğduğunda gündüz olur, güneş battığında ise akşam ve karanlık olur. Bunu hepimiz görüyoruz.

Aynı durum insanın varlığında da vardır. İnsanın maşrıkı vardır, hakikat doğduğunda her şeyi görürsünüz. Hakikatin ışığı sayesinde, aklın ve kalbin ışığı sayesinde her şeyi görürsünüz. Ama bu hakikat gurub ettiğinde yani mağribde sizin içiniz (bâtın) da karanlık olur. İçiniz karanlık olduğunda da hiçbir şeyi göremezsiniz.

Hiçbir şey göremezsiniz derken ‘‘hakikat sizin gözünüzden gizlenir’’ demek istiyoruz. Yani hakikat yerine tehlikeli ve korkunç şeyler görürsünüz. Yani maşrık ve mağrib, hakikat güneşinin doğuşu ve batışıdır.

Laricanî: Üstad, ama şu şöyle bir husus var. Şekiller arasında noktanın yönü yoktur. Müminlerin Emiri Ali (AS) “Ben, ‘bismillahirrahmanirrahim’deki be harfinin altındaki noktayım” diyor. Yani insan-ı kâmil öyle bir makamdadır ki o makamın yönü yoktur. Bu yönü olmayan noktanın kendisi acaba ‘vechullah’ın mısdaklarından biri olabilir mi?

Üstad Dînânî: Bir insan-ı kâmil olarak Hz. Emir (a.s) ‘‘ben besmeledeki be harfinin noktasıyım’’ diyor. Noktanın yönü yoktur; çünkü boyutu yoktur. Daha önce de arz ettiğimiz gibi boyut ve yön birbirinin gerekliliğidir. Boyutu olan şeyin yönü olur.

Geometrik şekillerde çizgi, yüzey, cisim bölünebilir ama nokta bölünemez. Bölünemediğine göre boyutu yoktur; boyutu yoksa yönü de yoktur. Yönü de boyutu da olmadığı için her şey noktadan başlar. Yani her şeyin başlangıcı bir noktadır. Farazi, tasviri bir nokta. Noktanın boyutu yoktur. Bir yere elinizi koyup burası noktadır diyemezsiniz. Ne kadar küçük de olsa her şeyin boyutu vardır. Bu esasında kelâmi bir meseledir. Eşari kelamcılar parçalanması mümkün olmayan bir noktaya inanıyorlardı, atomist idiler. Boyutu olan fakat parçalanamayan bir noktaya inanmaktaydılar. Filozoflar ise bölünmesi mümkün olmayan boyutlu bir nokta yoktur diyorlardı. Bir şey ne kadar küçük de olsa sağ ve solu oldukça parçalanması mümkündür demekteydiler. Geometrik nokta onun için farazidir, zira bölünemez.

Hz. Emir (a.s.) “Ben ‘be’nin altındaki noktayım” buyuruyor. Yani benim boyutum yok, benim yönüm yok. Çünkü o, Hakk’ın mazharıdır. İşte bu yüzden de “Nereye dönerseniz dönün vechullah oradadır’’ âyetiyle de doğrudan ilgilidir. Yüce Allah’ın yönü olmadığı için her yerdedir. Eğer bir yönü olsaydı karşı yönde olamazdı. Eğer maşrıkta olsaydı, mağribde olmazdı. Güneyde olsa kuzeyde olmazdı. Hiçbir yönü olmadığı için her yerdedir. Boyutu olmadığı için tüm boyutlardadır.

Peki, her yerde olması ne demektir? Âlemin Hak’la dolu olması demektir. Âlemin Hak’la dolu olması Allah’ın âleme hulûl etmesi (birleşmesi, içine girmesi) demek değildir. Bu çok zarif bir meseledir ve yanlış anlaşılmamalıdır. Âlem hem Hak ile doludur ama aynı zamanda O’ndan boştur.  Nizami bu konuda çok güzel söylüyor: “Âlem z to hem tohiy u hem pur” Yani ‘‘Âlem hem senden boştur hem de seninle doludur’’.

Yani Allah ile âlem arasındaki ilişki bir zarf ve mazruf ilişkisi değildir. Bu anlamda âlem boştur ama aynı zamanda doludur. Çünkü Hakk’ın olmadığı yer yoktur. Tarih boyunca bazıları Allah’ın her yerde olması ifadesini onun âleme hulûl etmesi şeklinde anlayarak yanlışa düşmüştür.

Laricanî: Pekâlâ Üstad, izin verirseniz kısa bir aradan sonra devam edelim.

***

Evet Üstad, Hekim Molla Hâdî Sebzevârî’nin çok güzel bir ifadesi var. O, bu beyitle ilgili olarak şöyle diyor:

“Allah’ı gören bir insan her yönün tasavvurunu O’nun ihatasının mahvı olarak görür. ‘Ve hüve külli şey’in muhit’ (O, her şeyi ihata etmiştir) Bu yüzden vechi, bir nokta olarak tasavvur etmek mümkündür. Sizin tasavvur ettiğiniz her gezegen bir dairedir ve insan-ı kâmil açısından bir noktadan fazla bir şey değildir.”

O, daha sonra bu dairenin bir ışığının olduğunu ve maşrık ve mağribin bu ışıkla ilgili olduğunu söylüyor. Burada Mesnevî’nin şu beytine değinerek:

Zan ferakh âmed çunîn ruzi-yé mâ

Ké derîden şod qaba dûzi-yé mâ


Onun için bize her gün bolluk gelir

Bizim elbise dikmemiz elbiseyi yırtmaktır

Bu beyitle ilgili olarak şöyle diyor: “İnsanın son perdeyi yırtması, kendini yırtması yani insanın kendi dışına çıkmasıdır.” Yani insan kendi dışına çıktığı zaman artık “vechi” tasavvur edebilir.

Bence bu çok güzel bir şerhtir.

Üstad Dînânî: Evet, Hekim Sebzevârî, hem bir hekim hem de ârifti. İzin verirseniz onun bu sözlerini açıklayayım. Siz her gezegenin bir daire ve sonuçta da bir nokta olduğunu söylediniz. Neden daire olduğu meselesinin açıklanmaya ihtiyacı var.

Hacı Molla Hâdî Sebzevârî, bir taraftan daire olduğunu söylüyor, diğer taraftan da noktadır diyor. Çünkü daire noktayla başlar. Mesela siz şu masada bir daire çizmek isterseniz elinize pergel alıp daire çizmeye başladığınızda pergelin ayağını koyduğunuz yer bir noktadır. Pergelin ayağını koyarsınız, ardından bir yarım daire çizersiniz, sonra tekrar başladığınız noktaya doğru bir yarım daire çizer ve daireyi tamamlarsınız. Yani bir dairenin tüm kıvamı bir noktanın dönüşüdür.

Akıllılar, varlık pergelinin noktasıdır ama

Aşk bilir bu dairede başıboş dolaştığını

Bakın Hâfız bu beyitte nasıl rintçe söylüyor. Bazıları Hâfız’ın “Aşk bilir bu dairede başıboş dolaştığını” mısrası ile aklı kınadığını veya küçümsediğini sanıyor. Hâlbuki “Akıllılar varlık pergelinin noktasıdır” diyor; yani daire, noktayla kaimdir. Yani aşk, akıl ile kaimdir. Eğer akıl olmasa aşk yoktur. Akıl dışı varlık âşık olabilir mi?

Daire noktadan meydana gelir, noktanın deveranı, daireyi oluşturur; o halde dairenin tamamı, noktadan başka bir şey değildir.

Laricanî: Pergel noktası da çok önemli.

Üstad Dînânî: Evet, çok önemlidir. Çünkü âlem de daire içinde dairedir. Daha önce de arz etmiştim. Şekillerin esası dairedir; cisimlerin esası da küresel oluşudur. Çünkü noktadan hareket ediyor, nokta hareket ettiğinde daire çiziyor ve yine aynı şekilde nokta cisimsel olarak hareket ettiğinde küre oluşturuyor.

Hacı Molla Hâdî Sebzevârî’nin “Her nereye dönerseniz vechullah oradadır” âyetinde baktığı açı noktadır; o noktanın deveranı ise dairedir. Başa dönecek olursak nokta, boyuta ve yöne sahip değildir. Nokta, cisimler âleminde ezelî olmanın mazharıdır. Zamanda ise ezelî olmanın mazharı ‘‘an’’dır. Yani ezel eğer zamanda zâhir olacak olsa ‘‘an’’da zâhir olur.

Ezel ve ebed zâhir olacaksa anda zâhir olur. An bir noktadır, an dediğimiz şey devam eden bir zaman değildir; anın devamlılığı yoktur. Bizim günlük hayatta kullandığımız şu an, şimdi sözü belki on dakikadır. An dediğimiz şey bu değildir. Anın devamlılığı yoktur. Bu bakımından zamanın zuhuru anda, mekânın zuhuru da noktadadır. Bir başka deyişle gayri mütenahi zamanın zuhuru anda, gayri mütenahi mekânın zuhuru ise noktadadır.

Laricanî: Hâfız’ın bir başka beyti daha var diyor ki:


Benle sevgilinin macerasının sonu yoktur

Başlangıcı olmayanın sonu olmaz

Üstad Dînânî: Bunun olumsuz zıddına göre de başlangıcı olan her şeyin sonu vardır. Zaman ezelde gayri mütenahidir, ebedde de gayri mütenehidir fakat zuhuru bir ‘‘an’’dadır. An, tüm zamanın zuhurudur. Zamanda olan her şey anda vardır. Ezelden ebede kadar zamanda olup da anda olmayan ne vardır? Denizde olup da damlada olmayan ne vardır? Elbette su oluşları bakımından söylüyorum, yoksa okyanusta bir sürü canlı yaşar; ama su olması bakımından okyanusun damladan ne fazlası var? Okyanusta olan her şey damlada da vardır. Aynı şekilde ezel ve ebedde olan her şey anda da vardır. Ve mekân boyutunda da her ne varsa noktada vardır.

Laricanî: Üstad şu bana çok ilginç geldi: Hekim Molla Hâdî Sebzevârî, bu noktada “harabati” olmayı savunuyor. “Harabati olmak, kendinden kurtulmaktır’’ diyor.

Üstad Dînânî: Evet, ama o harap etmenin içinde abat etmek vardır. Harap etmek eline kazmayı alıp binayı yıkmak değildir. Kendindeki Hak dışındaki şeyleri harap etmektir.

Laricanî: “Nişani dade end ké ehl-é kharâbât ké et-tevhid, ıskâtu’l- izâfât” (Harabat ehli göstermiştir ki tevhid, fazlalıkların düşürülmesidir.)

Üstad Dînânî: Kesinlikle bu en güzel tefsirdir. ‘‘Iskâtu’l-izâfât’’, şuna buna bağlı olmaktan kurtulmaktır. Düne, bugüne, yarına bağlı olmak, umutlara, arzulara, şu yere, bu makama, bu paraya, şu başkanlığa vs. bağlı olmaktır. Bunların hepsi “izâfât”tır. İnsan eğer bu izâfâtı, bu fazlalıkları kırarsa işte bu harabattır. Harabat, insanın kendi varlığındadır.

Men melek bûdem u ferdovs berin câyem bûd

Âdem averd der în deyr-é kharab âbâdem

 
Ben melektim, cennet benim yerimdi

Âdem getirdi beni bu harap abad köye

Burada “harabat” iki anlama sahiptir. Hem haraptır hem de abattır. Abat olunca haraptır, harap olunca abattır. Iskâtu’l-izâfât ise Allah dışındaki her şeyi kırmaktır. Bunu söylemek kolaydır ama bu kolay bir iş değildir. ‘‘Hablullahu’l-metin’’den, (Allah’ın sağlam ipinden) başka her şeyi bırakmaktır.

Aslında küfürle tevhidin sınırı bencillik ve bencil olmamaktır. Bencil olan, sadece kendini gören biri Allah’ı görmez.

Laricanî: Üstad Mevlânâ’nın “nereye dönerseniz orası vechullahtır” âyetiyle ilgili beyitleri ve merhum Molla Hâdî Sebzevârî’nin tefsiri, önceki konumuzla da ilgilidir. Yani biz elest âleminde bir noktaydık. Şimdi bu âlemde iş zorlaştı.

Üstad Dînânî: Elest âleminde boyutumuz yoktu, noktaydık; boyutsuz olduğumuzdan dolayı da “bela” dedik. Boyut kelimesi çok güzel bir kelimedir. Boyut; uzunluk, genişlik ve derinliktir. Arapçada boyut demek olan “buud” kelimesi ile “baid” (uzak) kelimesi aynı köktendir. Baid kelimesi ‘‘buud’’dan gelir. Yani yön, insanı uzaklaştırır; peki neden uzaklaştırır? Boyutsuzluk noktasından uzaklaştırır. Boyut kazanınca boyutsuzluk olan noktadan uzaklaşmış olur. Uzunluğa, genişliğe ve derinliğe uzaklaşmış olur. Boyut kelimesi burada ne kadar da güzel yerine oturuyor. Bu kelimeyi bu anlamıyla kullanan kimse hekimdir.

Biz boyut kelimesini kullandığımızda, kelimenin noktadan uzaklaşma anlamını göz önünde bulundurmuyoruz. Boyut derken uzunluk, genişlik ve derinlikten bahsediyoruz. Elbette doğru söylüyoruz, bu yanlış değil. Ama boyut noktadan uzaklaşmış demektir. Biz de o ezelî noktadan uzaklaştık ve dehlizin esiri olduk.

Laricanî: O zaman Âdemin “hubut”u da boyut kazanması ve uzaklaşmasıdır.

Üstad Dînânî: Tabii ki boyut kazanmış ve kendi aslından uzaklaşmıştır.  

Her kesi kéu dûr mâned ez esl-é khiş

Bâz cûyed rüzgâr-é vesl-é khiş

 
Kendi aslından uzak kalan herkes

Yine de kavuşma zamanını arar.

Kim bilir o uzak düşmede de belki bir maslahat vardı. Neden onca ağaç arasında Âdem, o ağaca yaklaştı? Ayrıca Allah neden ‘‘o ağaca yaklaşma’’ dedi? Sanki o bahsini ettiğim maslahattan dolayı. Oraya yaklaşma deyince tahrik olup oraya yaklaştı. "Çünki el-insân harîsun mâ muni'." (Çünkü insan yasaklandığı şeye karşı hırslı olur.) Bu, psikolojik bir ilkedir. İnsan yasaklandığı şeye karşı haris oluyor. O “yaklaşma” kelimesi Âdem’i haris yaptı. Belki de o yaklaşma kelimesi olmasa Âdem o ağaca yaklaşmayacaktı. Tabii bunu bilemeyiz, bu yüzden belki diyoruz.

Tabii bu konuda farklı tefsirler de var. Daha önce burada bundan bahsetmiştik. Bazı arifler, buradaki ağacın “marifet” olduğunu söylüyor. Marifete ulaşmak zordur, Âdem de marifete ulaşmak istemiştir.

Laricanî: Belki de maksat şuydu. Biz noktaydık ve bu dünyaya geldik, yahut Âdem noktaydı ve yönlere esir oldu ise o halde bizim yaratılış hedefimiz ne olabilir? Belki de maksat şudur: Allah bu dünyaya gelmiş olsanız da yine o noktaya hareket edin demek istiyor.

Üstad Dînânî: Evet, yani noktadan geldiniz yine noktaya geri dönün, devriniz tamamlanmış olsun demek istiyor. Yani biz eğer bu dünyaya gelmemiş olsaydık tam ve mükemmel olamazdık. Bu dünyaya gelmemiş olsaydık, en fazla bir melek olabilirdik. Meleğin marifeti ise tam değildir, eksiktir. İnsan-ı kâmilin marifeti tamdır.   

Laricanî: Benim bir sorum var; belki de yeri burası değil; ama sorayım. Diyoruz ki daire için bir noktadan başlayıp tekrar olduğumuz yere geliyoruz. İkinci defa da onuncu defa da bu şekilde oluyor. Bu onuncu veya yüzüncü devir acaba birbirinin aynısı olmaz mı?

Üstad Dînânî: Tecellide tekrar yoktur. İnsan hayatı da böyledir, insan hayatında da tekrar yoktur. Sizin hayatınızın hiçbir anı bir öncekinin tekrarı değildir. İnsan bin yıl da yaşasa ömrünün hiçbir anı birbirinin aynısı olmaz. Çünkü yaratılışta tekrar yoktur. Yaşadığımız hiçbir an tekrar değildir, biz sürekli olarak yeni tecrübeler yaşarız.

Fakat sonuçta hareket yatay değil, döngüseldir. Âlemin hareketi de döngüseldir. Kimi insanlar, zamandaki hareketi yatay sanıyor ki asıl sorun budur. Âlemin hareketi döngüseldir, yatay olarak nereye gidecek? Döngüseldir ve sonuçta aslına dönecek. Yatay hareketle hiçbir yere gidemez. Hareketin sonuna varabilmemiz için başlangıca gitmemiz gerekiyor. Âlemin sonu ile başı aynıdır.

Laricanî: Daha birçok soru var ama onları bir sonraki programa bırakıyorum. Çünkü yeni sorular için vaktimiz yeterli değil. Bir sonraki programda buluşmak dileğiyle aziz üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.

Medya Şafak


 

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM