İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (11)

Bunların tümü kalbin mertebeleridir. İnsan paramparça değildir. İnsan bir attar dükkânı gibi değildir ki her bir kutuyu açtığında farklı bir şey bulasın. Bunların hepsi aynı şeydir. Kalp, akıl, müşterek his, bunların tümü “nefs-i nâtıka” ile ilgili şeylerdir. İnsanın “nefs-i nâtıka”sı tek bir şeydir; onlar birer mertebedir.
GİRİŞ: 17.11.2021 07:29      GÜNCELLEME: 17.11.2021 07:29
Rasthaber -  İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.

Men zerre vu khurşid-é céhân-é to mera

Bîmar-é toem tebib-é cânî to mera

Bî bâl u perem numudi ez gam emma

Pervaz konem âsumanî to mera


Ben zerreyim sen dünya güneşimsin benim

Ben senin gam hastanım, sen ruhumun tabibisin benim

Beni gamdan kolsuz kanatsız kıldın ama

Uçarım asumanımsın sen benim

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Programımıza gösterdiğiniz ilgiden dolayı aziz üstadımla şükranlarımızı sunuyoruz. Bizler sizin mesajlarınızdan çok istifade ediyoruz. Bizim bu programdaki amacımız da sizin hikmet ve irfan alanındaki ve sonsuz bir okyanus olan İslam ve Kur’ân maarifi hususundaki sorularınıza cevap verebilmektir.

Aziz üstad soruların birçoğu şu çerçevededir: İnsan marifete nasıl ulaşabilir? Marifet kazanmanın yolları nedir? Sülûk nedir? Sülûk ile marifet arasında fark var mıdır? Biz bu konuyu da Mevlânâ’nın bakış açısından ele almayı gerekli gördük.  

Değerli izleyicilerimizin de bildiği gibi, Mesnevî’nin en önemli konularından biri de marifet bilgisi meselesidir. Mevlânâ, marifetin temelini duyusal kavrayış (idrak-i hissî) üzerine oturtmuştur. Yani o marifetin duyusal kavrayışla başladığını, ondan sonra akli marifete, sonra şuhûdî marifete ulaşıldığını söylemektedir.   

Ama başka büyük âlimler de benzer şeyler söylemiştir. Ben bunlardan bazılarını not aldım. Mesela, Allâme Hıllî, Nehcu’l-Hak ve Keşfu’s-Sıdk kitabında “el mahsusat aslu’l-itikâdât” (inançların temeli duyulardır) buyuruyor.

Üstad Mevlânâ’nın duyusal kavrayışlara dair görüşlerini okumaya geçmeden önce sizden duyusal kavrayışın ne olduğunu açıklamanızı rica ediyorum. Acaba gerçekten idrak, hissi bir makule olabilir mi?

Üstad Dînânî: Önce şiirini okuyun.

Laricanî:  Pekâlâ.

Allah her kimin ruhuna mihenk koyarsa

O kişi yakîni (kesin bilgi) şüpheden ayırabilir

İnsanın ağzına bir çöp kaçarsa

İnsan ancak onu çıkardığında rahatlayabilir

Binlerce lokma arasında küçücük bir çöp girdi mi,

İnsanın duyuları onu hisseder

Dünya hissi bu dünyanın merdivenidir

Din hissi göklerin merdivenidir

Bu hissin sağlığını tabipten isteyin

O hissin sağlığını ise habipten (Peygamber) isteyin

Bu hissin sıhhati, bedenin mamurluğundandır

O hissin sıhhati ise bedenin viranlığındandır

Can yolu cismi viran eder

Onu viran ettikten sonra mamur eder

Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm. Evet, sizin buyurduğunuz gibi Mevlânâ’nın da şiirinde geçtiği üzere onun burada söz ettiği mesele, hekimlerin görüşlerine aykırı değil; tam aksine uygundur. İlahiyatçı hekimler de aynen bunu söylüyor. İdrak ve marifet duyularla başlar. Hatta Aristo’ya kadar uzanan bir cümle var, eski Yunan’da da söz konusu olan ve bizim hekimlerimizin de esas aldığı bu cümle şöyledir: “Men fekede hissa, fekad fekede ilma” Bir kimse duyularından birini kaybederse, ilmin bir kısmından yoksun olmuş olur. İki duyudan yoksun olursa, ilmin daha fazla kısmından yoksun kalır. Bir insan eğer hiçbir duyuya sahip değilse yani tüm duyulardan yoksunsa o zaman da hiçbir marifete sahip olamayacaktır.

Marifet âlemine girişin kapısı zâhirî duyulardır. Beş duyu, beş kapıdır. Tabii şimdiye kadar beş duyu bilinmektedir. Gelecekte başka duyuların tanınması da mümkündür. Ya da her bir duyu birkaç duyuya bölünebilir. Tatma, görme, işitme, koklama ve dokunma beş duyuyu oluşturur. Ama dokunma duyusu birkaç duyuya bölünebilir.

Zira dokunma duyusuyla bazen sertlik ve yumuşaklığı algılarsınız. Bazen soğuğu ve sıcağı, bazen büyüklüğü ve küçüklüğü algılarsınız. Bu açıdan dokunmayı birkaç bölüme ayırmışlardır. Dokunma duyusu, birkaç duyuya bölüştürülebildiği gibi, diğer duyuların da başka duyulara bölünmesi mümkündür.

Bunları bir tarafa bırakalım, hekimler veya tüm hikmet kitapları bu beş duyuyu kabul etmiştir. Bunlar marifet âlemine giriş kapılarıdır. Yani bunlar olmazsa bizler marifet âlemine giriş yapamayız. Fakat Mevlânâ burada doğru bir şekilde şuna işaret ediyor: Bizler zâhirî duyulardan başka bâtıni duyulara da sahibiz.

Henüz hayal, vehim, akıl âlemine girmiş değiliz. Şu an sadece his (duyu) âleminden söz ediyoruz. Ancak önce histir, sonra vehim, ardından hayal, sonra akıl ve sonra da akıl ötesidir. Şimdilik bunları bir tarafa bırakıyoruz, şimdilik hislerden bahsediyoruz.   

Mevlânâ, Mesnevî’sinin birçok yerinde bir başka beş duyudan daha söz ediyor. Bunlar hayal, vehim falan değiller. Bunlar hislerdir ama bâtıni hisler. Bir şiirinde diyor ki:

Penc hissi hest coz în penc his

Ân coz zer-é sorkh u în hisha çu mis
 

Beş duyudan başka beş duyu daha vardır

O duyular kızıl altın gibi, bunlar ise bakır gibidir.

Bu noktada hem ârif ve hem de hekim olan Hacı Molla Hâdî Sebzevârî’nin söylediklerini hafife almamak gerekir. O, “müşterek his” derken çok doğru bir şeyden bahsetmektedir. Kimileri bunun adını “dinî his” koymuştur. Fakat onlara dinî his nedir diye sorarsanız size bir cevap veremezler. Laf olsun diye söylerseniz rahatlıkla dinî his dersiniz, peki bu dinî his nedir, ayrı bir his midir? Nerededir, nasıldır diye sorduğunuzda size çok da cevap vermezler. Ancak Hacı Molla Hâdî Sebzevârî bir hekim olduğu ve sözlerinin sorumluluğunu taşıdığı için “müşterek his” diyor ve doğru da söylüyor.

Peki, müşterek his nedir? Burada söylenecek çok söz var. Ben Sebzevârî’nin Manzume şiirinden bir bölüm okuyayım, bakın o büyük insan bu konuyu ne kadar bilgece açıklıyor. Müşterek his, adından da anlaşıldığı üzere müşterektir. Bakınız, bizim beş duyumuzun her biri belirli bir iş yapıyor. Göz yalnızca görüyor, kulak yalnızca duyuyor. Diğer duyular da aynı şekilde. Her biri kendi işini yapıyor ve diğer duyuların yaptıklarından haberleri olmuyor.

Peki, müşterek his nedir? Müşterek his, bu beş hissi bir araya toplayan histir. Bunu bir örnekle açıklayayım. Mesela karşınızda bir şeker var. Gözünüz bu şekerin beyaz olduğunu görüyor. Dokunma duyunuz onun sert olduğunu anlıyor. Tattığınızda tatlı olduğunu görüyorsunuz. Yani tatma duyusu ‘‘bu tatlıdır’’ diyor, görme duyusu ‘‘bu beyazdır’’ diyor, dokunma duyusu ‘‘bu serttir’’ diyor. Fakat ne sertlik beyazlığı anlıyor, ne tatlılık sertliği anlıyor ne de beyazlık tatlılığı anlıyor. Fakat müşterek his beyaz olanın tatlı, tatlı ve beyaz olanın sert olduğunu ve bunun adının da şeker olduğunu anlıyor.

Hacı Molla Hâdî Sebzevârî şu örneği veriyor, beş tane nehir bir havuza akıyor. Bu farklı özelliklere sahip sular, o döküldükleri havuzda birbirine karışıyor. İşte müşterek his de böyledir, beş ayrı mecradan gelen hisleri bir arada topluyor, birbirine karıştırıyor ve ‘‘beyaz olan bu şeker aynı zamanda serttir ve tatlıdır’’ diyor ve buna dair hüküm veriyor. İşte buna müşterek his deniyor.

Müşterek hissin iki yönü vardır. Birincisinde dışarıdan gelen bu beş duyuyu birbirine katıyor ve hüküm veriyor; fakat ikinci bir müştereklik daha var ki o daha da önemlidir. Yani birinci yönde beş mecrayı dışarıdan alıyor. Yani dışarıdan görüyor, işitiyor, tadıyor, dokunuyor ve dışarıdan işitiyor ve bunları müşterek his yapıyor. Fakat sizin bu müşterek hissiniz dışarıdan gelen bu beş nehri birbirine katmanın yanında bir de içeriye açılan bir kapıya sahiptir.

Eski Yunanda bu müşterek hisse “bintasya” veya bugünkü tabirle “fantezi” denirdi. Şimdi ben onun şiirini okuyayım. Hacı Molla Hâdî Sebzevârî bu kelimeyi kullanıyor ve diyor ki:

Vel hissi bintasya kema hasal

Min hissi haricin keza mimma dakhal

Yani dışarıdaki beş nehri müşterek hisse getiriyorsunuz. Bunun bâtın âlemine de bir mecrası vardır. Bâtından da müşterek hisse bir suret gelir. Bu ise Allah’ın velilerine özgüdür. Yani bu şuhûd penceresidir. Şuhûd penceresi, gayb âleminden bir suretin müşterek hissinize gelip şekillenmesi ve zâhirî duyularınıza katılması demektir.  

Buna iki açıdan müşterek his diyorlar. Birincisi bâtından alıp hariçtekileri, diğeri ise dışarıdan aldığı bu beşini birbirine katmasıdır. İşte bu iki açıdan ona müşterek diyorlar. Ancak o bâtından gelen beş tane değil, sadece bir tanedir. Dolayısıyla Mevlânâ’nın şiirini dinî his diye tefsir edenlerin kastettiği işte budur. Zira onlara ‘‘dinî his nedir’’ diye sorarsanız bunu açıklayamıyorlar.

Laricanî: Üstad şimdi bu noktada bir soru akla geliyor. Müşterek his hem zâhirî beş duyuyu alıyor hem de bâtından geleni alıyor ve buyurduğunuz gibi bir araya getiriyor ve hüküm veriyor. Örneğin bu şeker beyazdır, serttir vs. diyor. Ancak üstad, burada bizim daha önce bir şeyin olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bu müşterek hissin bu idrakleri kavraması, ayırması ve hüküm vermesi için onun öncesinde bir idrak tanımlamamız gerekir.

Merhum Gonâbâdî gibi bazı büyük hekimler, bunun kalbin sıfatı olduğunu söylüyorlar. Yani hem gaybdan hem de dışarıdan gelenleri alan kalptir. Zâhirî idraklerle bâtıni idrakleri alıp birleştiren kalbin sıfatıdır, zaten o yüzden de adına kalp denmiştir.

Üstad Dînânî:  Evet, kesinlikle… Kelimeler bazen doğruya yönlendirici olduğu gibi bazen de saptırıcı olabiliyor. Tabii ki biz kalbe sahibiz, müşterek hisse sahibiz. Bunların tümü kalbin mertebeleridir. İnsan paramparça değildir. İnsan bir attar dükkânı gibi değildir ki her bir kutuyu açtığında farklı bir şey bulasın. Bunların hepsi aynı şeydir. Kalp, akıl, müşterek his, bunların tümü “nefs-i nâtıka” ile ilgili şeylerdir. İnsanın “nefs-i nâtıka”sı tek bir şeydir; onlar birer mertebedir. Hatta kalp ve akıl da bir anlamda aynı şeydir. Bâtından gelen kalp yoluyla müşterek hisse gelmektedir ve ayrıca müşterek his de kalpten ayrı bir şey değildir.

Her zaman söylüyorum: Hüküm her zaman akla aittir. Hâkim, daima akıldır. Surete sahip olduğu için, yani görüldükleri için biz buna müşterek his diyoruz. Örneğin siz dışınızda bu masayı görüyorsunuz ama aynı zamanda bunun içinizde de bir sureti var.

Laricanî: Gözümüzü kapatsak da görürüz.

Üstad Dînânî: Evet, gözünüzü kapattığınızda da müşterek hissinizde onu görürsünüz.  İşte bu yüzden onu his diye tabir ediyoruz. Sonuçta hükmü akıl verir, his hüküm vermez, siz dışınızda bir masayı görürsünüz ama onun yuvarlak bir masa olduğunun hükmünü veren akıldır. Bunlar birbirinden ayrı, parça parça şeyler değildir, organize bir bütünsellik hâkimdir ve akıl da yukarıda hükmü verir.

Bizim onu his diye tabir etmemizin sebebi onu şekil olarak görmemizdir. Siz onu müşterek histe görürsünüz hem dışarıdan aldıklarınızı hem de bâtından gelen suretleri görürsünüz. Tabii bâtından gelen sureti görebilmek için ehil olmak gerekir. Kimi insanlar bâtın suretinden mahrum olabilir. Eğer bâtın temiz olmazsa, nefsanî kötülükler sebebiyle kapalı olursa bu durumda insan bâtından bir tasvir alamayabilir, sadece hariçten alabilir.

Ancak kalbinin penceresi gayba açıksa o zaman bâtından da suretler alabilir. Onları birbirine katar ve daha sonra da akıl ona hükmünü verir. Bir örnek vereyim. Mesela Cebrail Hz. Peygamber’e (s.a.a.) birçok defa Dihye-yi Kelbî adlı sahâbînin suretinde gelmiştir. Dihye Kelbî, Arapların en güzel yüzlüsüydü. Hz. Peygamber, Cebrail’i onun suretinde görmüştü. Peygambere bazen şekil olarak zâhir olurdu, bazen belirli bir şekilde olmayabilirdi. Vahyin gelişinden daha önce bahsetmiştik, o yüzden şimdi bu konuya girmeyeceğim ama vahiy farklı şekillerde gelebiliyordu. Mesela bazen bir çan sesi gibi gelebiliyordu. Bazen daha açık bir şekilde olup Cebrail veya Dihye şeklinde görünüyordu.

Şimdi konumuz vahiy olmadığı için buna girmiyoruz. Sadece şunu demek istiyorum: Dışarıdan bize gelenlere bazen bâtın âleminden de katılmalar olabilir. Müşterek his aşamasından sonra hayal aşaması gelir. Ondan sonra da akıl aşaması gelir. Yani bu inişli çıkışlıdır. Bu iniş ve çıkışlar “nefs-i nâtıka”da olmaktadır. Molla Sadrâ “En-nefs fi vahdetiha kulli’l kuvva” demiştir. Yani nefs-i nâtıka tek bir şeydir ama tüm bu kuvvetleri içinde barındırır.      

