Rasthaber - Felsefî delillerin çoğunun hedefi “vacib-ul vücud” diye bir varlığın olduğunu ispatlamaktır. Diğer bir takım delillerle de vacib-ul vücudun selbî ve subutî sıfatları ispatlanmış olur. Bu sıfatların bilinmesiyle de Allah Teala ile yarattığı varlıkları ayıran özel sıfatlar tanınmış olur. Vacib-ul vücudun, yaratıklara has sıfatlarla sıfatlandırılmaması, yaratıklarından biriyle karıştırılmaması için bir taraftan Allah’ın selbî sıfatları ispatlanmalı ve diğer taraftan da, onun tapınılmaya layık olduğunun aydınlığa kavuşması ve aynı zamanda nübüvvet, mead ve bunların ayrıntıları gibi diğer akidevi konuların ispatlanması için subutî sıfatları da ispatlanmalıdır.
Daha önce getirdiğimiz delillerden, vacib-ul vücudun nedene ihtiyacı olmadığı ve onun mümkünatın var olması için neden olduğu ispatlanmış oldu. Bir başka deyişle: Vacib-ul vücudun iki sıfatı ispatlanmış oldu: Biri, onun ihtiyaçsız oluşu; bir varlık başka bir varlığa en küçük bir ihtiyaç duyarsa ihtiyaç duyulan varlık onun nedeni olmuş olur ve daha önce de (felsefede) nedenin, başka bir varlığın ona muhtaç olması anlamında kullanıldığını öğrenmiştik. İspatlanan diğer sıfat ise O’nun malulu olan mümkün-ül vücutların ona muhtaç oluşlarıdır.
Şimdi buna dayanarak bunların herbirinin gereklerini anlatacak ve vacib-ul vücudun selbî ve subutî sıfatlarını ispatlamaya çalışacağız. Elbette onları ispatlamak için felsefe ve kelam kitaplarında çeşitli deliller ortaya konmuştur; ancak biz bu delilin kolayca öğrenilmesi ve konuların birbirine bağlılığını korumak için önceki makalemizde geçen delillerle ilişkili olan bazı delilleri seçtik.
Allah’In ezelî ve ebedî oluşu
Bir varlık başka bir varlığın sonucu olup, başka bir varlığa muhtaç olursa varlığı ona bağlı olacaktır ve nedeninin olmadığı durumda o da olmayacaktır. Bir başka deyişle: Bir zaman diliminde var olmayışı onun muhtaç ve mümkün-ül vücud oluşunu gösterir. Vacib-ul vücud kendiliğinden var olup hiç bir varlığa muhtaç olmadığından, her zaman var olacaktır.
Böylelikle, vacib-ul vücudun iki sıfatı daha ispatlanmış oluyor, biri ezelî oluşu; yani geçmişte hiç yok olmayışı ve diğeri ise ebedî oluşu, yani gelecekte de hiç bir zaman yok olmayacağıdır. Bazen bu iki sıfat “süreklilik” olarak ifade ediliyor.
Dolayısıyla, geçmişte olmayan veya yok olması mümkün olan her varlık vacib-ul vücud olamaz; bununla maddi varlıkların, vacib-ul vücud olma olasılığının batıl oluşu açıklık kazanmış olur.
Selbî sıfatlar
Vacib-ul vücudun gereklerinden biri de tek olmak ve parçalardan oluşmamaktır. Çünkü her bileşik kendi meydana getiren bileşim parçalarına muhtaçtır, vacib-ul vücud ise her türlü ihtiyaçtan münezzehtir.
Vacib-ul vücudun cüzlerinin fiilen var olmadığı, aksine bir çizginin içinde olan iki çizgi parçası gibi olduğu görüşü de batıldır. Çünkü düşüncede dahi parçalanabilen (bilkuvve cüzleri olan) bir şey, akıl dışında gerçekleşmese de aklen parçalara ayrılır ve parçalara ayrılmak da yokolmasının mümkün olduğunu göstermektedir. Bir metre uzunluğunda bir çizgiyi düşünün; yarım metreye ayrıldığında artık bir metre uzunluğunda bir çizgiden söz edilmez; oysa vacib-ul vücudun yok olmasının mümkün olmadığını vurgulamıştık.
Bilfiil ve bilkuvve parçalara ayrılmak, cisimlere has bir özellik olduğundan hiç bir cismî varlığın vacib-ul vücud olamayacağı, ancak ve ancak mücerred olan (maddi olmayan), gözle görülmeyen ve hiç bir duyu organıyla da hissedilmeyen birinin vacib-ul vücud olabileceği ispatlanmış olur. Çünkü hissedilmek cisimlere has bir özelliktir.
Bu açıklamadan, vacib-ul vücudun mekan ve zamanı olma gibi cismî özelliklerden uzak olduğu da belli olur. Çünkü mekan, hacmi ve uzunluğu olan bir şey için düşünülebilinir. Ve yine zamanı olan her şey zaman süresi açısından parçalara bölünme imkanına sahiptir ve bu da bilkuvve cüzlerden oluşma sayılmaktadır. Dolayısıyla, Allah Teala için bir mekan ve zaman düşünülemez ve mekan ve zamanı olan hiç bir varlık vacib-ul vücud olamaz.
Ve nihayet, vacib-ul vücuddan zamanı nefyetmekle ondan hareket, değişim ve tekamül de nefyedilmiş olur; çünkü zaman olmaksızın hiç bir hareket ve değişim gerçekleşemez.
Dolayısıyla, Allah Teala’nın -arş gibi- bir mekanı olduğuna inananlar veya gökten inişi O’na nibset verenler, O’nun gözle görülebileceğini sananlar veya O’nun değişim ve tekamüle erişebileceğine inananlar Allah’ı iyi tanıyamamışlardır.[1]
Genel olarak, eksiklik, sınırlandırılış ve ihtiyacı gösteren her kavram Allah Teala’dan nefyedilir ve Allah Teala’nın selbi sıfatlarının anlamı da budur.
Zikrettiğimiz burhandan elde edilen ikinci sonuç, vacib-ul vücudun mümkünatın var oluşunun nedeni oluşudur. Şimdi bu sonucun gereklerini inceleyip nedenin kısımları hakkında bir açıklama yaptıktan sonra ilahî nedenselliğin özelliklerini beyan edeceğiz.
Genel anlamıyla neden, başka bir varlığın kendisine bağımlı olduğu varlığa denir. Bu, hatta bir şeyin oluşumunda etkili şart ve mukaddimeleri de kapsamına alır. Allah Teala’nın nedeni olmayışı, başka bir varlığa hiç bir türlü bağlılığı olmaması ve hatta O’nun için hiç bir şart ve hazırlayıcının da nazara alınamayacağı anlamındadır.
Allah Teala’nın, yarattığı varlıklar için neden olması ise yukarıdaki genel anlamda değildir. Burada nedensellik daha özel bir anlam taşır. Allah Teala yaratıkların nedenidir, denildiğinde bu söz onlara varlık vermesi, yoktan var etmesi anlamındadır; bu da faili nedenin özel bir bölümüdür. Bunu açıklamak için nedenin kısımlarına kısa olarak değinmek zorundayız, bu konuda daha geniş bilgi için felsefe kitaplarına müracaat edilebilir.
Bir bitkinin yeşermesi için tohum, elverişli bir toprak, su, hava vb. şeylerin gerekli olduğunu, yine tabii veya insani bir etkenin tohumu toprağa serpmesinin ve ona su ulaştırmasının gerektiğini biliyoruz. İllet için yapılan genel tanıma göre bütün bunlar bitkinin yeşermesi için gerekli olan nedenler sayılmaktadırlar.
Bu farklı nedenleri çeşitli açıdan bir kaç bölüme ayırabiliriz. Örneğin, varlığı malulun varlığı için her zaman gerekli olan nedenlere “hakiki nedenler”, varlığı malulun varlığı için gerekli olmayan nedenlere (ekin için çiftçi misali) ise “hazırlayıcı nedenler” ismi verilmektedir. Yine değişebilen nedenlere “değişken nedenler” ve diğer nedenlere de “değişmeyen nedenler” denmektedir.
Ama bitkinin yeşermesi için gerekli olan yukarıda işaret edilen nedenlerden farklı olan bir neden daha vardır ve onun bir örneğini nefis ve bazı nefsani varlıklar hakkında görmek mümkündür. İnsan, zihnî bir hayali aklında canlandırdığında veya bir işi yapmaya karar verince “zihnî hayal” ve “irade” adında nefsî bir varlık gerçekleşiverir. Bu nefsanî olgunun varlığı, nefsin varlığına bağlıdır ve bu yüzden onun malulu sayılmaktadır. Ancak böyle bir malul nedeninden müstakil değil, ondan ayrı ve müstakil olarak varolamaz. İşte bu tür nedene illet-i failî (failî neden "tam etken") denir. Gerçi şu husus da unutulmamalıdır ki, zihnî suretin veya iradenin oluşması için nefsin failiyeti, onun eksikliğinden ve mümkün-ul vücud oluşundan kaynaklanan bir takım şartlarla şartlıdır. Dolayısıyla, bu yönden nefsin nefsanî olgulara neden oluşuyla Allah Teala’nın mahlukata neden oluşu birbirinden farklıdır. Vacib-ul vücudun alem için fail oluşu, nefsin ruhî varlıklara nispet fail oluşudan daha üstün ve daha kamil olup, diğer failler arasında bir eşi yoktur. Çünkü o hiç bir ihtiyacı olmaksızın, bütün varlığıyla illetine bağlı olan malulunu var etmektedir.
Yoktan var edenin özellikleri
Yukarıda söylediğimiz şeyleri dikkate alarak yoktan var eden neden için birkaç özellik sıralayabiliriz:
1- Yoktan var eden neden, her varlığa kapasitesine göre feyiz verebilmesi için bütün malulların kemalatına daha mükemmel bir şekilde sahip olmalıdır. Ancak hazırlayıcı ve maddi nedenler sadece malulların değişimleri için ortam hazırlamaktadırlar ve malullardaki bütün kemallere sahip olmaları şart değildir. Örneğin, toprağın bitkideki kemallere sahip olması veya anne ve babanın çocuklarındaki kemalata sahip olması gerekli değildir. Fakat yoktan var eden Allah Teala, parçaları olmayan bir varlık olmasının yanısıra varlıksal üstünlük ve kemallere sahip olmalıdır.[2]
2- Yoktan var eden neden, kendi yaratığını yokluktan varlığa getirir ve başka bir tabirle “onu yaratır”, onu yaratmasıyla kendi varlığından bir şey de eksilmez. Fakat tabii failler böyle değildir, onların işi sadece varlıkları değiştirmek ve başka bir şekle sokmak, güç ve enerji sarfetmektir. Vacib-ul vücudun zatından bir şeyin kopup ayrılmasını farzetmek ise onun tecziye edilip değişime uğrayabileceği demektir ve bunun da batıl olduğunu daha önce ispatladık.
3- Yoktan var eden neden, hakiki bir nedendir. Bu yüzden varlığı malulun varlığı için de zaruridir. Fakat malulunün varlığı hazırlayıcı nedenin varlığına bağlı değildir.
Dolayısıyla, bazı Ehl-i Sünnet kelamcılarından nakledilen, “Varlığını sürdürmesinde alemin Allah Teala’ya ihtiyacı yoktur” sözü ve yine bazı batılı filozoflardan nakledilen, “Tabiat, alemi bir kere ve her zaman için kurulan bir saatin çalışması gibi olup artık Allah Teala’ya ihtiyacı yoktur” sözü batıldır. Tam aksine, varlık alemi her zaman, her durumda Allah Teala’ya muhtaçtır ve eğer bir an varlık feyzini kesecek olursa hiç bir şey kalmaz.
