Maneviyatın Önündeki Engel

Yüce Allah insanın kalbine rahmetle bakarsa onu kendine doğru çeker. Ancak maalesef çoğumuz az veya çok, Allah’tan uzağız..
GİRİŞ: 24.07.2025 09:36      GÜNCELLEME: 24.07.2025 09:36
Rasthaber -  Allah’a Giden Yolun Önündeki Önemli Engel

“Seyr u sülûk” sözcüğünün kelime anlamı yol almaktır. Doğal olarak bütün yol almalarda olduğu gibi bu yol almada da bir başlangıç noktası ve bir bitiş noktası vardır. Bu yoldaki nihai hedef yüce Allah’tır ve bu yolda ilerleyen şahıs yolun bitiminde şuhûdî marifete ulaşacaktır. Ancak burada andığımız şuhûdî marifet, birçok aşamaya sahiptir ve insanlar bu marifetin farklı aşamalarına ulaşabilirler. Yolun başlangıç noktası ise saha önce söylendiği üzere kişinin mevcut hali ve içinde bulunduğu durumdur. Dolayısıyla kısaca, irfânî bir seyir, insanın mevcut durumundan başlayıp Allah’a yakınlaşmaya doğru devam eder.

Bu yol almanın maddi ve fiziki bir yol alma olmadığı açıktır. Zira yüce Allah maddi bir varlık değildir ve belirli bir mekâna sahip değildir dolayısıyla ona giden yol da maddi değildir. Evet, yüce Allah “Kâbe” adında bir binayı, kendi evi olarak tanıtmıştır ve insanların bu binanın etrafında tavaf yapmasını istemiştir. Ancak bu tavaf esnasında yapılan seyir ve yol alma, insanı Allah’a vardıran seyir ve yol alma değildir. Allah’ın evinin yanında oturup da gerçekte Allah’ın düşmanı olan insanlar az değildir. Bu insanlar tavaf ederken Allah’tan daha da uzaklaşıyorlar.

İnsanı Allah’a vardıran seyir ve yol alma, kalbî bir eylemdir ve insanın içinde gerçekleşen türden bir seyirdir. Bu seyir esnasında insanın ruhu hareket ediyor ve kemal aşamalarını bir biri ardına geride bırakarak Kur’an’ın tabiriyle ‘indallah’ makamına varıyor. Kur’an-ı Kerim şöyle buyuruyor:

 فِي مَقْعَدِ صِدْق عِنْدَ مَلِيك مُقْتَدِر 

“Çok kudretli, mülkünün sonu olmayan (Allah)ın yanında doğruluk makamındadırlar.”[1]

Dolayısıyla seyr u sülûkta dikkat edilmesi gereken yer, kalptir ve burası odak noktası olmalıdır. Allah’a yaklaşan veya Allah’tan uzaklaşan şey, insanın vücudu değil kalbidir. İrfanî bir seyrin sonucu insan kalbinin Allah’a yakınlık kazanması ve ona bağlanmasıdır. İnsanın kalbi Allah’a yakınlık kazanıp da ona bağlandığı vakit nasıl bir hal yaşayacaktır konusuna gelince bunu anlayabilmek için bu durumu bizzat yaşamak gerek. Evet, bir yere kadar bu konu aklî olarak açıklanabilir. Ancak bu tür açıklamaların hiçbiri hakiki bir irfân doğuramaz ve ancak irfânla tanışmak için bir yol olma niteliği taşıyabilir veya seyr u sülük esnasında sâlikin yaşayacaklarını anlatabilir.

Yüce Allah insanın kalbine rahmetle bakarsa onu kendine doğru çeker. Ancak maalesef çoğumuz az veya çok, Allah’tan uzağız ve bizimle Allah arasında birçok engeller vardır. Bu engeller kalkarsa, kalplerimiz Allah’a yaklaşırsa ve insanla Allah arasında bir engel kalmazsa işte bu durumda hayatımız çok değişir ve büyük bir devrim yaşarız.

