Orta Doğu’da epey bir zamandır “soykırım” olarak da
tariflenen İsrail vahşeti sürerken İran ile İsrail arasında füzelerin de gidip
geldiği çok şey oluyor son haftalarda. Suriye’deki İran Büyükelçiliğini
bombalayarak bazı yetkililerin ölümüne de sebep olan İsrail’in Tahran
yönetiminin meşru müdafaa niteliği atfettiği saldırısını karşılarken tarihte
ilk kez olarak ABD, İngiltere, Fransa ve Ürdün’ü kapsayan bir uluslararası
koalisyonu arkasına aldığına da tanık olduk.
İngiltere ve Fransa zaten bir anlamda “eş durumundan” orada
olacaklardı. Ürdün de Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve diğer ülkelerin
savaş uçaklarının kendi hava sahasını kullanmalarına izin vereceğini, hatta
İran tehditlerini engellemek hava savunmasının kullanılacağını söylemişti zaten.
Ancak İsrail’e destek veren koalisyonun bu ülkelerle sınırlı kaldığını
zannederken, Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri’nin de İran’ın füze
saldırısı sırasında Tel Aviv’e destek verdiklerini düşündüren birtakım
gelişmeler oldu. Hiçbir makamdan bu konuda resmi bir açıklama yapılmamasına
rağmen neden böyle düşündüğümü açıklayayım, öncelikle. Zira bu konunun izini
sürdüğümüzde ilginç bir olgunun eşiğinde bulacağımız kendimizi.
Böyle düşünmeme sebep olan gelişmelerden ilkine The
Jerusalem Post gazetesi, 15 Nisan tarihli dijital nüshasındaki bir
haberinde yer verdi. Habere göre, Kraliyet ailesine yakın bir kaynak İsrailli
KAN medya grubuna, Suudi Arabistan’ın hava sahasındaki herhangi bir şüpheli
varlığı otomatik olarak engelleyecek bir sistemi olduğunu söylemiş ve “İran'ın,
vekil gücü Hamas aracılığıyla, ABD'nin Suudi Arabistan ile normalleşme
anlaşması yapma çabalarını engellemek için Gazze savaşını kışkırttığını” iddia
etmişti.
Gerçi çok şaşırtıcı değil böyle bir söylem. Ayrıca Suudi
Krallığının İran’ın saldırısını kendi web sitesinden kınadığını da biliyorduk.
Bu arada, El Arabiya, 15 Nisan tarihli haberinde, Suudi resmi
kaynaklarının kendilerine İran'ın insansız hava araçları ve füzelerinin
önlenmesi faaliyetine Suudi Arabistan'ın katılmadığını bildirdiklerini
kaydetmişti. Ancak Wall Street Journal gazetesi, aynı tarihli
haberinde, bu ülkeler tarafından başka bir “görevin” icrasına dikkati
çekiyordu. Gazeteye göre, Suudi Arabistan ile BAE yönetimleri -en başta konuya
temkinli yaklaşmakla birlikte- İran’ın İsrail topraklarını 300’ün üzerinde İHA
ve füzeyle vurduğu saldırının öncesinde Washington'la birtakım görüşmeler
yapmışlardı. İki ülke bu görüşmelerin ardından radar takip bilgilerini de
içeren istihbarat paylaşmayı kabul etmişlerdi. Denildiğine göre, İran
yetkilileri saldırı öncesinde Suudi Arabistan ve bazı Körfez ülkelerinden
meslektaşlarına yapacakları saldırıyla ilgili kapsam ve zamanlamaya dair bilgi
paylaşmış, hava sahalarında o zaman diliminde gerekli önlemi almalarını rica
etmişlerdi. Bu ülkeler de o bilgileri doğruca ABD ile İsrail’e
yetiştirmişlerdi. (Gerçi böyle bir ihtimali İran’ın öngörmeyeceğini
zannetmiyorum. Dolayısıyla işlerin çok sayıda partinin bilgisi dahilinde ve
“kontrol altında” yürümesi de istenmiş olabilir.)