Laricanî: Molla Sadrâ’dan bahsetmişken, o “Allah, sizi analarınızın karnından, siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” (Nahl, 78) âyetinin tefsiriyle ilgili olarak şöyle diyor:

İnsan annesinin karnındayken hiçbir şey bilmiyordu. Allah ona duyma, görme ve sonra da kalp verdi. O, işitme ve görme zâhirî işitme ve görme değil, bâtıni bir işitme ve görmedir ve kalp aşamasına ulaşıyor. Bununla birlikte o görme ve işitme bildiğimiz göz ve kulakla da ilişkilidir.

Üstad Dînânî: İzin verirseniz ben bu âyetle ilgili kendi tefsirimi söyleyeyim. Bu ayetteki işitme ve görme, bildiğimiz işitme ve görmedir. “Allah, sizi analarınızın karnından, siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı” diyor. İnsan doğduğu zaman sıfırdır, hiçbir şey bilmez. Batılılar “tabula rasa” diye tabir eder. “Tabula rasa” boş bir tablodur.

Ancak insan doğup da gözünü, kulağını açtıktan sonra yavaş yavaş artık marifet penceresi açılıyor. Ama dışarıdan aldıkları aynen içinde de var. Bütün bunlar kalple irtibatlıdır. Daha önce de söylediğim gibi kalp merkezdir. Her şey kalple ilgilidir, müşterek his de kalple ilgilidir.

Laricanî: Pekâlâ üstad, çok teşekkür ederim. Kısa bir aradan sonra tekrar devam edelim.

***

Evet, üstad çok güzel bir açıklama oldu. Müşterek hissin kalple aykırı olan bir yanının olmadığı benim açımdan da açıklığa kavuşmuş oldu. Bunların tümü bizim nefsimizin kuvvetleridir. Bazı izleyicilerimiz bunun yolunu soruyor ama aslında yol bellidir. Allah, bunun yolunu göstermiştir. Önemli olan bunları kirletmemektir. Eğer biz bu beş duyuyu kirletmezsek onlar işlerini güzel yapıyorlar.

Üstad Dînânî: Yani eğer iyi görürsek, işitirsek, koklarsak, konuşursak işte yol budur. Bu, bir açıdan zor ama bir açıdan da zor değildir. Mesela iyi duymak ne demektir? Kulağını hakikatlere ver, batıl şeyleri duyma. Vaktini boş ve batıl şeyler dinlemeye harcama. İyi şeylere bak, vaktini boş şeylerle geçirme. Hatta iyi şeyler ye.

Siz Mevlânâ’nın şiirini okudunuz. Tatma çok hassas bir şeydir. Yediğiniz şeyde küçücük bir kemik veya kılçık dahi olsa ağız rahatsız olup onu dışarı çıkarıyor. Maddi gıdalarda olduğu gibi manevi gıdalar da bu şekildedir. Gıda sadece maddi gıdalardan ibaret değildir, manevi gıda için de geçerlidir. Mesela hangi kitapları okuduğunuza bir bakın. Hangi sözlere kulak veriyorsunuz? Kimlerle birliktesiniz, kimlerin sözünü dinliyorsunuz? İşte bütün bunlar yoldur; eğer iyi okur, dinlerseniz işte yol budur.

İyi kitaplar okuyun; alakasız kitaplarla ömrünüzü telef etmeyin. Kitabı belirlemek kendi başına çok önemli bir şeydir. Bazı büyük insanlar âlemi bir kitap haline getirmeye çalışıyorlar. Bu çok iyi bir iştir, bunlar nadir insanlardır; çünkü âlemi size bir kitapta anlatırlar. Mesela Hâfız âlemi bir kitapta anlatmıştır. Aynı şekilde Mevlânâ da aynı şekilde. Siz Mesnevî’yi okuduğunuzda adeta âlemi tecrübe edersiniz.

Bazıları ise daha da nadirdir, âlemi kitap olarak görürler. Biri âlemi kitaba getirir, diğer ise âlemi kitap olarak görür. Âlem bir kitaptır, yediğin yiyeceğe bir bak! Ne yiyor, ne dinliyor, ne düşünüyorsun? İşte bütün bunlar yoldur. Bunlar dikkat istiyor, incelik istiyor. Dağınıklıkla acelecilikle de olmaz.