Kısaca her ne kadar bu durum ancak yaşanarak anlaşılan türden bir durum olsa da Kur’an-ı Kerim’deki konuyla ilgili ayetler, konuyla ilgili elimizdeki hadisler ve birtakım aklî değerlendirmelerle bu durumun belirti ve emarelerini öğrenebiliriz. Özetle şunu söyleyebiliriz ki bu makama ulaşmış olan insan, kendinde herhangi bir bağımsızlık görmüyor. Bu irfânî makam için “fenafillâh”, “bekabillah”, ‘makam-ı mahv’ (fenafillah) ve benzeri tabirler kullanılmıştır.

Ancak bu kelimelere takılıp kalmamalıyız ve sadece nazarî irfândan belirli bir pay almış olanlar gibi kendimizi birkaç kelime öğrenmiş olmakla kandırmamalıyız. İrfanı nazariye konu olmuş birkaç kelimeyi öğrenmek kesinlikle kimseyi ileri götüremez ve hatta bu durum bir engel olarak kişinin önüne çıkıp nihai hedefine ulaşmasını engelleyebilir de. İşte bu nedenle “ilim en büyük hicaptır” deniliyor. Bu kavramları öğrenmek hiçbir sorunu çözmez. Bu kavramlar insanın aklını meşgul edip de aslî hedefinden alıkoyan şeylerdir.

Sonuç olarak ‘kurb’ makamıyla ilgili şu kadarını anlıyoruz ki hicaplar ve engellerin kalkmasıyla insan, gerçek mabut ve gerçek sevgilisine öylesine bağlanıyor ki kendisinde kesinlikle hiçbir bağımsızlık görmüyor. Bu makama varmış olan insan için eş, çocuk veya dünya malı bağlılığı söz konusu olamaz. Bu makamdaki insanlar sahip oldukları hayat, ilim ve benzeri şeylerin hiçbirini kendilerine ait görmüyorlar.

Acaba bu makam nasıl bir makamdır? Kelimeler ve kavramlarla bu hakikatin uzak bir görüntüsünü bile resmedemeyiz. Bu, hiç tatmadığımız bir meyve gibidir. Bu nedenle kelimelerle ilerlediğimiz sürece ne kadar çaba göstersek de bu durumun hakikatini anlayamayız. Şu anda içinde olduğumuz ruh halinin bir getirisi olarak sahip olduğumuz hayatı kendimize ait görüyoruz. Evet, göründüğü kadarıyla her canlının hayatı onun kendisine aittir. Ancak gerçek şu ki kendi hayatımız dâhil hiçbir şey bize ait değildir. Bu, kesin delillerle kanıtlanmış olan bir gerçektir. Ancak bu, aklın anladığıdır ve hissettiğimiz şey farklıdır. Hissettiğimiz şey bağımsızlıktır ve kendi ayağımız üzerinde durduğumuzu zannediyoruz. Bu algı kesinlikle yanlıştır ve Allah’tan uzak olmamızın asıl kökü bu yanlış algıya dayanıyor.

Aklî ve felsefî kesin deliller bizim hiçbir şeye sahip olmadığımızı kanıtlıyor. Buna hayatımız, bilgilerimiz, gücümüz ve tüm hareketlerimiz dâhildir. Sahip olduğumuz her şey gerçekte başka bir varlığa aittir ve bu varlık bizim tüm varlığımızın hakiki sahibidir. Felsefî konular ve ince aklî delillerle yakın ilgisi olanlar bu gerçeği açık bir şekilde biliyorlar. Felsefede insan ve diğer tüm varlıklar yoksul varlıklar olarak değil de yoksulluğun ta kendisi olarak tanımlanıyor; Yüce Allah’la bağlantılı varlıklar olarak değil de bağlantının kendisi olarak tanımlanıyor. Ancak aynı zamanda bütün bu bilgiler birer felsefi veridir ve kalbin hissettikleri değildir. Bu nedenle sürekli aklımızla kalbimizin çakıştığını ve söylediklerimizle yaptıklarımızın birbirine uymadığını görüyoruz. Akıl bütün bağımsızlıkları nefyederken kalbimiz tam bir bağımsızlık hissediyor. İnsanların geneli aklî ince konularla ilgilenmediği için burada bahsettiğimiz aklî bağımlılığın farkında bile değildir. Ancak aklıya bu gerçeği algılayan insanların tamamına yakın bir bölümünde kalbî olarak hissedilen şey aklın söylediğinin tam aksidir.

Evet, çoğumuz hala yüce Allah dışında hiçbir bağımsızlığın olmadığına kalbî olarak inanmış değiliz. Bunun bir delili olarak yüce Allah dışında tüm varlıklardan korktuğumuza değinebiliriz. Yüce Allah dışında tüm varlıkları güç ve etki sahibi görüyor gibi bir halimiz var. Oysa Allah Resulü (s.a.a) ve Ehlibeyt (a.s) şöyle buyuruyorlar:

“Kim Allah’tan korkarsa yüce Allah her şeyi ondan korkar hale getirir ve kim Allah’tan korkmazsa yüce Allah onu her şeyden korkar hale getirir.”[2]

Gerçek ârifler ve Allah’ın sâlih kulları bizim tam tersimize bir hale sahiptirler. Onlar yüce Allah dışında hiçbir şeyden korkmuyorlar. Onlar yüce Allah dışında hiçbir varlığın etki ve tesir sahibi olmadığına, bütün varlık âleminin onun emrinde olduğuna, o istemezse tek bir yaprağın bile kıpırdayamayacağına gerçek anlamıyla inanıyorlar. İşte bu bilinç ve inanca varmış olmanın getirisi yüce Allah dışında hiçbir varlıktan korkmamaktır ve yüce Allah bu aşamaya varmış olan insanların heybetini ve korkusunu diğer insanların kalbine yerleştiriyor. Biz bu gerçeği İmam Humeyni’de bizzat kendi gözlerimizle gördük. Dünyadaki büyük güçlerin seksen yaşında yaşlı bir adamdan nasıl korktuklarını kendi gözlerimizle gördük. Doğu ve batıdaki büyük güçler sahip oldukları onca teknoloji ve askeri güce rağmen ‘Cemârân’ ve ‘İmam Humeyni’ denince korkuya kapılıyorlardı. İmam Humeyni’nin kendisi Allah’ın adına yemin ederek hayatı boyunca hiçbir şeyden korkmadığını açıkça söylüyor. Evet, İmam Humeyni Allah dışında hiçbir varlıktan korkmadığı için dünyadaki bütün süper güçler ondan korkuyordu.

Ayrıca Allah’tan başka hiçbir varlıktan korkmayanlar ondan başka hiçbir varlığa da gönül bağlamazlar. Bu insanlar Allah’tan başka varlıklara sevgi duysalar bile bunu ancak Allah’ın emri ve izni doğrultusunda yaparlar. Dolayısıyla doğal olarak Allah dışındaki varlıklara yönelik bu tür kalbî bağlanmalar hiçbir zaman aşk ve kendinden geçme aşamasına ulaşmayacaktır ve kişiyi Allah’tan koparıp da başka bir varlığın emrine tabi olacak duruma düşürmeyecektir. Bu durumda diğer sevgililer, yüce Allah doğrultusunda yer alıyor ve kişinin gerçek maşuku yüce Allah’tan başkası değildir. Esasen bu insanların kalbindeki tüm sevgiler yüce Allah’ın isteği ve emri doğrultusundadır.