Zaten ABD'li yetkililer, İsrail'in Şam’daki İran konsolosluk
binasına saldırmasının ardından Arap hükümetlerine İran'ın İsrail'e yönelik
gerçekleştireceği misillemeye dair istihbaratı kendileriyle paylaşmaları
yönünde baskı yapmaya başlamıştı.
Neticede, çok ön plana çıkmasalar ve fazla aktif olmasalar
da Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri İsrail’in koalisyonunun içinde
yer almıştı.
Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerin
pasif de olsa İsrail’in safında yer almalarını sağlamak -İran ile ilişkilerini
de normalleştirmeye çalıştıkları- tarihin şu noktasında aslında ABD için çok
önemli bir kazanımdı.
Neden çok önemli? Şimdi onu açayım?
Önce şu: 30 Ekim 2013 tarihli yazımda, Orta Doğu’nun en güçlü 4 ülkesi diyebileceğimiz İran, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır’ın 1 Ocak’tan itibaren BRICS’e artık tam üye statüsüyle resmen dahil olabileceklerini yazmıştım. Daha açık ifadeyle, ABD’nin “benim Ortadoğu’daki müttefiklerim” dediği Arap ülkeleri, aynı ABD’nin “benim düşmanım” dediği İran ile aynı safta buluşacaktı. Yazıda, bu durumdan hoşnut olmayan Washington’un, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısını Arapların İran ile yürüttükleri normalleşme sürecini duraklatma ve bölgedeki “müttefiklerini” yeniden kendi arkasında hizalandırma fırsatı olarak kullanacağını ileri sürmüştüm. BRICS üyeliklerini engellemeye çalışmak gibi bir durum dahi söz konusu olabilirdi.
Tüm bu aktardıklarımdan da görüleceği gibi, olaylar
öngördüğümüz istikamette seyretmiş gibi duruyor. Hatta bu BRICS üyeliğinin de
sorgulanmakta olduğunu görüyoruz. Zira, RT News, Vietnam’ın gruba
üyeliğiyle ilgili yaptığı 11 Nisan tarihli BRICS haberinde, “Suudi
Arabistan’ın da üyeliği onaylandı ancak Riyad yönetiminin, katılıma nihai onay
vermeyi düşünmekte olduğu bildiriliyor” benzeri bir ifade
kullanmıştı.
Neticede, İran’a füze attırılarak, bir “hizalanma” süreci başarılmış gibi duruyor. Ancak bu aktardıklarımız fotoğrafın tamamını vermez. Çünkü, Ürdün’ün yanı sıra Suudi Arabistan ve BAE’nin Washington ve Tel Aviv’in ardında “saf tutmasının” başka bir önemi daha da var. Çünkü bu ülkeler IMEC (Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru) projesi kapsamında Orta Doğu'da Çin'in artan nüfuzunu dengeleyecek bir ağırlık merkezi inşa etme çabalarının sacayakları arasında görülüyor.
Bilindiği gibi IMEC projesi, Eylül 2023'te Yeni
Delhi'de gerçekleştirilen G-20 Zirvesi’nde ABD, Hindistan, Suudi
Arabistan, BAE, Fransa, İtalya, Almanya ve Avrupa Birliği'nin liderleri
tarafından G-20 Zirvesi sırasında imzalanan bir mutabakat zaptı ile duyurulmuştu.
Proje, Dubai ile Hayfa limanı arasında inşa edilecek kara ve demir yolları
aracılığıyla Hindistan’ı Ortadoğu ve Avrupa'ya bağlayacak yeni bir ticaret
koridoru kurulmasını temel alıyor. İran karşısında örtük bir İsrail koalisyonu
gibi davrandığını gördüğümüz BAE, Suudi Arabistan ve Ürdün de bu koridorun en
önemli aktörleri olarak öne çıkarılıyor.
Projenin Çin'in artan nüfuzundan kaygı duyan Hindistan ve
ABD tarafından Kuşak ve Yol Girişimi’ne alternatif olarak kurgulanmakta
olduğuna inanılıyor. Proje, büyüyen Hindistan ekonomisinin Ortadoğu’daki Arap
ülkeleri ile 240 milyar dolara ulaşan ticaret ve yatırım bağlantılarını
geliştirecek, oradan İsrail ve Avrupa’ya ulaşmasını sağlayacak güvenli ve hızlı
bir koridorun oluşturulmasını amaçlıyor. İsrail Başbakanı Binyamin
Netanyahu, IMEC girişimini “Orta Doğu’nun ve İsrail’in çehresini değiştirecek
ve dünya çapında etki yaratacak tarihteki en büyük iş birliği projesi” olarak
nitelendiriyor.
IMEC için İsrail’i Körfez ülkelerine bağlayacak demiryolu
ağlarının inşa edilmesi gerekiyor. Ancak bu iş “çantada keklik” değil.
Çin, Ortadoğu’da demiryolu hatlarının döşenmesinde an itibarıyla
Hindistan’dan daha büyük bir oyuncu konumunda. Ancak, yukarıda da dile
getirdiğim gibi, IMEC projesiyle her şeyden önce ABD'nin bölgedeki
müttefikleriyle -ve o müttefiklerin kendi aralarındaki- ilişkilerini
perçinlemesi isteniyor. Bölgesel tedarik zincirlerinin güvenliğinin
sağlandığı, Asya, Orta Doğu ve Avrupa arasında maliyetlerin aşağı çekilmesine
ciddi katkı yapacak geniş bir entegrasyonun mümkün kılındığı bir ağırlık
merkezi oluşturulması arzulanıyor.
Ancak Orta Doğu kazanının iyice kaynar hali, yer yer düşük
yer yer yüksek yoğunluklu çatışmalar IMEC projesinin hayata geçirilmesinin
önünde engel. Öte yandan, bu durum bazen bir fırsat da. Yani bu ihtilaf ve
çatışmalar bazen kışkırtılıp harareti önceden yararlanan bir süreçle, bölgedeki
jeopolitik denklemde donmuş gibi duran kartların yeniden dağıtılmasını,
saflaşmaların daha belirgin hale gelmesini sağlayabilir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Türkiye’siz koridor
olmaz” diyerek koridoru Avrupa’ya ulaştırmada Türkiye yerine Yunanistan’ın Pire
Limanı'nın tercih edilmesine karşı çıktığı da bir proje IMEC. Doğu-Batı
trafiğine en uygun güzergâhın Türkiye’den geçmesi gerektiğine inanan Ankara’nın
favorisi, Kuşak ve Yol Girişimi’nin entegre bir parçası olan ve Orta
Koridor olarak da bilinen Trans-Caspian International Transport Route
(TITR). Ankara, Çin'den başlayan, Türki cumhuriyetleri de kapsayarak
Kafkaslar, Karadeniz ve Türkiye ve üzerinden Londra'ya uzanan ve daha güvenli
olması, zaman tasarrufu sağlamasıyla uluslararası ticarette daha fazla öne
çıkan Orta Koridor'un öneminin IMEC’e nazaran daha fazla olduğu inancında.
ABD için ise IMEC koridoru projesi aynı anda hem bir
bölgesel istikrar projesi hem de istikrarsızlaştırma aracı olma potansiyeline
sahip. Yani projenin arzulanan hedefe erişemeyeceğini gördüğü noktada onu
istikrarsızlaştırmaya katkıda bulunacak şekilde bir ateş başlatıcı çubuk gibi
de kullanabilir.
Neticede, bölgede önde gelen Arap ülkelerinin
hamlelerini senkron bir biçimde “İran ile normalleşme” ve ilişkileri geliştirme
doğrultusunda yapmalarından rahatsız olan ABD ile İsrail’in bunu
engellemek için verdikleri çabalarda bir ara duraktayız şu an. Amerikalıların
“so far, so good” şeklinde özetleyebilecekleri bir ara durak. Ancak gerek
IMEC’in gerek BRICS’in seyri kesinleşmiş ve oyun bitmiş değil. Ayrıca zaten
Orta Doğu’da oyun (!) kolay kolay da bitmez. Hele de Washington “bitti”
demedikçe. Ancak bu sefer, “asıl ben bitti demeden bitmez” diyen güçlü bir
direniş cephesi olduğu da muhakkak.
t24