Zatî sıfatlar
Alemi yoktan var eden Allah Teala’nın bütün varlıksal kemalata sahip olduğunu, varlıklarda var olan kemalatın O’ndan olduğunu ve onları var etmekle kemalatından bir şeyin eksilmediğini bilmiş olduk. Konuyu kolayca anlayabilmek için şu örnekten yararlanabiliriz: Öğretmen bilgisini öğrenciye öğretmektedir, oysa bilgisinden hiç bir şey eksilmemektedir. Elbette Allah Teala tarafından varlık ve kemalat verilmesi bu örnekten çok üstedir. Ve şayet bu hususta en açık tabir şu olabilir: Varlık alemi, Allah Tealanın mukaddes zatının bir cilvesidir. Bunu şu ayetten de anlamak mümkündür: “Allah göklerin ve yerin nurudur.”[3]
Allah’ın sonsuz kemalatını dikkate alarak, kemale delalet eden ve hiç bir noksanlık ve sınırlandırmayı gerektirmeyen her kavram ve sıfatı, Allah Teala hakkında kullanmak doğrudur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinde, masum imamlardan nakledilen rivayetlerde, duâ ve münacatlarda nur, kemal, cemal, muhabbet ve benzerleri Allah Teala’ya isnat edilmiştir.
İslam akaidi, İslam kelamı ve felsefe kitaplarında Allah’ın sıfatları olarak söz konusu edilen sıfatlar ise Allah’ın kemalini bildiren sıfatlardan ancak belirli bir kısmını oluşturur. Bu sıfatlar, zatî ve fiilî olmak üzere ikiye ayrılırlar. Bu yüzden, ilk önce bu bölümleme hakkında bir açıklama yapacak ve daha sonra o sıfatların önemlilerini ispatlamaya çalışacağız.
Zati ve fiili sıfatlar
Allah Teala’ya isnad edilen sıfatlar ya hayat, ilim, kudret gibi bir kemali bildirdiği için Allah’ın zatından kaynaklanan mefhumlardır, ya da yaratıcılık ve rızıklandırma gibi Allah Teala ile yarattığı şeyler arasındaki bir çeşit ilişkiden alınan mefhumlardır. Birinci kısımda yer alanlara “zatî sıfatlar” ve ikinci kısımdakilere de “fiilî sıfatlar” denir.
Bu iki grup sıfat arasındaki temel fark şudur: Birinci grupta Allah Teala, sıfatlarının aynısı ve kendisidir; ama ikinci gruptaki sıfatlar ise Allah Teala ile yaratmış olduğu şeyler arasındaki ilişki türünü anlatmakta olup Allah Teala’nın zatıyla yaratıklarının zatı, bu ilişkinin iki tarafı olarak dikkate alınmaktadır. Örneğin yaratıcılık sıfatı yaratıkların varlığının Allah Teala’nın zatına bağımlılığından alınmıştır. Allah ve yaratıklar zihin dışında bu ilişkinin iki tarafını oluşturmaktadırlar. Burada Allah Teala’nın mukaddes zatı ve yaratıkların zatı dışında “yaratmak” diye bir hakikat yoktur. Elbette Allah Teala kendi zatında yaratmaya kudreti vardır, ancak kudret zatî sıfatlardandır ve yaratmak ise fiilî sıfatlardan algılanan bir mefhumdur ve bundan dolayı “yaratıcı” mefhumu fiilî sıfatlardan sayılmaktadır. Fakat bu da “yaratmaya kadir” mefhumunda dikkate alınacak olursa bu durumda “kudret” sıfatına dönüşür.
Allah Teala’nın zatî sıfatlarının en önemlisi “hayat”, “ilim” ve “kudret”tir. Ama “duyan” ve “işiten” sıfatları eğer işitilir ve görünür şeyleri bilmek veya duymaya ve görmeye gücü yetmek anlamındaysa “alim” ve “kadir” sıfatlarına rücu eder. Ve eğer bunlardan maksat duyan ve gören zatla duyulabilen ve işitilebilen şeyler arasındaki ilişkiden alınan bilfiil duymak ve görmek ise bu durumda fiilî sıfatlardan sayılmalıdır; nitekim bazen ilim de bu anlamda kullanılıp “fiilî ilim” olarak adlandırılır.
Bazı kelamcılar, kelam -konuşma- ve iradeyi de zatî sıfatlardan saymışlardır. İleride bunun hakkında bahsedeceğiz.