Allah’tan başka maşuku olamayanlar ibadet vaktinin bir an önce gelmesini bütün varlıklarıyla arzuluyorlar. Sabah vaktinden itibaren sık sık gökyüzüne bakar, öğlen vaktinin bir an önce gelmesini beklerler. Akşam vakti olup da yataklarına çekildiklerinde çok sevdikleri birisinin gelmesini beklercesine uykuya geçemiyorlar. Uyusalar bile kendiliğinden sık sık uyanıp seher vaktinin, yani maşuklarıyla münacat etme vaktinin gelip gelmediğine bakarlar. Bu insanlar sık sık saate bakıp gece namazı vaktinin gelmesini beklerler. Esasen ‘teheccüd’ kelimesi Arapçada sık sık uyanmak anlamındadır. Allah Resulü (s.a.a) bu özelliğe sahipti ve gece namazı için sık sık uykusunu bölerdi. Peygamber efendimiz (s.a.a) gece yarısından bir süre sonra kalkıp dört rekât namaz kılar, sonra yeniden uyurdu. Bir süre sonra ikinci defa uyanır, abdest alır, dört rekât daha namaz kıldıktan sonra yeniden dinlenmeye çekilirdi. Bir süre sonra fecir vaktine yaklaşık iki saat kala üçüncü defa uyanır sabah ezanına kadar şef’i ve vitir namazlarını kılıp rabbiyle münacat ederdi. Peygamber efendimiz (s.a.a) bunu sıkıntılara katlanarak değil; aşkla, sevgiyle, isteyerek yapardı ve uyanmak için kimsenin uyandırmasına veya herhangi bir araca ihtiyaç duymazdı. Ariflik iddiasında bulunan kaç kişinin yaşam tarzı bu şekildedir. İşte bu hayat tarzı irfân kapılarını aralamış olan insanların bir belirtisidir.

Gerçek ârif için dünya üzerindeki tüm servetler, dağ kadar altınlar ve değerli taşlar bir avuç toprakla farksızdır. Bu insanların tüm çabası ve taşıdıkları tüm endişe bu servetin Allah’ın istediği yolda harcanmasıdır. Gayet sade bir hayat yaşayan ve evinde sergi olarak örneğin bir kilimle yetinen birisi “ben dünyaya bağlı değilim” derse bu dediğine inanılır. Ancak büyük servetlere sahip oldukları halde fakir komşularının elinden tutmayan insanlar irfân iddiasında bulunurlarsa, Ali’yi (a.s) sevdiklerini söylerlerse bin defa yemin etseler bile bu söylediklerine inanılmaz.

Kısaca irfânın gerçeğine ve huzûrî marifete ulaşmış olan insan için kendisiyle yüce Allah arasındaki perdeler kaldırılıyor ve bunun sonucunda bu insan kendisi veya diğer herhangi bir varlık için bağımsız bir varlık düşünemiyor. Bu insanın kullandığı kelimelerin başında ‘Allah’ gelir, sonunda da ‘Allah’ gelir. ‘Ben’ kelimesi bu insan için anlamını yitiriyor ve ‘Allah’ kelimesi onun yerini alıyor. Gerçek bir ârif, asla ‘ben’ kelimesini kullanmayan İmam Humeyni gibi davranmalıdır. İmam Humeyni her yerde bütün başarıları Allah’a isnat ederdi, “Allah bu milleti başarıya ulaştırdı” derdi, “Allah bu devrimi başarıya ulaştırdı” derdi, “Allah Hurremşehr’i kurtardı” derdi. İşte böyle bir insan için “bütün düşündüğü şey Allah’tır” derlerse buna inanılır. Koltuğunda oturup da elini ayağını öpen saf insanları seyreden, arada bir zikir söyleyip insanlara el sallayan ve diğer zamanlarda da bütün düşündüğü şey dünya, makam, rahatlık ve evladının kendi yerine geçip de kutup olması olan bir insan için kesinlikle “tek düşündüğü şey Allah’tır” denilemez.

- - - - - - - - - - - - -

[1] Kamer, 55.

[2] Usul-i Kâfi cilt: 2 sayfa: 68, Hadis: 3.

ehlader

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM