İbrahimi Dinani: İbn Sina Dersleri (5): Akli irfan

Yer, gök, felek, melek akıldan üstün değildir. Bunların hepsi aklın egemenliği altında idare edilirler. Akıl âlemden meydana gelmez, akıl âlemi idare eder. İdare eden, idare edilenin üstündedir. Kimileri önce âlemin var olduğunu daha sonra tekâmül ederek aklın ortaya çıktığını düşünüyor. Bu, ilgisiz bir sözdür; tam tersine âlem akıl esasına göre meydana gelmiştir. Bu âlemin idaresi akıl, ilim ve bilinç esasına göredir.
GİRİŞ: 01.06.2022 12:07      GÜNCELLEME: 01.06.2022 12:07
Rasthaber -  İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.

Ey saki ben sahip olduğum bu şevkle mestim

Sen bu kadehi götür artık elimden

Dar görüşlü olanlara ulaştır

Rakipler şarapla, ben fikirle mestim

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Mârifet programının samimi takipçileri. Bildiğiniz gibi Ebû Ali Sînâ’nın düşüncelerini inceliyor ve aziz üstadımızın şifreleri çözen açıklamalarından istifade ediyoruz. Üstad, Ebû Ali Sînâ’nın dehasının nişanelerinden biri de kendisinden önce irfan ve felsefede mevcut olmayan şeylerden söz etmesidir. Bu kelimelerin üretilmesi birçok akli ve felsefi sorunun çözümünü sağlamıştır.

Kitabınızda bunlardan biri olarak akli irfan ıstılahından bahsediyorsunuz. Behmenyar da bu konunun açıklanmasını istiyor ve irfani aklı, fıtri irfan olarak tabir ediyor.  Kimileri irfan ile akıl arasına bir çizgi çekiyor ve bunlar arasında bir ilişki olmadığını söylüyor. Siz bu “irfani akıl” kavramını biraz açıklayın, ben de onun İbn Sînâ tarafından nasıl kullanıldığından bahsedeyim.

Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu sorunuzla en temel meselelerden birini gündeme getirmiş oldunuz. Sizin işaret ettiğiniz ve İbn Sînâ’nın da kullandığı kelimeler, çok belirleyici bir role sahiptir. Kelimeler insanın dilinden boş yere dökülmezler. Kelimeler, kültür ve anlam yükleri taşırlar. Zaten kelime anlamdan ayrı bir şey değildir.

Sizin sorunuzda üç kelime kullanılıyor: İrfan, akıl ve fıtrat.  Bu üç kelimenin de Kur’ânî kökleri vardır. Fıtrat kelimesi Kur’ân’da geçiyor, akıl kelimesinin kendisi Kur’ân’da geçmiyor; ama “ya’qilun, ta’qilun” gibi türevleri veya kullanımları Kur’ân’da mevcut. İrfan kelimesi de yine aynı şekilde türevleriyle Kur’ân’da çokça geçiyor. Bunlar bir anlamda Kur’ânî kelimelerdir. Bunların ya bizatihi ya da türevleriyle Kur’ân’da geçiyor.

Akıl kelimesine hemen herkes aşinadır. Herkes aklı olan birinin bir şeyi iyi anladığını (fehm), yani akli bir anlayışa sahip olduğunu düşünür. Elbette anlamak genel bir şeydir; akli, hissi, hayali, vehmi anlama vardır. Anlamanın en yüksek mertebesi akli anlamadır (fehm-i aklâni), zira varlıkta akıldan daha üstün bir şey yoktur. İmkân âleminde akıldan daha üstün başka bir şey bulunmaz.

Yer, gök, felek, melek akıldan üstün değildir. Bunların hepsi aklın egemenliği altında idare edilirler. Akıl âlemden meydana gelmez, akıl âlemi idare eder. İdare eden, idare edilenin üstündedir. Kimileri önce âlemin var olduğunu daha sonra tekâmül ederek aklın ortaya çıktığını düşünüyor. Bu, ilgisiz bir sözdür; tam tersine âlem akıl esasına göre meydana gelmiştir. Bu âlemin idaresi akıl, ilim ve bilinç esasına göredir. Tabii Allah’ın iradesi ve bilinciyledir ama Allah “akl-ı evvel”i (ilk akıl) yarattı. Âlemi idare eden de bu “akl-ı evvel”dir.

O halde akli anlama, anlamanın en üstün mertebesidir. İrfan ise “arefe”, bilmek demektir, bazıları onun şuhûdî bir tanıma olduğunu söylüyor. Bir şeyi iki türlü bilebilirsiniz. Birinde istidlalle bilirsiniz, diğerinde ise onu görürsünüz. Mesela biri size ‘‘şu duvarın arkasından bir duman yükseliyor’’ der. Dumanın yükselmesinden orada bir ateş olduğunu istidlal edersiniz. Bir de gidip orada ateşi görürsünüz. Bunların ikisi de ateşi bilmektir.

Birinde duman yoluyla orada ateş olduğu sonucuna ulaşırsınız ki bu da bir bilmektir. Bir de gidip bizatihi ateşi görürsünüz, bu da ateşi bilmektir. Bunun ikisi de bilmektir, peki bunların hangisi daha güçlüdür? Gidip gördüğümüz daha güçlüdür. İrfan bilmektir, bu şuhûdî de olabilir akli de olabilir. Ancak ben daha sonra şuhûdun da akla döndüğünü açıklayacağım.

Sizin söz konusu ettiğiniz üç kelimeden biri kaldı o da fıtrattır. Yani akıl ve irfanın her ikisinin de bilmek, bilinç sahibi olmakla ilgili olduğunu öğrendik. Kur’ân’da da geçen “fıtrat” kelimesi yaratılış demektir. “Fatara”, “khalaka” demektir, “fatares semavati vel ard” (En’âm, 79) (gökleri ve yeri yaratan) “khalakas semavati ve ard” demektir.  

Peki, “fatara” ve “khalaka” aynı ise ve Allah da ezeli ve ebedi yaratıcı ise o halde hilkat yani yaratma bilinçsiz olabilir mi? Bilgi olmasa yaratmanın hiçbir anlamı olmazdı, o halde yaratmanın yani aynı zamanda fıtratın da cevheri bilinçtir. Bugünlerde moda olmuş, kimileri çıkmaza girdiklerinde “fıtridir işte” deyip çıkıyorlar. Peki, ‘‘fıtri nedir’’ diye sorsanız doğru dürüst bir cevap da veremiyorlar. Örneğin “zati”, “mayası” veya “yazgısı” gibi anlamlarda kullanıyorlar.

Her ne denirse densin, ister “maya” densin ister “yazgı” ve “fıtrat”, onda eğer akıl yoksa ne maya mayadır, ne yazgı yazgıdır ne de fıtrat fıtrattır. O halde fıtratın gereği bilinçtir. Her şeyin cevheri bilinçtir. Burada izin verirseniz ben bir hadis nakledeyim.

Ben bu hadisi iki yerde gördüm. Nerdeyse 30 yıl kadar önce bir Şiî kaynağında görmüştüm. Râvi, orada İmam Sâdık’tan (a.s.) rivayet ediyordu ve o rivayette İmam Sâdık “qalbun aqûl” diyordu. Kimileri kalp ile aklı ayrı şeyler olarak görür. İmam Sâdık ise “qalbun akûl” diyor, “aqûl” sıfat-ı müşebbehedir ve mübalağa ifade eder, yani “çokça akleden” demektir. Yani “kalp çok akıllıdır” demektir.

Kalp çok akıllıdır, zaten akıl kalbe aittir. İkincisini de yakın zamanda bir Ehl-i Sünnet kaynağında gördüm. Gerçi kimden nakledildiği belirtilmemiş; ama Sünni kaynaklara dayanıyor. Orada iki kelime kullanıyor ve “qalbun aqûl ve lisanun saûl” diyor. “Saûl” ise sual edenin mübalağa halidir yani “çok soru soran dil” demektir. Yani dil soru soruyor ve kalp de aklediyor. Bakın, ne kadar güzel bir ifade!

Kalbin işi zaten akılcılıktır, kalbî idrakte akıl yoksa onun ne anlamı var? Bazı tarikat ehli kimseler ‘‘ben kalbimle idrak ediyorum; hatta mükâşefe sahibiyim’’ diyorlar. Bu beylere ‘‘sizde mükâşefe olduğunu söylüyorsunuz, peki, mükâşefe nedir, yani siz gözünüzle bir şeyler mi görüyorsunuz’’ diye sorduğunuzda ‘‘hayır, ben kalp gözümle görüyorum’’ diye cevap veriyorlar.

Ben bu gibi kimselerle konuştum, bu cevabı verdiler. Pekala, sizin kalp gözünüzle bir şeyler gördüğünüzü kabul edelim. Acaba o gördüğünüz şeyler akli midir yoksa akıl dışı mıdır? Bu soruya eğer “eğer akıl dışı” diye cevap verirlerse artık bunu dikkate almak mümkün müdür?

Gittin 40 gün çileye girdin, oruç tuttun, namazlar kıldın, bunun üzerine sende mükâşefe hâsıl oldu, peki, buraya kadar söylediklerini kabul ettim. Acaba o gördüğünü, mükâşefe ettiğini söylediklerin akli ölçülere uygun mudur, değil midir, bana bunun cevabını ver. Eğer buna ‘‘evet’’ diyorsa demek ki mükâşefe akli olan şeydir, itibarı akli olmasından dolayıdır.

Peki, ama eğer akli olmasa, makul olmasa bunun itibarı olabilir mi? Tabii ki olmaz, o halde akli olmayan mükâşefe ne işe yarar? Kim söylerse söylesin eğer mükâşefesi makul değilse, örneğin karşıtların birliği söz konusuysa yani çelişki taşıyorsa bunun hiçbir değeri yoktur.

Önemli bir konuyu gündeme getirdiğiniz için izin verirseniz bunu biraz daha açayım. Mesela iman meselesine değinelim. İman kalbi bir şeydir, değil mi? Herkes imanın kalbi bir şey olduğunu söyler. Birçok mümin vardır, İslam’ın, Yahudiliğin, Budizm’in, Hıristiyanlığın mümini… Bunların hepsi kendi dinlerinin müminidir. İmanın kalbi bir şey olduğunu söylerler ama ardından da iman için ‘‘yakîn şarttır’’ derler. Eğer bir müminin, inandığı şeye yakîni yoksa o gerçekten mümin olabilir mi? Olamaz çünkü şüphe eden biri mümin değildir.

Peki, yakîn ne demektir? Bunlar çok konuşuluyor; ama anlamları üzerinde pek durulmuyor. Yakîn, tersine bir duruma ihtimal vermemendir. Tersine bir durumun olabileceğine ihtimal verirseniz bu yakîn olmaz. Mesela siz şu masayı görüyorsunuz ve onun masadan başka bir şey olmayacağına ihtimal vermiyorsunuz. Ama onu uzaktan gördüğünüzde belki de ben yanlış görüyorum, belki de o masa değildir veya yuvarlak değil karedir, diyorsanız bu yakîn değildir. Şu an bunun bir masa olduğunu ve yuvarlak olduğunu görüyorsunuz ve bundan eminsiniz o halde bu konudaki bilginiz “yakîn”e dayalıdır. O halde yakîn, içinde aykırı bir ihtimalin olmadığı bilgidir.

Şimdi size bir başka soru sorayım: İnsanda hâsıl olan yakîn, keşfe dayalı da olabilir, iktisabi de vehbî de olabilir. Yani bu yakînin nasıl oluştuğunu bir tarafa bırakalım. Ayrıca kimi insanlar yakîne çabuk, kimileri de geç ulaşabilir.

Şimdi benim sorum şu: İnsanda yakînin oluşması ihtiyari (insanın özgür iradesiyle) midir yoksa gayri ihtiyari midir?

Laricanî: İhtiyaridir, yani ben ihtiyari olarak yakîne ulaşmaya çalışırım.

Üstad Dînânî: Yakîne ulaşmaya çalışmak evet ihtiyaridir, buna söylenecek bir şey yok. Ama ben yakînin husûlünü soruyorum. Evet, siz kendi ihtiyarınızla yakîne ulaşma çabası içindesinizdir, bunda hiç kuşku yok. Ama yakînin husûlü, yani meydana gelmesi ihtiyari midir? Ben bunu soruyorum.

Laricanî: Hayır, o ihtiyari değildir. O artık aklın sarahatidir.

Üstad Dînânî: Hayır, benim sorum ihtiyari olup olmadığıdır.  Öncülleri ihtiyaridir; yani siz yakîn hâsıl etme konusunda karar vermeniz gerekir. Dolayısıyla bu ihtiyaridir, karar vermeyi ve çaba göstermeyi gerektirir. Ama yakînin gerçekleştiği ve hâsıl olduğu o anda yakîn ihtiyari mi hâsıl oluyor yoksa gayri ihtiyari mi?

Laricanî: Orası artık Hak Teâlâ’nın inayetidir.

Üstad Dînânî: Yani o halde ihtiyari değildir. Pekala, eğer yakînin oluşumu ihtiyari değilse benim ondaki rolüm nedir?

Laricanî: Eğer benim ihtiyarımda ise ben ona zaten sahibim demektir, o halde neden onun peşinde olayım?

Üstad Dînânî: Hayır, zaten yakîniniz varsa zaten onun peşinde olmazsınız. Yakîne sahip olmadığınız zaman onun peşinde olursunuz. Peki, eğer yakîn ihtiyari değilse ona nasıl değer biçebilirsiniz?

Ona değer biçmek için iki yol var. Yani benim yakînimin imanımda değeri vardır diye ona değer biçebilirsiniz. Bu yollardan birincisi, onun öncülünün ihtiyari olmasıdır. Yani kendisi ihtiyari değildir, ama öncülü ihtiyaridir; çünkü yakîn oluşturmak için gittim, çaba gösterdim. Bu benim ihtiyarımda olan bir şey olduğu için de değere sahiptir.

Ona değer biçmek için bir yol daha var ancak buna çok az kimse dikkat ediyor. İnsanın birçok şeye yakîni vardır. Siz yakîninizle ilgili olan konularda bir başka inceleme yapabilirsiniz. Sizin düşünce müesseseniz bir haritadır, yakînlerinizin çoğu orada yer alır. Eğer yakîn konularınızın içinde sahip olduğunuz diğer yakînlerle çelişen bir yakînle karşılaşırsanız; yani yakîn olarak bildiğiniz iki şey çelişirse sizin düşünce coğrafyanızın haritası tamamen birbirine girer. Bir çelişkinin ortaya çıkması tüm sistemi bozar.

O halde sizin yakîn olarak bildiklerinizi yeniden bir gözden geçirmeniz ve bunlar arasında acaba bir çelişki var mı yok mu diye bakmanız gerekmez mi?

Laricanî: Tabii ki gerekir.

Üstad Dînânî: İşte bu bir mârifettir ve buna çok az dikkat ediliyor. ‌Bilgiler konusunda düşünmek vaciptir. Bazı kelamcılar bu durumu, düşünmenin vacip olduğunu dile getirerek ne güzel ifade etmişler! Vacip meselesi çoğunlukla amellerle ilgili olarak düşünülür. Mesela namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek vaciptir, derler. Düşünmek ise fikrî bir iştir, bazı kelamcılar çok güzel söylemiştir: Düşünmenin kendisi vaciptir.

Kimileri ‘‘düşünmek bir mükellefiyet midir’’ diye itiraz edebilir. Evet, düşünmek vaciptir. Hatta bir kelamcı daha da öteye gidiyor ve ‘‘sadece düşünmek değil onun bir önceki aşaması da vaciptir’’ diyor. Peki, düşünmenin bir önceki aşaması nedir? Düşünmeye niyet etmektir. Yani o, sizin düşünmeye niyet etmenizin ve düşünmenizin vacip olduğunu söylüyor. Bakın, bilmeye ve düşünmeye ne kadar değer veriyorlar!

Şimdi bu girişten sonra şu sonuca varmak istiyorum: Sizin buyurduğunuz o üç kelime, yani akıl, irfan ve fıtrat tek bir kaynaktan doğuyor. O da bilinçtir, buna mârifet de diyebiliriz. O mârifetin akılla tanzim edilmesi gerekir. Bir mârifet akılla tanzim edilmemişse ve içinde akla aykırı şeyler ve çelişkiler barındırıyorsa bu mükâşefenin veya şuhûdun hiçbir değeri yoktur.

O halde ölçü akıldır, biz mârifeti akıl terazisine göre ölçeriz. Peki, aklı neyle ölçeriz, tabii ki aklın kendisiyle. Mantık aklın terazisidir. Mantığı meydana getiren de akıldır. Aklı var eden mantık değildir.

Laricanî: Üstad kısa bir aradan sonra devam edelim.

***

Evet üstad, irfani akıl kavramı o kadar fazla anlam yüküne sahip ki hâlâ bahsedecek şeyler var. İbn Sînâ, kullandığı ifadelerle tenzihî tevhitten bahsediyor. O ‘‘Allah’ın sınırı, resmi, cinsi, benzeri yoktur, O’na işaret edilmez’’ diyerek devam ediyor. Ancak “illa bi sarihi’l irfâni’l-akli” ifadesinde çok derin anlamlar var. O bununla ‘‘akıl bir hakikate ulaşmak için bir sarahate (açıklık) ihtiyaç duyar’’ diyor.  Peki, bu aklın açıklığı nasıl sağlanıyor?

Üstad Dînânî: Evet, işte İbn Sînâ’nın büyüklüğü burada belli oluyor. İbn Sînâ tam bir âriftir. Herhangi bir âriften hiçbir eksiği yoktur. Ancak onun irfanı, akılcı bir irfandır. Şimdi sizin okuduğunuz bu kitapta akli irfandan bahsediyor. O, akıldan başka ölçü tanımıyor. Mükâşefelerin de müşâhedelerin de hadsiyyâtın da akılla tanzim edilmesi gerektiğini belirtir.

Şimdi burada şöyle bir soru sorabilirsiniz: Âriflerin çoğu ve İbn Sînâ’nın kendisi “aklın tavrının ötesindeki tavır”dan bahsetmiştir. “Aklın tavrının ötesindeki tavır”, aklın üstünde bir başka şeyin olduğu anlamına gelmez. Aklın üstündeki tavırların tamamı yine akıldır. Yani aklın ötesindeki akıldır, yani sonuçta bunlar aklın halislik dereceleridir. Bu âlem bir akıl tarafından idare ediliyor. Bu tümel akıldır, bu âlem bir düzendir, düzen ise aklı gerektirir. Bu akıl aşağı doğru geldikçe noksanlaşıyor, aşağı indikçe sınırlanıyor. Yukarı çıktıkça ise genişliyor.

Bir daireyi düşünün yukarıdan daire olarak aşağı indikçe küçülüp bir noktaya ulaşıyor ve sıfır oluyor. Şimdi sizin okuduğunuz bölümde İbn Sînâ şu ifadeleri kullanıyor: Allah’ın zıddı yoktur, benzeri yoktur…

Allah’ın zıddı yoktur ifadesini anlamak biraz daha kolaydır; zira insan “benim de zıddım yoktur” diyerek bunu kolayca anlayabilir. Gerçi elbette bizim zıddımız vardır; ama hadi olmadığını varsayalım. İyi ama benzerimiz vardır. Allah’ın ise zıddı olmadığı gibi “misli” yani benzeri de yoktur.

Bunları bir tarafa bırakıp biraz daha yukarı çıkalım, Allah’ın cinsi de yoktur. Herhangi bir şeyin hiçbir şeyi olmasa bile en azından bir cinsi vardır. Mesela herhangi bir varlık ya cansızdır, ya hayvandır, ya bitkidir, ya insandır, ya somuttur, ya soyuttur, ya melektir vs… Sonuçta bir cinsi vardır. Allah’ın ise bir cinsi yoktur. Mantıki bir cinsi de yoktur.

Laricanî: “Faslı” da yoktur.

Üstad Dînânî:  Evet “cinsi” olmadığına göre “faslı” da yoktur. “Mukavvimi” de yoktur; çünkü “fasl” cinsin “mukavvimi”dir.

Laricanî: O halde burhanı da yoktur.

Üstad Dînânî: Bravo size, evet cinsi ve faslı olmadığına göre burhanı da yoktur. Zira burhan cins ve fasl ile ortak bir maddeye sahiptir. Cinsi ve faslı olmadığı için haddi de yoktur. Yani Allah tarif edilemez. Tarif cins ve fasl gerektirir. Mesela suyu, sıvı ve akıcı bir cisim olarak tarif ederiz. İnsanı konuşan hayvan veya araç yapan hayvan diye tarif ederiz. İyi ama Allah’ı nasıl tarif edebiliriz? Onun bir cinsi yok ki! Bizim bir şeyi tarif edebilmemiz için cinsinin ve faslının olması gerekir. Had yani tarif, cins ve fasldan oluşur. Biz bir şeyin mantıki tarifini yapacağımız zaman onun cinsini ve faslını bulmamız ve onları birleştirmemiz gerekir ki had olsun. Allah’ın cinsi ve faslı olmadığına göre haddi de yoktur. Peki, haddinin olmaması ne demektir? Nihayetsiz olması demektir. Nihayetsiz bir şey için ise ne söylenebilir?

Laricanî: Çok şey…

Üstad Dînânî: Hem hiçbir şey söylenemez ve evet, doğru söylediniz, çok şey söylenebilir. Gayri mütenahi olmasından, haddinin ve sınırının olmamasından dolayı her yerde vardır, her zaman vardır ve varlığın hiçbir noktası O’ndan gizli (gaib) değildir.   

Sınırı olan bir şey her yerde değildir; çünkü bir sınırlılık içindedir. Bir şey ne kadar büyük olursa olsun eğer sınırı varsa belirli bir alanın dışına çıkamaz. Hak Tebarek ve Teâlâ sınırsız olduğuna göre O’na zaman veya mekân tayin edilemez.

İki temel soru vardır: Ne zaman ve nerede? Biriyle zamanı diğeriyle de mekânı sormuş oluruz. Bu iki soru en temel sorulardır ve diğer tüm sorular bunlardan kaynaklanır. Siz her şeye nerede ve ne zaman sorularını sorabilirsiniz. Ancak Allah’a ne zaman ve nerede sorularını soramazsınız. Evet, soranlar olabilir; ama bu cahil insanların soracağı sorulardır. Zaman ve mekân O’nun yarattığı şeylerdir, O’nun tecellileridir. Zaman ve mekân O’nu sınırlayabilecek şeyler değildir.

Aristo’nun 10 ve Kant’ın 12 kategorisi var. Ben bu “nerede ve ne zaman”ı onlardan çıkardım. Bu kategorilerden hiçbirini Allah için soramazsınız. Allah kategoriler üstüdür; hiçbir kategoriye sığmaz, O’nun bir sınırı yoktur. Peki, bu kategorilerin ve nerede ve ne zaman sorularının Allah için sorulamayacağına kim hükmediyor? Tabii ki aklın kendisi!

Daha önce bahsettiğim gibi, mantığı doğuran akıldır, tersi değil. Bu durumda aklın konumu, mantıktan yüce olmuş olur. Üreten üretilenden üstündür. Bu akıl, başka mantıklar da doğurabilir. Zaten günümüzdeki yeni mantık Aristo mantığının biraz ötesine geçmiştir. Başka mantıklar da inşa edebilirsiniz. Fıkıh usûlü, fıkhın mantığıdır, gramer de dilin mantığı… Bunların hepsini doğuransa akıldır.

Allah hakkında mekân ve zamanla ilgili soruların yersiz olduğu yargısına varan da aklın kendisidir, kısacası. Burada Aristo mantığı geçmez diyor. Bu en yüksek mantıktır ve aklidir.

Laricanî: İbn Sînâ’nın ortaya koyduğu şaheserlerden biri de aklı Aristo mantığının ve 10 kategorisinin esaretinden kurtarmasıdır.  

Üstad Dînânî: Evet, işte o sebeple irfana yönelmiştir. İşte o yüzden irfani akıldan söz ediyor. Başka alanlarda olabilir ama bu alanda ben İbn Sînâ’nın düşüncelerinden daha yüksek bir düşünceye rastlamadım.   

İbn Sînâ’nın ulaştığı tüm düşüncelerin Kur’ânî temelleri vardır. Bu sözümden hareketle sakın onun bir kelamcı olduğu sonucu çıkarılmasın! Hayır, İbn Sînâ filozoftur, filozof olarak kalacaktır, aynı zamanda âriftir ve Kur’ân’dan da azami ölçüde yararlanmıştır.

Bakınız, ayet ne diyor? Burada insanın vecde gelmemesi mümkün değil! “Lâ yus-elu ‘ammâ yef’alu vehum yus-elûn(e).” “O, yaptıklarından sorulmaz, oysa onlar sorguya çekilirler.” (Enbiyâ, 23). Biz bu ayeti okuyor ve evet kulluk gereği soru sormamalıyız diye geçiyoruz! Ama İbn Sînâ’dan aktardıklarımızın ışığında düşünürsek, kavrayışımız ne kadar derinleşiyor! Konuyu bize açıklıyor aslında. Esasında bize bu konu hakkında soru yersizdir deniyor! [Soru yasaklanmıyor; Medya Şafak]

İbn Sînâ akli irfandan söz ediyor. 40, 50 yıl oldu Sayın Laricanî, ben aşk ile aklın, mârifet ile aklın birbiriyle olan ilişkisini ele aldım. Ben bu meseleyi hallettim demiyorum ama bu konuda bir kitap yazdım. Bu kitap 3 cilttir ve birkaç defa da basıldı.

Laricanî: Evet, “Akıl Defteri ve Aşk Âyeti” kitabınız.

Üstad Dînânî: Evet, Akıl Defteri ve Aşk Âyeti kitabım bu meseleyle ilgilidir. Yani aşk ve aklın ilişkisi nedir? Kimileri aşkın akılla ve aklın da aşkla arasının kötü olduğunu düşünüyor. Bu çok büyük bir yanlıştır. Ben bu kitapta aşkın akla, aklın da aşka ihtiyacı olduğunu ispat etmeye çalıştım. Nihayet en yüksek temelde aşk ve akıl aslında aynı şey oluyor. Onlar aşağılarda birbirinden ayrılıyorlar. Hüviyetleri tektir.

Ne kadar aşağı inerseniz ayrılık o kadar artar. Gördünüz işte, Behmenyar “en aşağı varlık”tan bahsediyor. En aşağıdaki varlık sizce nedir? Behmenyar bununla ne demek istiyor? Ona göre varlığın en aşağı derecesi nedir?

Tabiat âleminde “heyula”dır, yani madde. Mücerredat âleminde ise “mahiyet”tir. Mahiyet “ademî”dir (yokluğa ait); “adem-i mutlak” (mutlak yokluk) değildir ama “ademî”dir. Yani varlığın kokusunu almıştır. Gerçi bir diğer anlamda ise varlığın kokusunu almamıştır.

Daha basit bir şekilde anlatayım: İşi yalnızca kabul etmek olan ve fiilî olmayan şey, yani sadece kabul eden ama fiil bahşetmeyen şey varlığın en aşağı düzeyidir. Mutlak kabul, salt kabul varlığın en aşağı düzeyidir. Peki, en güçlüsü nedir? Mutlak bahşediciliktir. Hak Teâlâ mutlak bahşedicidir. En güçlü varlık mutlak bahşedici olan, en zayıf varlık ise mutlak kabul edendir. En güçlü olan yalnızca verir ve asla almaz, Allah veriyor ve almıyor. Heyula veya mahiyet ise alıyor ve vermiyor.

Allah hep verdiğine ve hiç almadığına göre siz şöyle bir soru sorabilirsiniz: Bir şey bahşeden birinin bir amacı vardır. Allah’ın bu bahşetmedeki amacı nedir? Kullarına rahmet için diyebilirsiniz; peki ama tekrar ‘‘neden’’ diye sorulabilir. Biz bir şey verdiğimizde bir şey almayı da düşünüyoruz, en azından sevap peşindeyiz. Allah bahşediyor ama bunu bir şey almak için yapmıyor. Bu O’nun Zatı’nın gereğidir. O’nun kendisi mutlak bağışlayıcılıktır, burada zat ile sıfatın aynı olduğunu söylüyoruz. [O sadece bağışlayan, seven değildir; esasında Sevgi’nin, Rahmet’in ta kendisidir; Medya Şafak]

Laricanî: Peki, süremiz burada bitti. Bir sonraki programda buluşmak dileğiyle hoşça kalın.    

Medya Şafak

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM