Vahdetin olmadığı yerde ümmet değil, kuru kalabalık
vardırHz. Peygamber’in (s) mübarek doğum gününün olduğu haftanın vahdet haftası
olarak kutlandığı bugünlerde IQNA Haber Ajansı Türkçe Servisi olarak vahdete
ilişkin röportajlar serimize başlıyoruz. İlk röportajımızı Kardeşlik Bilinci ve
Ümmet Şuuru kitabının yazarı Hazım Koral ile gerçekleştirdik. Vahdet konusunda
önemli çalışmaları ve yazıları olan ayrıca katıldığı tüm televizyon
programlarında ümmetin birliğine vurgu yapan araştırmacı yazar Koral “vahdetin
olmadığı yerde ümmet değil ‘etkin olmayan kuru kalabalık’ vardır” sözleriyle
ümmet için vahdetin zaruretini özetledi. Koral ayrıca vahdetin önündeki en
büyük engeli “Müslümanların başındaki feraset ve basiret sahibi olmayan
sorumsuz siyasîlerdir.” şeklinde ifade etti. İşte Hazım Koral ile
gerçekleştirdiğimiz röportaj metni:
1. Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür
ederiz. Vahdet haftasındayız ve öncelikle vahdetin tanımı ile başlayalım
dilerseniz. Vahdet nedir ve nasıl olmalıdır?
Vahdet kelimesi terminolojik olarak aynı düşünce, fikir ve
hedef uğruna "birliktelik" oluşturmak anlamına gelmektedir. Vahdet
kelimesi aynı zamanda "ümmet" sözcüğü içerisinde mündemiçtir. Öyle
ki, ümmet "ümm" kökünden olup "ana" anlamına gelen bir
kelimedir. Ana, "toparlayan ve bir arada tutan"dır. Ümmet, nasıl ki aynı inancı ve akideyi taşıyan
ve bu akidenin gereklerini yerine getirmek için eşgüdümlü olarak aynı hedefe
doğru hareket halindeki topluluk oluyorsa, vahdet de birlik olmuş ve hedefe
doğru senkronize bir şekilde yürüyen evrensel İslâm medeniyeti anlamına
gelmektedir. Parçalara bölünmüş, kümeleşmiş ve klik hâle gelmiş topluluk cemaat
olarak tavsif edilmemeli. Vahdet sözcüğüne dönecek olursak asgari ve imanî
müştereklerde ümmetin birlik oluşturmasıdır. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki:
"Sizin ümmetiniz bir tek ümmetir, ben de sizin Rabbinizim, o hâlde bana
kulluk edin." (Enbiyâ: 92)
Ayette belirtildiği üzere bir tek olan ümmet ne yazık ki
bugün 57 ulus devlete bölünmüş vaziyette. Bu bölünmüşlük aynı zamanda
"sosyal şirk" anlamına gelmektedir. "Toptan Allah'ın ipine
sarılın." (Al-i İmrân:103) Bu ilâhî emir asla ertelenemez farz üstü farz
bir vecibedir. Ümmetin başındaki siyasiler öncelikle bu şirk batağından
kurtulmak için diplomatik ve siyasî girişimlerde bulunmak ödevindedir. Merhum
Erbakan bu evrensel vahdetin tahakkuku için D-8 projesini kurmuştu. Ve diyordu
ki: "Hangi cemaatten, hangi tarikattan, hangi mezhepten olursan ol eğer
'İslâm Birliği' için mücadele vermiyorsan beş para etmezsin." Vahdet
konusunda meselenin aslı budur.
2. Peki vahdetin önündeki engeller nelerdir?
Vahdetin önündeki en büyük engel yobaz ve taassub ehli tarikat
şeyleri değildir. Asıl olarak vahdete engel Müslümanların başındaki feraset ve
basiret sahibi olmayan sorumsuz siyasîlerdir. Vahdeti, yani İslâm Birliği'ni
her şeyden önce onlar isteyecek ve bunu kendilerine dert edinip Merhum Erbakan
gibi bunun mücadelesini verecek. Daha doğrusu bunun mücadelesini vermek
zorundalar. Eğer vahdet için, "İslâm Birliği" için mücadele
etmiyorlarsa, hem Allah Teâlâ'ya, hem İslâm ümmetine ihanet içerisindeler.
Merhum İmâm Humeynî (r.a) devrimin hemen akabinde Müslüman ülkelerin başındaki
yöneticilere vahdete ilişkin diplomatik çağrılarda bulundu. Ancak İslâm
ülkelerinin başındaki yöneticiler "İslâm Birliği" fikrine sırt
çevirdi. Saddam zalimi ise sadece sırt çevirmekle kalmayıp ABD ve diğer
emperyal güçler adına yeni kurulmuş olan İslâm Devleti'ne savaş açtı. İfade
ettiğimiz gibi, vahdetin önünde en büyük engel "İslâm Birliği" diye
bir derdi olmayan siyasîlerdir.
3. Engelleri nasıl bertaraf edebiliriz, nasıl bir yol
izlenmeli?
Engelleri bertaraf etmek için Müslüman halklar evrensel
vahdet bilincine sahip olmalılar ve bu taleplerini sandıkta veya başka sivil
inisiyatif yöntemleriyle başlarındaki siyasilerden talep etmeliler. Müslümanlar
her şeyden önce kardeşlik bilincine ve ümmet şuuruna sahip olmalılar. Bu şuura
sahip siyasîleri iş başına getirmeliler. Müslümanlar fıkhî çıkarsamalar sonucu
oluşmuş ekolleri mutlak doğrunun kaynağı ve kendi dışındakilerini batıl ehli
görmemeli. Alt kimliklere ait kural ve kriterler nass ve tabu olarak
görülmemeli. Asgarî müşterekler bağlayıcı olmalıdır. Vahdet için sadece
"Müslüman" sıfatı yeterlidir.
4. Vahdeti gerçekleştirebilmek için günlük hayatta bir
Müslüman nasıl bir yol izlemeli?
Günlük hayatta derken, her Müslüman münferiden, yani birey
olarak vahdetin imanî bir vecibe olduğunu (yukarıda aktardığımız Enbiya
Suresi'nin 92'nci ayetinden mütevellit) beyinlerine ve kalplerine
nakşetmeliler. Birey olarak vahdet bilincinde olmak her türlü tarikat, cemaat
ve mezhep gibi olguların vahdete engel olmaması gerektiğinin bilincine sahip
olmaktan geçer. Müslümanlar asla ve kat'a alt kimliklerinden dolayı
birbirlerini ötekileştirici bir tutuma girmemeliler. Bu konuda mükemmel bir
ölçü olan şu hadis bizim kırmızı çizgimiz olmalı: "İmân etmedikçe cennete
giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olamazsınız." İşte bütün
mesele bu. Vahdetle ilgili birçok ayetle birlikte, bu Hadis-i Şerif de ümmetin
vahdetini sağlayacak mükemmel bir kriter olmaktadır.
Sırf içtihadî farklıklardan dolayı Müslümanları
ötekileştirmek hatta küfürle itham etmek kapkara bir cehalet örneğidir. Bugün
belirli aralıklarla Afganistan'da yaşanan üzücü hadiseler bu cehaletin
sonucudur. Ne yazık ki, Afganistan'da farklı mezhepten diye Ehl-i Beyt muhibbi
insanların camileri ve okulları terör eylemleriyle bombalanmakta ve masum insanlarla
çocuklar topluca katledilmekte. Yakın zamana kadar Irak ve Suriye'de IŞİD ve
benzeri terör gruplarının din adına işlediği cinayetler aynı karanlık cehaletin
sonucudur. Oysa Maide Suresi'nin 32'nci ayetinde belirtildiği üzere
"taammüden bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir." Nisa Suresi'nin 93'ncü ayetinde ise bu cürmü
işleyenin yeri "edebi cehennem" olduğu bildirilmektedir. Daha bundan
öte bir uyarı olabilir mi? Ancak bu cinayetleri işleyenler her şeyden önce
yanlış fetvalarla beyinleri dumura uğratılmış gençler olmaktadır. Hemen hemen
her ülkenin ceza kanunlarında var olan, "Halkı; din, mezhep, sınıf, etnik
köken ve bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik etmek" suçunu
işleyen (fetva makamındaki) sözde âlim müsvetteleri hakkında mutlaka hukukî
işlem başlatılmalı ve ellerindeki neşriyat varsa "muzır" ilân
edilerek toplatılıp imha edilmeli. "Ne sebeple olursa olsun halkı kin ve
düşmanlığa tahrik eden her söz ve her fetva "düşünce ve ifade
özgürlüğü" kapsamında değerlendirilemez. Karşımızdakinin bırakın
mezhebini/meşrebini dini bile farklı olsa biz ona düşmanlık besleyemeyiz. Bizim
kırmızı çizgimiz evrenseldir: "Dininiz hususunda sizinle savaşmayan, sizi
yurdunuzdan çıkarmaya teşebbüs etmeyen (sizin yeraltı yerüstü kaynaklarınıza
göz dikmeyen) gayri müslimlerle iyi ilişkiler geliştirmenizi Rabbiniz men
etmemektedir."
(Mümtehine: 8) Bizim Kur'an zaviyesinden gayri müslimlere
bakışımız bu iken Müslüman kardeşlerimizle ilişkilerimiz daha ileri boyutlarda
"vahdet ve uhuvvet" kapsamında olmalı değil mi?
5. Vahdetin olduğu bir ümmetin özellikleri nelerdir?
Vahdetin gereğini yerine getirmiş olan ümmet İslâm'ı müesses
bir nizama dönüştürmüş demektir. Vahdetin hayatî anlamda gerekliliği toplumsal
düzenin tanzimine ilişkin bütün ümmeti kapsayan ve Merhum Erbakan'ın D-8'den
sonraki projesi olan D-60'ın hayatiyet kazanmasıdır. Bilindiği üzere Merhum
Erbakan'ın bu kapsamda yaptığı diplomatik girişimlere en müspet cevap veren
ülke İran olmuştur. İran İslâm Cumhuriyeti kurulduğu günden beri değişik
platformlarda sürekli vahdeti dile getirmiş ve gerekleri için somut adımlar
atmıştır. Soruya dönecek olursak: Eğer yüce dinimizin ümmeti mesul kıldığı
vahdet tahakkuk ederse, İslâm sadece medeniyet ve kültür bazında değil
"müesses bir nizam" olarak tüm yeryüzü coğrafyasında hukukun
üstünlüğü prensibini esas alarak insan temel hak ve özgürlüklerini teminat
altına alıp barış ve adaleti tesis etmiş olacaktır. Öyle bir durumda Al-i İmrân
Süresi'nde ifade edilen "iyiliklerin tesis edilmesi ile kötülüklerin bertaraf
edilmesi" bütün yeryüzüne şamil bir şekilde (bayındırlık hizmetleri
olarak) tahakkuk edecektir. Bu şekilde yine Merhum Erbakan'ın üçüncü aşamadaki
D-160 projesi bağlantısız/anti emperyalist ülkelerle işbirliğine gidilerek
İslâm ümmetinin diplomatik ve siyasî mekanizma garantörlüğünde yeni bir dünya
düzeni kurulmuş olacaktır. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'in birçok ayetinde bu
müjdeyi vermektedir. (Örneğin, Nur Suresi'nin 55'nci ayeti ile Saff Suresi'nin
8'nci ayeti.
6. Son olarak, vahdet derken genelde tabiri caizse
“düşmana karşı tek yürek olmak ve güç” temelli ele alınıyor. Siz önceki
yanıtlarınızda bu konuya işaret ettiniz. Yine de bu konuyu biraz daha açmak
istiyorum. Vahdet yalnızca stratejik bir hamle midir, vahdetin imanî boyutunu
göz ardı mı ediyoruz?
Vahdet vecibesi "de fakto" (zorunlu)
durumlar/konjonktürel şartlar için ve düşmana karşı stratejik bir hamle olsun
diye değil, tesis edilmesi ve sürdürülür bir hâlde olması imânî bir
zorunluluktur. Bakınız, bilindiği üzere ve diğer soruda belirttiğimiz gibi
ümmet kelimesi "sıfat" kavramdır. Yani vahdet varsa ümmet vardır, vahdetin
olmadığı yerde ümmet değil "etkin olmayan kuru kalabalık" vardır.
Ümmet, mutlak anlamda vahdeti oluşturmuş yek vücut topluluktur. Bu topluluk
ümmet olma vasfını vahdetle kazanmıştır. Bu yüzden vahdet imâna taallûk eden
bir vecibedir. Vahdetin pratize edilmesi ümmetin başındaki siyasîlerin
"sosyal şirk" durumundaki "ucube ve iğreti" ulus
devletlerin varlığını (federatif bir statü ile de olsa) sonlandırıp İslâm'ı
evrensel anlamda müesses bir nizama dönüştürmesine bağlıdır. Nihai anlamda
ümmetin vahdeti ve insicamı bu şekilde sağlanacağı kanaatindeyiz. Vesselâm...
Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz ve açıklayıcı
yanıtlarınızı istifademize sunduğunuz için çok teşekkür ederiz.