Zati sıfatların ıspatı
Allah’ın hayatı, kudreti ve ilmini ispatlamanın en kolay yolu şudur: Bu mefhumlar yaratılmışlar hakkında kullanıldığında onların kemalatını anlatmaktadır. O halde o sıfatların en kamil derecesi, yoktan var eden nedende vardır. Çünkü bütün yaratıklarda bulunan her kemal Allah Teala’dandır. Kemalleri veren kimsenin ilk önce kendisi o kemallere sahip olması gerekir ki onu diğerlerine de verebilsin. Hayatı yaratanın kendisinin hayata sahip olmaması, yaratıklara ilim ve kudret verenin kendisinin cahil ve güçsüz olması imkansızdır. O halde bu kemal sıfatları bazı yaratıklarda olması, onların eksiksiz ve sınırlandırmadan uzak bir biçimde yaratanda da olduğunu göstermektedir. Başka bir deyişle, Allah Teala sonsuz kudret, ilim ve hayat sahibidir. Şimdi bu sıfatların her biri hakkında daha geniş bir açıklamada bulunalım.
Hayat
Hayat mefhumu iki grup yaratıklar hakkında kullanılmaktadır: Biri gelişme ve ilerlemekte olan bitkiler hakkında ve diğeri ise şuur ve iradeye sahip olan hayvanlar ve insan hakkında. Birinci anlamda, hayat eksiklik ve muhtaç olmayı gerektirir. Çünkü gelişme ve ilerlemek, gelişmekte olan varlığın ilk başta bir kemala sahip olmamasını ve dış etkenler sebebiyle onda bir takım değişimlerin olmasını ve tedrici olarak yeni bir kemale ulaşmasını gerektirir. Selbî sıfatlarda değindiğimiz gibi böyle şeyler Allah Teala’ya isnat edilemez.
İkinci anlamda hayat ise kemalı anlatan bir mefhumdur. Mümkünattan hayat sahibi olan örnekler her ne kadar da noksan ve sınırlıysalar da hayat için hiç bir noksanlığı, mahdudiyeti ve ihtiyacı olmayan sonsuz bir derecede düşünebiliriz. Nitekim varlık ve kemal mefhumu da böyledir.
Esasen iradi failliği ve ilmi peşinden getiren anlamda hayat, maddi olmayan bir varlığın gereğidir. Çünkü, hayat canlı olan maddî varlıklara isnat edilse de gerçekte bu sıfat canlıların ruhunun sıfatıdır ve bedenleri ruha sahip olduğu için bu sıfatla sıfatlandırılmıştır. Başka bir deyişle: Eb’ad’ı olmak cismî bir varlığın gereği olduğu gibi hayat da mücerred varlığın gereğidir. Buna dikkat ettiğimizde Allah’ın hayatı olduğuna dair başka bir delil de elde etmekteyiz ve o şudur: Önceki derste ispatladığımız gibi Allah Teala’nın zatı, soyut ve mücerreddir. Soyut olan bir varlık ise zatı gereğince hayata sahiptir. O halde Allah Teala da zatı gereğince hayata sahiptir.
İlim
İlim mefhumu en bedihi ve en açık mefhumlardandır. Ama yaratıklar arasında gördüğümüz örnekler sınırlı ve eksiklikle içiçedir ve bu özelliğe sahip olması itibarıyla Allah Teala hakkında kullanılamaz. Fakat daha önce de değindiğimiz gibi, akıl bu kemal mefhumu için hiç bir noksanlık ve sınırlandırması olmayan ve alimin zatının aynısı olan bir örnek düşünebilir ve o da Allah Teala’nın zatî ilmidir.
Allah Teala’nın ilmini çeşitli yollardan ispatlamak mümkündür. Onlardan ilki bütün zatî sıfatların ispatında işaret ettiğimiz delildir; yani yaratıklar ilme sahip olduğuna göre onları yaratanın onun en kamil derecesine sahip olması gerekir.
Diğer bir yol da nizam delilinden yardım almaktır. Yani bir varlık ne kadar nizam ve düzene sahip olursa bu daha çok onu yaratanın ilim ve bilgisini göstermektedir. Nitekim ilmi bir kitap veya güzel bir şiir yada bir sanat eseri onları meydana getirenin bilgisine, titizliğine ve ustalığına delalet etmektedir; aklı olan bir kimse mesela ilmi veya felsefi bir kitabı cahil ve okur-yazarı olmayan bir kimsenin yazmış olduğunu düşünemez. O halde bu kadar ince sırlarla dolu bu büyük evreni ilim ve bilgisi olmayan bir varlığın yaratmış olduğu nasıl düşünülebilir?!
Üçüncü yol ise bedihi olmayan felsefi öncüllere dayanmaktadır. Mesela ilgili kitaplarda ıspatlandığı gibi “Müstakil ve soyut olan her varlığın ilmi vardır” kuralı bunlardan biridir.
Şuna da dikkat edilmesi gerekir ki, kendini yetiştirmede Allah Teala’nın her şeyi bilen olduğunu farketmenin çok önemli bir rolü vardır. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’de defalarca bu vurgulanmıştır. Mesela buyuruyor ki: “-Allah- gözlerin hainliklerini ve göğüslerin saklamakta olduklarını bilir.”[4]
Kudret
İşini kendi irade ve isteğiyle yapan bir fail hakkında, kendi işine “kudret”i var denilmektedir. O halde kudret, muhtar failin yapabileceği işlere olan nedenselliğinden ibarettir. Fail, varlık derecesi açısından her ne kadar kamil olursa bir o kadar kudrete sahip olur ve doğal olarak sonsuz kemale sahip olan bir varlığın kudreti de sonsuz olacaktır: “Şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir.”[5]
Burada bir kaç noktaya değinmek zorundayız:
1- Üzerine kudret uygulanan şeyin gerçekleşmesi mümkün olmalıdır. O halde zatı itibarıyla imkansız olan veya imkansızlığı gerektiren bir şeye kudret uygulanmaz. Allah Teala’nın da her şeye güç ve kudreti olması da mesela başka bir Allah’ı yaratabilmesi anlamında değildir (çünkü Allah yaratılamaz) yine, iki sayısını iki olması itibarıyla üçten büyük yapması ya da çocuğu çocuk olma itibariyle babasından önce yaratabilmesi anlamında değildir.
2- Her işe güç ve kudret yetirmenin anlamı her işi yapmak demek değildir. Bunun anlamı istediği her şeyi yapma gücüne sahip olmaktır ve hikmet sahibi Allah, beğenilir ve hekimane olmayan bir işi yapmaya gücü yetmesine rağmen ne ister ve ne de yapar. İlerideki makalelerde Allah’ın hikmeti hakkında daha geniş bilgi vermeye çalışacağız.
3- Bu anlamda güç ve kudret, ihtiyar ve irade anlamını da taşımaktadır ve Allah Teala kudretlerin en büyüğüne sahip olduğu gibi en kamil ihtiyar ve seçenek derecesine de sahiptir ve hiç bir etken O’nun ihtiyarını elinden alamaz ve bir işi yapmaya zorlayamaz. Çünkü her varlığın varlığı ve gücü O’ndandır ve O hiç bir zaman başkasına verdiği güç ve kuvvete mağlup olmaz.
[1] – Mekanı olma, arştan inme, gözle görünme Ehl-i Sünnet’in bir grubundan, Allah’ın değişim ve tekamüle uğrayabileceği ise Hegel, Bergsun, Wilyam Jaymes ve Waythel gibi bir grup batılı filozoflardan nakledilmiştir. Ancak bilinmesi gerekir ki, Allah Teala’dan değişim ve hareketi nefyetmek onun sükun ettiği ve yerinde durduğunu ispatlamak anlamında değildir, bilakis O’nun zatının sebatı anlamınadır. Sebat değişime tekabul eder, harekete değil. Bu yüzden vacib-ul vücud vücutla vasıflandırılabilir sükunla değil. Sükun, hareket melekesine sahip olmamak demektir ve hareket etme yeteneğine sahip olan varlık dışında hiç bir şey hareketle sıfatlandırılamaz.
[2] – Bilinmesi gerekir ki, Allah’ın yaratılmışların kemalatına sahip olmasının anlamı, yaratılmışları kapsamına alan (cisim ve insan gibi) mefhumlar Allah Teala’yı kapsamına alması gerektiği demek değildir. Çünkü bu gibi mefhumlar mahdud ve sınırlı varlıklara işaret etmektedir; dolayısıyla, varlık ve sonsuz kemalata sahip olan Allah Teala hakkında geçerli olmaz.
[3]- Nur/35.
[4] – Mü’min/19.
[5] -Bakara/20 ve diğer ayetler.
caferilik.com