Yeni Yalta’ya kadar, hop oturup hop kalkmak

GİRİŞ: 24.04.2025 09:53      GÜNCELLEME: 24.04.2025 09:53
Rasthaber -  

ABD ve İran heyetlerinin müzakeresinde 3. tur gözükürken dünyanın kalıcı bir barışa ne ölçüde yaklaştığını bilmiyoruz. Bildiğimiz, Trump, Putin ve Şi’nin Yalta 2.0’ına kadar tarafların birbirlerinin nüfuz bölgelerini tam olarak tanımayacağı

Geçen hafta Umman’da İran heyetiyle dolaylı olarak görüşen ABD yetkililerinin hangi jeopolitik hesaplarla orada olduklarına değinmiştim. İki gün önce heyetler Roma’da ikinci tur görüşmeleri de tamamladılar. Heyetlerin 26 Nisan’da yeniden görüşecekleri açıklandı. Ancak iki ülke arasındaki ikili ilişkiler hangi yöne evrilecek, bölgemizde yeni bir savaşa mı yoksa barışa mı daha yakınız, pek bir ipucu yok. Umman başkenti Muskat’taki ilk görüşme ile İtalya başkenti Roma’da gerçekleşen ikinci görüşme arasındaki zaman zarfında meydana gelen gelişmeler, verilen demeçler sorunun yanıtına dair fikir verebilir, diyerek bu yazıda bu gelişmeleri ve demeçlerin satır arasından okuduklarımızı masaya yatıralım.

Yatıralım, zira müzakereler üzerinden giderilmeye çalışılan ihtilaf, görüşmelerin çökmesiyle bir anda dünyayı, hadi dünyayı olmasa da bölgemizi yeniden ve Türkiye’nin de etkileneceği şekilde daha büyük bir ateşe verebilir. Ellerini ovuşturarak kenarda bunu bekleyen epey bir kesim olduğu da malum.

Şu aşamada müzakerelerin neye evrileceği tam olarak belli değil.

Neoconlar önce Amerikacılara karşı

Bir yanda “Trump gerçekte İsrail’in İran’ı vurmasını istiyor ve askeri destek de verecek, sadece bu görüşmelerle meşruiyet ve ‘rıza üretimi’ arıyor, bir noktada İran’ı nükleer silah sahibi olma arzusundan caydıramadıklarını söyleyerek masayı devirecek ve sonrasında silahlar konuşacak,” diyenler var.

Bir yanda da benim gibi, “ABD istihbaratının başındaki Tulsi Gabbard’ın elindeki bilgiler, İran’ın nükleer silah geliştirme çabası içinde olmadığını gösteriyor, dolayısıyla Trump bu ülkeyi vurmaktan yana değil, Rusya’yı izole etme hesapları içinde Tahran yönetimine rol üstlendirmenin peşinde,” şeklinde akıl yürütenler var. Geçen hafta jeopolitik arka planını detaylı şekilde açıkladığım gibi, Washington’un ölümü gösterip Tahran’ı sıtmaya razı etmeye çalıştığını, en azından buna öncelik vermek istediğini düşünmek mümkün.

Tabii ortada bu şekilde seçenekler olduğunu söylemek, Washington için meselenin akla kara berraklığında olduğunu söylemek anlamına gelmiyor. Zira ABD yönetimi içinde ciddi görüş ayrılıkları olduğunu görüyoruz. Bir tarafta, Savunma Bakanı Pete Hegseth, Dışişleri Bakını Marco Rubio, Ulusal Güvenlik Danışmanları Sebastian Gorka ve Mike Waltz gibi neo-con isimler… Bir yanda da Başkan Yardımcısı J. D. Vance, Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard ve Başkan’ın Orta Doğu Temsilcisi Steve Witcoff gibi “America First”çü kanat var.

Ekip içindeki derin sayılabilecek görüş ayrılıkları kendisini sadece İran meselesinde değil Ukrayna meselesinde de hissettiriyor. Neocon isimler nasıl İran karşısında şahin kesilmekten yanaysa ve İsrail’e destek verilmesi gerektiğini düşünüyorsa, Ukrayna’da da Kiev yönetimini müzakerelere oturtma çabasından arabuluculuktan vazgeçilmesini istiyorlar. “Önce Amerikacı” dediğim isimler ise Mossad istihbaratının sağladığı bilgilerle hareket etmekten yana değil.

Bizi bu yazı çerçevesinde ilgilendiren İran meselesi temelinde konuya biraz daha yakından bakacak olursak…

Mesela, ABD Kongresi üzerinde etkili Siyonist lobilerin tüm engelleme gayretlerine rağmen Tulsi Gabbard, Ulusal İstihbarat Direktörü olarak Başkan Donald Trump’a geçtiğimiz haftalarda, “İran 2003’den bu yana nükleer silah geliştirme çalışması yürütmüyor, ülkenin dini lideri Ali Hamaney de böyle bir çaba yürütmenin karşısında” şeklinde özetleyebileceğimiz bir rapor sunmuştu. Ama Trump’ın Dışişleri Bakanı Rubio İran’ı bir şekilde vurmayı arzulayan bir kanatta yer alıyor. Siyonizm yanlısı lobi gruplarından 1 milyon doların üzerinde bağış aldığı söylenen bir isim Rubio. Trump İran ile dolaylı görüşmelere belki bu yüzden Rubio’yu değil, Orta Doğu Özel Temsilcisi Steve Witcoff’u gönderdi.

Görüşmelerin dinamiği

Şimdi biri Umman başkenti Muskat’ta diğeri İtalya başkenti Roma’da gerçekleşen iki görüşme arasında yaşanan ve çok önemli bulduğum gelişmeleri aktarayım:

İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçı ikinci tur görüşmelerden 3 gün önce, uranyum zenginleştirmenin İran'ın nükleer programının temel bir parçası olmaya devam ettiğini ve bunun “müzakere edilemez” olduğunu yineledi. Böylelikle, ABD Özel Temsilcisi Steve Witkoff'un Tahran'ın uranyum zenginleştirme çabalarını durdurması yönündeki talebine net bir yanıt vermiş oldu. Erakçı, kabine toplantısının ardından gazetecilere şöyle konuştu: “İran'ın uranyum zenginleştirmesi gerçek, kabul görmüş bir konudur. Olası endişelere yanıt olarak güven oluşturmaya hazırız, ancak zenginleştirme konusu müzakere edilemez.

Aslına bakılırsa, bu acıkmalara rağmen, iki heyetin tutumları arasında radikal bir fark olmadığını sanıyorum. Zira, Witkoff, 14 Nisan’da Fox News’a yaptığı bir açıklamada, ABD'nin Tahran'ın nükleer programını ortadan kaldırmaktan ziyade sınırlamayı hedeflediğini ima eden yorumlarda bulunmuştu. Witkoff bu röportajda, “Başkan söylediklerini kastediyor: İran'ın bir nükleer bombası olamaz,” demiş ve İran ile devam eden “görüşmenin” zenginleştirme ve silahlandırma hakkında olacağını, üzerinde mutabık kalınan taahhütlerin doğrulanması zorunluluğunu vurgulamıştı.

Witkoff’un açıklamalarındaki iması bir gerçeklik ifade ediyorsa, Amerikan heyeti, Obama yönetimi döneminde, 2015 yılında imzalanan P5+1 İran nükleer anlaşmasının önemli bir bileşenini, Tahran ile bugün yürütülen görüşmelerde yeniden bir referans noktası olarak kullanıyor demektir. Bu ilginç, zira Başkan Trump bu yaklaşımı 2018'de terk ederek anlaşmadan Washington’un imzasını çekmişti. Trump’ın uzun süredir eleştirdiği söz konusu nükleer anlaşma, İran'ın uranyum zenginleştirme seviyesini yüzde 3,67'nin üzerine çıkarmasını, İslam Cumhuriyeti'nin silah elde etmesini engellemeyi amaçlayan bir çerçeve kapsamında yasaklıyordu. Trump, Washington'un imzasını bu anlaşmadan çekince, İran uranyumu yüzde 3,67 oranına kadar zenginleştirme kısıtından ve kendisini ABD'ye karşı sorumlu hissetmekten kurtulmuştu. Zaman zaman İran’ın bu oranı aştığına yönelik söylentiler çıkmıştı. Elinde yüzde 4'lere yakın mertebede zenginleştirilmiş uranyum bulunan bir ülke olarak İran’ın bu oranı yüzde 20'nin üzerine çıkardığında nükleer reaktörlerinde, yüzde 90'ın üzerine çıkardığında da füzelerin nükleer başlıklarında kullanabilecek bir noktaya ulaşacağı hep söylenmişti. 

İsrail yine de vurabilir

Bu arada, İsrail’in önümüzdeki aylarda İran'ın nükleer tesislerine bir saldırı olasılığını dışlamadığı da aynı günlerde ortaya çıktı. Hem de Başkan Donald Trump’ın, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu'ya ABD'nin İran’a saldırıyı desteklemeyi istemediğini söylemesine rağmen. Reuters’in İsrailli bir yetkili ve konuya aşina iki kişiden aldığı bilgilere göre, İsrailli yetkililer, Tahran'ın nükleer silah edinmesini engellemeye yeminliler ve Netanyahu, İran ile yapılacak herhangi bir müzakerenin Tahran yönetiminin nükleer programının tamamen ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanması gerektiğinde ısrarlı.

Oysa New York Times’ın yazdığı üzere, Donald Trump Beyaz Saray'da bu ayın başlarında yaptığı görüşmede Netanyahu'ya, Washington'ın Tahran ile diplomatik görüşmelere öncelik vermek istediğini ve kısa vadede ülkenin nükleer tesislerine saldırıyı desteklemeyeceğini söylediğini yazmıştı.

Şarkü’l Evsat gazetesi ise, Trump’ın bu konudaki kararını aylarca süren iç tartışmaların ardından verdiğini yazdı. Gazeteye göre, söz konusu tartışma, şahin kanattaki Amerikan kabine yetkilileri ile İran'a yapılacak askeri bir saldırının ülkenin nükleer hırslarını yok edip daha büyük bir savaşı önleyebileceği konusunda şüpheci olan diğer Amerikalı yetkililer arasındaki fay hatlarını iyice belirginleştirdi. Neticede, Beyaz Saray’da önceliği diplomasiye verme yanlısı olan ve askeri harekata şu aşamada karşı olan bir fikir birliğine kabaca da olsa varılmıştı.

ABD yönetiminin konuya ilişkin tonundaki değişikliği fark eden İran ise hem Rusya hem de Çin ile yürüttüğü istişarelerin ardından, Umman'da ABD ile “dolaylı” müzakerelere oturmayı kabul etmişti. “Yapıcı” geçtiği söylenen ilk iki tur görüşmelerde kesin sonuca varılmış olmasa da hem Trump'ın savaşçı söylemi ve İran liderliğinin keskin karşıtlığıyla kızışan hava önemli ölçüde soğumuş görünüyor. Ve en azından şimdilik, hedefte savaş değil barış varmış gibi duruyor.

Yemen’i bunun için vurdular

Tabii bu arada, kimi siyasi gözlemciler İran'ın kritik nükleer altyapısını yerin epey altına gömerek ABD'nin konvansiyonel saldırılarına karşı kendisini bağışık hale getirdiği de söyleniyordu. Zaten Trump yönetimi, bu nedenle ABD envanterindeki en güçlü sığınak patlatma bombalarıyla donatılmış B-2 bombardıman uçaklarını kullanarak Yemen’e saldırdı. ABD yönetimi, birkaç yeraltı silah depolama tesisini vurarak Tahran’a yeraltı tesislerinin Amerikan konvansiyonel silahlarına karşı bağışık olmadığı mesajını göndermeye çalıştı.

Ama tabii bu riskli bir hamle oldu, zira Yemen’e yönelik bu saldırılar İran ve Yemen kaynaklarının da iddia ettiği gibi, hedeflerini yok etmeyi başaramamış ise bu durum, İran'ın kendine güvenini artırarak hedeflediğinin tam tersi bir sonuç vermiş olacaktı.

Tabii bu durumda da İran'ın (varsa) nükleer altyapısının imhasını garanti altına alacak tek seçeneğin özel olarak tasarlanmış, nükleer sığınak delici savaş başlıkları ve bombalar olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalınacaktı. Irak’ta 1991-1998 arasında BM adına silah denetçiliği yapan, eski Amerikan istihbarat subayı Scott Ritter’e bakılırsa, II. Dünya Savaşı sonrasındaki çatışmalarda nükleer silah kullanan ilk ülke olma konusunda Pandora'nın kutusunu açmaya isteksiz olan Trump, biraz da bu nedenle söylemini yumuşatarak İran ile nükleer sorunu çözmekle sınırlı müzakerelere girmeye karar vermişti.