Bazıları marifet meselesini çabucak elde edilebilecek bir şey sanıyor. Yani adeta bir paket gibi alıp gitmek istiyor. Tıpkı sandviç gibi yani fast food gibi. Yani bir sandviç ısırıp gitmekle olmaz bu iş. Marifet zor bir yoldur ama insan doğru yürürse kolaydır.

Laricanî: Pekâlâ üstad, şimdi Mevlânâ’nın diğer beyitlerine geçeyim. Mevlânâ, bâtıni duyuların etkin olabilmesi için zâhiri duyuların engellenmesini tavsiye ediyor. Ona göre bu beş duyu kapatılmadıkça bâtıni duyular harekete geçmiyor.

 
Bî hiss u bî gûş u bî fikret şevid

Tâ hitab-é ırci’i ra beşnevîd

 
Penbe ender gûş-é hiss-é dûn konîd

Bend-é his ra ez çeşm-é khod bîrûn konîd

 
Hissiz, kulaksız ve fikirsiz olun

Ta ki böylece (Allah’ın) ırc’iî (Rabbine dön) hitabını işitebilesiniz     


Dünyevi hissin kulağına pamuk tıkayın

Gözünüzden his bağını uzak edin

Burada öyle anlaşılıyor ki Mevlânâ, bâtıni his ile zâhirî his arasında fark olduğunu düşünüyor ve bâtıni hislerin etkin olabilmesi için zâhirî kulağımıza pamuk tıkamamızı istiyor. Yani başımızdaki kulağımız sağır olmadıkça bâtındaki kulak canlanmıyor.

Üstad Dînânî: Pekâlâ, izin verirseniz bu şiirin anlamını açıklayalım. Burası biraz tehlikeli; çünkü kimileri bundan yanlış şeyler çıkarabilir. Bunu duyan kimileri kulağını, gözünü, ağzını vs. kapatması gerektiğini düşünebilir. Bu tehlikeli bir şeydir.

Mevlânâ’nın kulağa pamuk tıkamaktan maksadı, daha önce de söylediğimiz gibi batıl söze kulak vermemektir. Gözü kapatmaktan maksadı, gözü görmemesi gereken şeylere kapatmaktır. Yani gereğinden fazla meşgul olmamak.  Siz duyumsanan şeylere gark olmuşsanız kendinizden gafil olursunuz.

Eğer kendinden gafil olmayacaksan, kendinden derken insanın kendi bâtınını kastediyorum; eğer kendi bâtınından gafil olmayacaksan her zaman hem kulağının hem de gözünün açık olması gerekir. Gözünü kapatamazsın. Derler ki cahil bir âbid bir kenara çekilmiş, yıllarca ibadet etmişti ve bir gözünü de kapatmıştı. Tabii yıllar boyunca gözünü kapattığı için gözü kör olmuştu. Doğal olarak yıllar boyu kapatılan bir göz kör olabilir. Ona neden böyle yaptığını sorduklarında o da “Ben bir gözümle görebildiğim için iki göze gerek olmadığını düşündüm, ikincisi israf olduğu için kapattım” dedi.

Hâlbuki iki göz israf değildir, Allah iki tane yarattığına göre lazım olduğu için yaratmıştır ve israf değildir. Gözün de olsun kulağın da olsun ama gözünü de kulağını da iyi yönde kullan. Kulağınla hakikatleri dinle, gözünle hakikatleri gör. Bu âlem hakikatlerle doludur. Zâhirle bâtın arasında büyük bir mesafe yoktur. Siz eğer boş şeylerle, geçici şeylerle meşgulseniz, hakikatlerden yüz çevirmişseniz, evet, yol kapanmıştır. Ama siz bu gözünüzle hakikatleri görebilirsiniz.

Burada gözü, kulağı kapatmak, hakikatlerden gafil olmamak demektir. Gözünü bağlayıp kulağına pamuk tıkamak değildir. Dünyaya gereğinden fazla bağlanma demektir. Dünya yaşamak için gereklidir. Biz, topraktan semaya gitmek için geldik. Eğer semavi olmamız gerekseydi, zaten semadaydık yere inmemize ne gerek vardı? Biz topraktan semaya gitmek için geldik, toprak düzelmedikçe sema düzelmez. Önce yeri düzeltip sonra semaya gidilir. O halde gözlerin açık olması lazımdır.

Burada gözü, kulağı kapatmaktan maksat kendinden gafil olma, dünyayla gereğinden fazla meşgul olma demektir. Mevlânâ dünyayla meşgul olmayı kötü bir şey saymıyor. Mevlânâ dünyayı kınadığı zaman, dünya malı kötüdür demek istemiyor. Dünyaya gönül bağlamanın kötü olduğunu söylüyor.

Servet sahibi olmak kötü değildir, bu serveti ilahi yollarda, halka yardım etmek için kullanıyorsan, kendin için iyi işlerde kullanıyorsan iyi bir şeydir. Ama insan buna gönül bağlamışsa bir gram malı olmasa bile, pek çok malı mülkü olup da ona gönül bağlamamış olan birinden daha kötüdür. Mevlânâ şiirinde şöyle diyor:
 

Geminin içindeki su, geminin helakidir

Geminin altındaki su, onun desteğidir.

Eğer gemi delinir de içine su girerse bu su, geminin batmasına sebep olur ama su eğer geminin altındaysa o zaman gemiye destek olur ve onu sağlam bir şekilde sahile ulaştırır. Dünya da tam olarak böyledir. Dünya eğer insanın gönlünü doldurursa o zaman insan dünya sevgisinden başka bir şey anlamaz. Ama eğer insanın malı olursa o mal hayatını desteklemek için, halka yardım için kullanılırsa ve insan ona gönül bağlamamış, gönlünü Hakka yöneltmiş ise bunun hiçbir sakıncası yoktur.

Göz ve kulak da böyledir, açık olmalı ve hakka bakmalı, hakkı işitmelidir. Bu çok güzel bir şeydir. Demek ki gözün ve kulağın kapatılması demek, batıla kapatılmasıdır.

Laricanî: Pekâlâ üstad, güzel bir açıklama oldu. Mevlânâ hissî idraki ve hissî idrakin diğerleriyle yani mesela akli, hayalî ve vehmî idrakten farkını açıklamak için karanlık evdeki fil hikâyesini kullanıyor. Şimdi vaktimiz ölçüsünce bu hikâyeden biraz bahsedelim.

Fil getirdiler karanlık bir eve

Halka göstermek istedi Hintliler


Onu görmek için birçok adam toplandı

O karanlık yerde herkes bir aradaydı


Gözle görmek mümkün olmadığı için

O karanlıkta ona ellerini sürdüler
 

Birinin eli hortumuna değdi

Onun bir oluğa benzediğini söyledi
 

Birinin eli onun kulağına değdi

O tıpkı bir yelpazedir dedi.

 
Bir diğerinin eli bacağına dokundu

Filin şekli bir direğe benzer dedi.


Bir başkası elini filin sırtına koymuştu

Bu fil bir taht gibidir dedi

 
Herkes eliyle neresine dokunduysa

Fili ona göre anladı ve anlattı

Mevlânâ bunları anlattıktan sonra şu neticeye varıyor:

Onların sözleri, görüşleri yüzünden birbirinden farklı oldu

Birinin dal dediğine diğeri elif dedi.


Herkesin elinde bir mum olsaydı

Sözlerinde bir farklılık kalmazdı

Görüldüğü gibi burada bir mum ne kadar da büyük işler yapıyor. Gerçi mum konusunda çeşitli tefsirler var, onlara da değinirim. Acaba buradaki mum akli idrak midir?

Üstad Dînânî: Mevlânâ’nın karanlıktaki fil hikâyesiyle ilgili olarak birkaç tefsir var. Başkaları ne demiş bilmiyorum ama benim bu konuda üç tefsirim var. Elbette orada bahsedilen ışık, akıl ve şuhûd ışığıdır. Akıl ve şuhûd ışığı olmazsa karanlık vardır.

Orada herkes eliyle dokunarak kendi idraki kadar bir şeyler anlamıştır. Burada bir anlamda sofistik bir durum vardır. Yani kim ne idrak ederse odur. Bu anlam çok da istenen bir anlam değildir.

Bununla birlikte bunu üç şekilde tefsir etmek mümkündür. Bir hakikatin birkaç şekilde anlaşılmasıdır, yani her insan kendi idraki ölçüsünde bir çıkarsama yapar. Bu, anlamlardan biridir.

Bir diğer anlama göre ise aynı şeye ait birkaç kelime vardır ve onlar birbirinin dilini bilmiyordur. Örneğin “üzüm, enab ve engur”. Mevlânâ bunu bir şiirinde örnek vermiştir. Fakat buradaki durum farklıdır. Çünkü burada biri elini filin kulağına dokundurup ‘‘yelpaze’’ diyor, diğeri ayağına dokundurup ‘‘sütun’’ olduğunu söylüyor. Demin söylediğim örnekte ise Fars ‘‘ben engur istiyorum’’ diyor, Arap ‘‘ben enab istiyorum’’ diyor, Türk ise ‘‘ben üzüm istiyorum’’ diyor ve bunlar kavga ediyorlar. Bu üç dili de bilen bir diğer kişi ‘‘kavga etmeyin, aynı şeyi istiyorsunuz’’ diyor. Bu da bir diğer tefsirdir.

Ben bir başka anlam olduğuna inanıyorum. O da bu âlemde herkesin bir tecelliyi anladığıdır. Onlar birbirinden farklı çıkarsamalarda bulundular çünkü tecelliler farklı farklıydı. Yani birinin yelpaze, diğerinin sütun, bir diğerinin ise hortum demesi fikri tecelliydi. Yani o insanların bu âlemden anlama nasibi buydu.

Yani bir anlayışın üç tecellisidir. Bazen de aynı şeyin üç ayrı dildeki ifadesidir. Bazen de bu dünyadan üç zâhiri çıkarsamadır. Benim yaptığım bu üç tefsirden hangisi sizce doğrudur? Üç ayrı çıkarsama mı? Aynı anlama gelen üç farklı kelimeyi o dilleri bilmemekten kaynaklanan bir ihtilaf mı? Yoksa insanların zati istidatlarına göre üç ayrı tecelli mi?

Laricanî: Üçüncüsü daha iyi çünkü hissi açıklıyor.

Üstad Dînânî: Evet, onların anlama konusundaki kapasiteleri budur.

Laricanî: Nitekim Mevlânâ da bunu söylüyor. Diyor ki:

Duyu gözü ancak avuca, ancak köpüğe benzer o kadar

Elin içi, onun tamamına dokunamaz ki

Denizi gören göz başka köpüğü gören göz başkadır

Köpüğü, elin içini bırak da deniz gözüyle bak

Mevlânâ, daha sonra deniz gözünü yani deniz gözü dediği şeyin nasıl bir göz olduğunu açıklıyor. Devamında buna değiniyor; ama biz şimdi değil bir sonraki programda ona değineceğiz. Bu konuda Müminlerin Emiri Ali’den (a.s.) bir hâdîs naklediliyor. O, şuhûdun aklın ışığı olduğunu buyuruyor.

Üstad Dînânî: Evet, şuhûd da akıl da ışıktır. Şuhûdun sonuç itibariyle makul olması gerekir. Eğer biri şuhûd iddiasında bulunuyor ancak şuhûdu makul değilse onun iddiası makbul olabilir mi? Elbette hayır.

Laricanî: Evet geçen programda da bahsetmiştik. “Doğu da batı da Allah’ındır” derken neden doğu ve batı diyoruz? Çünkü doğu hakikatin doğduğu yerdir.

Evet, programımızın süresi doldu. Konu çok hassas ve güzel bir noktaya geldi, inşallah Allah bize hakikati onun gözüyle görebilmeyi nasip etsin.

Bir sonraki programda buluşmak dileğiyle aziz üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.


Medya Şafak

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM