Kullandığımız İslamî terimler içinde ibadet sahasında soru işaretleri bırakan birçok şey vardır. Namazla ilgili olarak, Hz. Resûlullah (s.a.a.) veya Ehl-i Beyt İmamları (a.s.) “Namaz dinin direğidir.” demişlerdir. Yani bu dinin, içinde kumaşın, iplerin ya da halkaların bulunduğu, kurulu bir çadır mesabesinde olduğunu varsayalım. Tabiatıyla bu çadırın yere sabit bir şekilde kurulmasını sağlayan kazıklar ve yine orada sağlam bir şekilde durması için dikilen direkler de vardır. Bu durumda namaz, bu kurulan çadırın direkleri gibidir. Özellikle de Hz. Resûlullah (s.a.a.) bu anlamı, “Eğer o kabul edilecek olursa onun dışındaki diğer ameller de kabul olur; eğer reddedilecek olursa diğerleri de reddedilir” sözleriyle vurgulamıştır. Yani insanın diğer amellerinin kabulü namazın kabul edilmesi şartına bağlıdır. İnsanın ya sadece hayırlı amellerde bulunup namaz kılmamasından veya namaz kılıyor olsa dahi doğru bir şekilde yerine getirmemesinden dolayı namazla birlikte diğer amelleri de reddedilir.
Namaz yüze çarpılacak olursa diğer amelleri de ayını şekilde reddedilir. Öyleyse diğer amellerin kabulü namazın kabul edilmesine bağlıdır.
“Namaz, her muttaki kişinin yakınlaşma vesilesidir.” Buyurmaktadır başka bir hadis. Kişi namaza devam ettiği müddetçe şeytanın ondan uzaklaşacağına işaret eden bir hadis de vardır. Buna benzer elimizde çok sayıda hadis mevcuttur. Bu mevzunun özel bir öneme sahip olduğunu Kitab-ı Kerim’den çıkarmak mümkündür.
Bu bağlamda akla takılan ve ara sıra bazı insanlardan duyulan soru şudur: Namazın önemi hakkında aktarılan bu hadislerin bütünü sahih midir? Yahut da bunların bir bölümü yalan ve uydurma olduğundan Hz. Peygamber’e ve Ehl-i Beyt İmamları’na nispet edilmesi mümkün müdür? Yahut da bu rivayetlerin bir bölümü âbidlerin ve zâhidlerin çokça bulunduğu ortamlarda mı uydurulmuştur? Yani özellikle Hicret’in 2 ve 3. asrında zâhid ve âbidlerin zühd ve ibadet sahasında özel bir meslek edindikleri, bu işin onları tedrici olarak ruhbanlığa götürdüğü bir ortamda uydurulmuş olabilir mi? Şöyle ki, söz konusu zaman diliminden itibaren tasavvuf İslam âleminde ortaya çıkmaya ve yayılmaya başlamıştır. Nitekim bu zaman diliminde bütünüyle ibadet ve namaza yönelen ve dinî sorumluluklarını unutan bir takım kimselerin de ortaya çıktıklarını görmekteyiz. Emîrülmü’minîn’in ashabından Rebi’ b. Heysem adında birisi vardı. Meşhed’de mevcut olan meşhur Hâce Rebi’ kabri bu zâta aittir. Ancak ben bu kabrin bu şahsa ait olup olmadığından tam da emin değilim. Bu konu çerçevesinde elimde yeterince bilgi mevcut değildir. Fakat bu şahsın İslam âlemindeki sekiz büyük zâhidden birisi olarak kabul edildiğinden de hiçbir kuşku bulunmamaktadır.
İbadet ve zühd Rebi’ İbn Heysem’i öyle bir seviyeye getirmişti ki, o, ömrünün son dönemlerinde kendi kabrini kazdı. O, bazen kabrine gider, orada uyur ve kendi kendisine nasihat bağlamında şöyle derdi: “Sonunda buraya geleceğini unutma!”
Bu dua dışında ondan işittiğim yegâne cümle İmam Hüseyin (a.s.)’ın şehadet haberi kendisine ulaştığında söylediği “Peygamber’inin kızının oğlunu öldüren bir ümmete yazıklar olsun” sözüdür.
Denildiğine göre o, yukarıdaki söz (Sonunda buraya geleceğini unutma) haricinde, sarf etmiş olduğu bu cümle nedeniyle istiğfarda bulunurdu.
Bu adam İmam Ali’nin ordusunda savaşlara katılırdı. Bir gün İmam Ali’ye gelerek şöyle dedi: “Ey Mü’minlerin Emiri! Biz bu savaş hakkında kuşku içindeyiz.” Biz dediğine göre bu savaştan rahatsız olan başka bir grup adına konuştuğu ve onları temsil ettiği de anlaşılıyor. Çünkü kendileriyle savaştıkları grup kendileri gibi şehadet getiren ve namaz kılan kimselerdi. Bu şahıs, Emîrülmü’minîn’in Şîîlerindendir. Savaştan ayrılmak da istemiyordu. Bundan dolayı İmam Ali’ye gelerek kendisine, kuşkunun olmadığı bir görev vermesini istedi. Emîrülmü’minîn Ali (a.s.) kendisine “Eğer kalbinde bir kuşku varsa seni başka bir mekâna gönderelim” buyurdu. Bilemiyorum, acaba o mu bunu istedi yoksa Emîrülmü’minîn’in Ali (a.s.) mı İslam’a hizmet etmesi için onu sınır boylarından birisine göndermede acele etti. Sınır boylarında yapılan savaşlarda karşı taraf ya kâfirdir ya da putperest. Dolayısıyla oralardaki savaşta herhangi bir kuşku bulunmamaktadır.
O dönemin âbid ve zâhidleri bu türdendi. Böyle bir zühdün ve ibadetin ne kıymeti var ki! Hakikatte böyle bir ibadet ve zühd kıymetten yoksundur. Kişinin Ali (a.s.) gibi bir şahsın ordusunda olmasına rağmen onun verdiği emrin doğru mu yanlış mı olduğundan kuşkuya düşüp ihtiyatla amel etmesinin hiçbir anlamı bulunmamaktadır. “Ben niçin kuşkulu bir oruç tutayım” diyenler gibi, bu da “Ben niçin kuşkunun bulunduğu bir savaşta yer alayım” demektedir.