Bir gün önce Moskova’daydı

Bu arada, Erakçi’nin, Roma’daki ikinci tur görüşmelerin hemen öncesinde, 17-18 Nisan tarihlerinde Moskova’da temaslarda bulunduğunu da ekleyelim. Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin tarafından Kremlin'de kabul edilen Erakçi, Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ile de görüştü. İki bakanın ülkeleri arasında 17 Ocak'ta Moskova'da imzalanan stratejik işbirliği anlaşması gereği kapsamlı stratejik ortaklık düzeyine doğru ilerleyen çeşitli ikili ilişkilerin tüm yönlerini ayrıntılı bir şekilde inceledikleri bildirildi.

Öte yandan, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Başkanı Rafael Grossi, İran’a gerçekleştirdiği ziyaretin ve İran Dışişleri Bakanı ile gerçekleştirdiği görüşmenin ardından geçen perşembe günü yaptığı açıklamada, ABD ve İran’a nükleer anlaşma için kalan sürenin azaldığı uyarısında bulundu. Grossi, “Tartışmalar kritik bir aşamada ve önümüzde çok fazla zaman kalmadı. Bu yüzden İran’a geldim, müzakere sürecini desteklemek için,” dedi. İran’ın 2003 yılında dini liderin fetvasıyla nükleer silah üretimini haram saydığı yönündeki resmî açıklamasını hatırlatan İran Dışişleri Bakanı Erakçi de, UAEA’nın önümüzdeki birkaç ay içinde İran’ın nükleer dosyasında barışçıl bir anlaşmaya ulaşılmasında önemli bir rol oynayabileceğini belirterek, UAEA’dan ajansı siyasete alet etmemesini istemiş ve nükleer görüşmeleri raydan çıkarmaya çalışan ‘yıkıcı güçlerle’ yüzleşmesini talep etmişti.

ABD'nin askeri müdahale tehdidi eşliğinde İran'la nükleer müzakere yürüttüğü dönemde meydana gelen bir başka önemli bölgesel gelişmede, bir Suudi Arabistan Savunma Bakanı 1979’dan beri ilk kez İran’ı ziyaret etti. Prens Halid bin Selman'ın “tarihi” diye nitelenen geçen haftaki İran ziyareti, zamanlaması ve karşılıklı mesajlar açısından dikkat çekti. Selman, Tahran'da şu isimlerle görüştü: İran Dini Lideri Ali Hamaney, Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan, Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakıri ve Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri General Ali Ekber Ahmediyan. Görüşmelerde, Suudi Savunma Bakanı, Babası Kral Selman'ın yazılı mesajını İran dini liderine iletti. Tahran Times'a konuşan kaynaklar, Savunma Bakanı’nın görüşmelerinde, “Suudi Arabistan'ın bölgesel anlaşmazlıklarda dış güçlerden ziyade İran'ın yanında yer aldığı yönünde doğrudan bir mesaj iletiliyor," yorumunu yaptılar.

Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman'ın gelecek aylarda Tahran'a resmi devlet ziyareti düzenleyeceği de aynı günlerde duyurulan haberler arasında yer aldı.

Çin'in arabuluculuğunda Tahran’la on yıllardır kopuk olan ilişkilerini onarma çabasına yönelen Riyad yönetimi, İran'la gerilimi azaltarak ve Çin’i bölgeye bir denge unsuru olarak katarak ABD'yi frenlemeye çalışıyor.

Bütün bu gelişmelerin bölgeyi ve dünyayı kalıcı bir barışa ne ölçüde yaklaştırdığını bilmiyoruz elbette. Ama bildiğimiz bir şey var, Trump, Putin ve Şi’nin ne kadar zaman içinde olacağını kestiremediğimiz ve Winston Churchill, Franklin D. Roosevelt ve Joseph Stalin’in bundan 80 yıl önce gerçekleştirdiği Yalta zirvesine benzer anlam taşıyan bir görüşmesi olacak. Yalta 2.0 olarak da adlandırabileceğimiz ve tarafların birbirlerinin nüfuz bölgelerini tanıyacağı bu görüşmeye kadar galiba dünya hop oturacak, hop kalkacak!

t24

YORUMLAR

REKLAM