Rasthaber - Fakih kendisiyle ile Rabbi arasında mazereti kabul etmeyen ve vakayı tenciz eden birtakım muteber delilerin olduğunu kesin olarak bilmektedir. Ancak ilk etapta bu delilerin bütün özelliklerini ve niteliklerini bilmemektedir. Dolaysıyla aklın hükmü gereğince kitaplardan bu delileri araştırmaya koyulmaktadır.
İmamiye Şiileri nezdinde asıl deliller dörttür:
1. Kitap
2. Sünnet
3. İcma
4. Akıl
Fıkıh ilminin ve istinbatın değirmen taşı bu kaynaklar etrafında dönmektedir. Bunun dışındaki emareler başkalarına göre muteber olsa dahi bize göre muteber değildir.
Eğer bize göre hüccet sayılan deliller bu dört delilden ibaretse bu durumda bütün tafsilatıyla Usul ilminde söz sahibi olan müteahhir Usulcülerin bu delilerin her birini ayrı bir başlık adı altında mevzu bahis etmeleri gerekirdi ki bu ilmi yeni öğrenmek isteyenler de meseleleri anlayabilsinler. Ama niyeyse bu önemli sorumluluğu şimdiye dek üstlenmediler. Bu önemli hususlara başka konular altında kısaca değinmektedirler.
Kur'an’a dair sadece zahiri delaletin hüccet olması meselesi altında değinmişler. Sünnet meselesi haber-i vahidin hüccet oluşu meselesi altında ele alınmış. Muhassal ve menkul icma da menkul icma meselesinde mevzu bahis edilmiştir ve aklın hüccet oluşu da kat meselesi içinde işlenmiştir. Elbette hepsinin üzerinde uzun bir şekilde durmadan kısaca bir üzerinden geçilmiştir.
Ama biz bu dört delilin büyük önem arz etmesinden dolayı her birbirine ayrı birer başlık oluşturduk. Buna rağmen Usul kitaplarındaki düzene muhalefet etmemek bu başlıkları şu şekilde sıraladık:
1. Akıl
2. Muhassal icma
3. Kitap
4. Sünnet
Elbette evla olan kitabın ve sünnetin öteki ikisinden önce gelmesidir.
Kitap
Kitap şeriatın istinbat için en önemli kaynaklarındandır. Fakihin kitaba müracaat edip onu anlamaktan başka çaresi yoktur.
Yine de ashabımızdan olan bazı Ahbarilerden kitabın zahirinin hüccet olmadığı görüşü rivayet edilmektedir. Bu gerçekten şaşılacak bir sözdür! Nasıl Peygamber efendimizin (saa) büyük mucizesi hüccet olmaz?! Belki kendilerinin sünnete iktifa etmeleri Buhari'nin peygamber efendimizin (saa) ümmeti dalalete düşmesin diye bir şeyler yazmak için kâğıt ve kalem istemesi üzeri Ömer bin Hattab'ın söylediği şu sözler olsa gerek:
حسبنا كتاب اللّه
“Allah’ın kitabı bize yeter!” [1]
Her halükârda sadece Kitaba iktifa etmek de sadece sünnete iktifa etmek gibi yanlıştır. Birisi ifrat ve ötekisi tefrittir.
Fıkıh ilminde Kuranın zahirinden maksat özel birtakım durumlar hariç bütün karinelerin araştırılmasından sonra umumu ve itlakı gereği amel etmektedir. Karine aklın hükmü, muttasıl veyahut munfasıl lafız olabilir. Özellikle Ehlibeyt'den (as) güvenilir kişiler tarafından rivayet edilen kayıt ve tahsislerin araştırılması gerekir. Bu aşamalardan sonra Kuranın zahirine göre amel etmek doğru mudur? Usulcüler bu durumda Kuranın zahirinin delalet ettiği nuruyla aydınlanmak gerektiğini savunmaktadırlar. Ahbariler ise bunu men ederler. Onlara göre Kurana bir söz istinat etmenin tek yolu Masumların tefsiri aracıyla mümkündür, kuranın kendi metni aracılığıyla değil.
Kuranın zahirinin hüccet olduğuna dair birçok delil vardır. Biz burada birkaç tanesine iktifa edeceğiz:
1. Kuran’da ki bazı ayetler Kuran’ın nur olduğuna delalet etmektedir. Nur kendi zatı itibariyle zahirdir (aydındır) ve başkalarını da izhar etmektedir (aydınlatmaktadır).
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
يا أَيُّهَا النّاسُ قَدْ جاءَكُمْ بُرْهانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَ أَنْزَلْنا إِلَيْكُمْ نُوراً مُبِيناً
“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik.” [2]
Başka bir yerde şöyle buyurmaktadır:
قَدْ جاءَكُمْ مِنَ اللّهِ نُورٌ وَ كِتابٌ مُبِينٌ
“Ayrıca size, Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap da gelmiştir.” [3]
Eğer apaçık bir kitap ifadesinden maksat önceki sözlerin tefsiri ise, o zaman nurdan maksat Kurandır.
Allah Kuranı her şeyin açıklaması olarak vasıflandırmaktadır. Nasıl olurda kendisini dahi açıklayamaz ve başka bir şeyin onu açıklamasına muhtaç ola bilir?
Allah şöyle buyurmaktadır:
وَ نَزَّلْنا عَلَيْكَ الْكِتابَ تِبْياناً لِكُلِّ شَيْءٍ وَ هُدىً وَ رَحْمَةً وَ بُشْرى لِلْمُسْلِمِينَ
“Bu kitabı da, her şeyi açıklayan ve Müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, bir rahmet kaynağı ve bir müjdeleyici olarak indirdik.” [4]
Başka bir yerde şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ هذَا الْقُرْآنَ يَهْدِي لِلَّتِي هِيَ أَقْوَمُ وَ يُبَشِّرُ الْمُؤْمِنِينَ الَّذِينَ يَعْمَلُونَ الصّالِحاتِ أَنَّ لَهُمْ أَجْراً كَبِيراً
“Şüphesiz ki bu Kur'ân, insanları en doğru ve en sağlam yola iletir ve salih amel işleyen müminlere büyük bir ecir olduğunu müjdeler.” [5]
O zaman hidayet bekleyen onun hidayetinden faydalanmadığı sürece Kuranın hidayet etmesi mümkün müdür?
Eğer dersen ki: Şüphesiz Kuranın zahirinin hüccet olduğunu bu hususa yönelik zahir olan ayetlerle ispat etmek net bir kesir döngüdür. Ne de olsa Ahbariler Kuranın zahirinin hüccet olduğunu kabul etmemektedirler.
Derim ki: Burada Kuran ayetlerinin zahir olanına değil nas seviyesinde olanlarına ihticac edilmektedir. Ahbariler ise Kuranın zahirine amel etmenin doğru olmadığını savunmaktadırlar, sarih ayetlere değil.
2. Peygamber efendimizden (saa) Sakaleyn’e sarılmamız gerektiğini ifade eden müstefize hatta mütevatir seviyesince rivayet mevcuttur. Sakaleyn'den maksat Kuran ve Ehlibeyttir.
Peygamber efendimiz (saa) şöyle buyurmuştur:
إنّي تارك فيكم الثقلين: كتاب اللّه، و عترتي. ما إن تمسكتم بهما لن تضلّوا
“Ben sizin aranızda iki büyük ağırlık bırakıyorum, Allah'ın kitabı ve Ehlibeytim. Bu ikisine sarıldığınız sürece dalalete düşmesiniz.”
Sakaleyn'in ikisi de hüccettir. İkisi de birbirini teyit etmektedir.
3. İmamların (as) öğrencilerine Kurandan hüküm istinbat etmeyi öğrettikleri rivayetler:
Eğer Kuranın zahiri hüccet olmasaydı o zaman böyle bir öğretimin ne değeri olur du ki? Bu rivayetler de İmamlar birer üstat ve öğretmen olarak konuşmaktadırlar, gayıptan haber alan birisi konumunda değil.
Bu doğrultuda birçok rivayet mevcuttur. Biz burada birine değinmekle yetineceğiz. İmam Sadık'a (as) şöyle bir soru yöneltilmektedir:
“Adamın biri ayağı takılıp düştü ve tırnağını incitti. Daha sonra parmağı üzerine bir bez koydu.”
İmam Sadık (as) cevabında şöyle buyurmaktadır:
Şüphesiz bu (sorunun cevabı) Allah’ın kitabından anlaşılmaktadır:
dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. [6]
Daha sonra şöyle buyurdu: O bezin üzerine mesh et! [7]
İmam (as) üzeri bezle örtülü olan parmağın üzerine mesh edilmesini Kurana istinat etmektedir.
4. İmam Sadık'tan (as) müstifize olarak rivayetlerin birbiriyle çelişmesi durumunda Kurana arz edilmeleri gerektiği rivayet edilmektedir. Allah'ın Kitabına muvafık olan rivayetle amel edilmesi gerektiğini muhalif olan rivayetin de duvara atılmasını belirtmektedir.
Ebu Abdullah'tan (as) şöyle bir hadis rivayet ettiği rivayet edilmektedir: Allah Resulü (saa) buyurdu ki:
إنّ على كلّ حق حقيقة، و على كلّ صواب نوراً، فما وافق كتاب اللّه فخذوه، و ما خالف كتاب اللّه فدعوه
“Her hakkın bir hakikati vardır ve her doğrunun üzerinde bir nur vardır. Allah'ın kitabına uyanı alın ve Allah'ın kitabına muhalif olanı bir kenara bırakın.” [8]
5. Fakihler Kurana muhalif olan bütün şartların (antlaşmalarda koşulan) batıl olduğuna dair görüş birliği içindedir.
Abdullah bin Sinan'nın sahih hadisinde şöyle rivayet ettiği geçer:
Onun (İmam'ın) şöyle buyurduğunu duydum:
“Kim Allah’ın kitabına muhalif bir şart koşarsa geçersiz bir iş yapmış olur. Bu şart şartı koştuğu kişi için de geçerli değildir. Müslümanlar ancak Kurana muvafık olan şartlarına bağlı kalmak zorundalardır.” [9]
Başka bir rivayette şöyle geçmektedir:
“Müslümanlar şartlarına bağlı kalsınlar, ancak Allah’ın kitabına muhalefet eden şartlar geçersizdir.” [10]
Eğer kitabın zahiri hüccet olmasaydı, o zaman bu ve başka rivayetler de şartların kitaba arz edilmesinin ne manası olurdu ki? Bu ve bunun gibi delillerden bir Fakih Kitabın zahirinin hüccet olduğuna kesin olarak kanaat getirmektedir. O zaman burada önemli olan husus muhalif olanların delilerinin araştırılmasıdır.
Ahbarilerin Kuranın zahirinin hüccet olmadığına dair sundukları deliler
Ahbariler kitabın zahirinin hüccet olmadığına dair birkaç şekilde delil sunmaktadır. Bunların içinde en önemlisi iki tanesidir.
Birincisi:
Bir sözün zahiri manaya göre algılanması ve Söz sahibinin o manayı irade ettiğini söylemek rey ile tefsir etmektedir. Hâlbuki Peygamber efendimiz (saa) şöyle buyurmaktadır:
من فسّر القرآن برأيه فليتبوّأ مقعده من النار
Kur'an'ı kendi görüşüyle tefsir eden kimse cehennemdeki yerine hazırlansın. [11]
İrat: Bir sözü zahiri manasına göre algılamak tefsir değildir, ki kendi görüşle tefsir olsun. Tefsir şöyle tanımlanır:
كشف القناع عن وجه المراد
“Murad edilen mananın hepsini ortaya çıkarmak.”
Kendi görüşüne (rey) uymak demek hiçbir delil olmadığı halde zan ile ayeti yorumlamaktır.
Tefsir ve rey kavramları anlaşıldıktan sonra deriz ki:
Bir sözün zahiri manaya göre algılanması ve söz sahibinin o manayı irade ettiğini söylemek rey ile tefsir değildir, çünkü burada gizli bir şey ortaya çıkartılmamaktadır. Dolayısıyla itlak ve umum gibi zahiri delalete istinat etmek tefsir değildir. Burada sadece zahir misdaklarından birine haml edilmektedir.
Tefsir murad edilen mananın hepsini ortaya çıkarmaktır. Örnek olarak Salatul Vusta kelimesinin ne manaya geldiğini belirleme de olduğu gibi:
حافِظُوا عَلَى الصَّلَواتِ وَ الصَّلاةِ الْوُسْطى
“Namazlara ve orta namaza devam edin ve Allah için boyun eğerek kalkıp namaza durun.” [12]
Burada bu lafzı belirgin bir namaza yorumlamak murad edilen mananın hepsini ortaya çıkarmaktır ve dolayısıyla tefsirdir.
O zaman bir sözün zahiri manaya göre algılanması ve söz sahibinin o manayı irade ettiğini söylemek bir ayetin tefsiri değilse kendi görüşüne göre tefsir olması da düşünülemez. Burada hüküm konunun kalkmasıyla kalkmaktadır.
İkincisi:
Kuranı ancak ehli olan Ehlibeyt anlayabilir. İmam'ın (as) Ebu Hanife ve Ebu Kutade ile yaptığı müzakereden anlaşıldığı üzere Kuranı muhatap olanlardan, yani Ehlibeyt İmamlarından (as) başka kimse anlayamaz. Aralarında geçen konuşmanın metni şudur:
“Ey Ebu Hanife! Kuranı hakkıyla biliyor musun ve nasih ve mensuhu biliyor musun? Dedi ki: Evet. İmam (as) şöyle buyurdu: Ey Ebu Hanife! Sen öyle bir İlim iddiasında bulundun ki, Allah bu ilmi sadece kendilerine kitabın indirildiği kitap ehlinde karar kılmıştır. Bu ilime ancak bizim peygamberimizin soyundan olan özel kişiler sahiptir. Allah seni kitabından bir harfle dahi nimetlendirmemiştir.”[13]
Ben derim ki: Rivayet Ebu Hanife'den genel bilgiyi ret etmemektedir. Rivayet onun Kuranı hakkıyla bilmediğini belirtmektedir. Böyle bir marifet ancak nasih ile mensuhu, umum ve hususu, mutlak ve kayıtlıyı ve bunun gibi ayetin anlaşılmasında etkili olan başka munfasıl emarelerin hepsi Ehlibeyt İmamlarının (as) yanında korunmaktadır.
O zaman Ehlibeytin rivayetlerinde bu emareleri araştırdıktan sonra zahire göre amel edenler bu rivayetin kapsamı içine girmemektedir. Bu rivayet evlerinde Kuranın indiği Ehlibeytin hadislerindeki nasih ve mensuh, umum ve husus, mutlak ve kayıt gibi emarelere müracaat etmeden ayetleri tefsir edenlere yöneliktir. Bizim ashabımız ne zaman böyle bir şey yapmış?! Onlar ancak içinde ayetlerin mucmeli ve mübhemi, umumunu tahsis eden ve mutlakına kayıt getiren muttahhar itretin hadislerine müracaat ettikten sonra Sakaleyn hadisinin gereğince Kuranın ayetlerine istinat etmektedirler.
Ehlibeytin hadislerine müracaat ettikten sonra Kuran ayetleriyle istinat etmek bir şeydir bunu yapmadan ayetlerle istinat etmek başka bir şeydir. İkincisi haramdır, ama ilki caizdir ve bizim ashabımız (Allah'ın rıdvanı onların üzerine olsun) da asırlar boyunca böyle bir tutum sergilemiştir.
Bu minval da sadır olan öteki rivayetlerin hepsi de bu bağlamda anlaşılması gerekir.
Buraya kadar Ahbarilerin Kuranın zahirine amel etmenin haram olduğuna dair sundukları delilleri inceledik. Yaptığımız açıklamalar öteki delilerin de halini ortaya koymaktadır.
Zahiri delalet kat ifade etmektedir
Usulcüler genelde Kuranın zahiri delaletini zan başlığı altında incelemektedirler. Elbette zan sadece hüccet olduğuna dair delil sunulması halinde hüccet kabul edilmektedir. Bu tür zanna özel zan denmektedir. Bunun mukabilinde genel zan vardır, ki onun hücciyetine dair insidat delilinden başka bir delil mevcut değildir.
Ama doğru olan görüş her söz sahibinin, buna Kuran da dâhil, sözünün zahirinin aslında kat ifade etmesidir. Bu iddianın durumu daha önce kısaca yaptığımız açıklamalar doğrultusunda açığa kavuşmuştu aslında. Ama burada yapacağımız izahat sonrası daha fazla açıklığa kavuşacaktır.
Aslında Zahir de de nas ta olduğu gibi sadece bir mana anlaşılmaktadır ama şu farkla ki zahir de tevil olasılığı mümkündür. Eğer başka bir söz de ilk sözünün zahiri delaletine ters bir şey söylediğinde bu iki söz arasında çelişki olarak görülmemektedir. İlk söz ikinci sözün delaletine göre tevil edilir.
Mesela şöyle dense:
"Âlimlere saygı duy."
Bu sözün zahirine âlimlere saygı duymanın vacip olduğu anlaşılmaktadır. Daha sonra başka bir delil den burada aslında istihbab kast edildiğini anlayabiliriz.
Ama nasta böyle bir şey söz konusu değildir. Burada sadece bir mana düşünülebilir ve tevil edilmesi de doğru değildir. Burada tevil içeren bir söz bu sözle çelişen bir söz olarak algılanmaktadır.
Mesela Allah-u Teâla şöyle buyurmaktadır:
يُوصِيكُمُ اللّهُ فِي أَوْلادِكُمْ لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْأُنْثَيَيْنِ
“Allah size evlatlarınızın miras taksimini şöyle emrediyor: Çocuklarınızda, erkeğe iki kadın payı kadar..”
Erkeğin payının kadının payının iki kat olması tevil edilebilecek bir ifade değildir. İşte böyle bir delalete nas denmektedir. Tevil etmeye çalışanın sözü kabul edilemez. Başka bir örnek de Allahu Teala'nın şu sözüdür:
قُلْ هُوَ اللّهُ أَحَدٌ
“De ki: O bir olan Allah'tır.”[14]
Bunu anladıysan deriz ki:
Zahiri delalet söz sahibinin muradını kesin olarak mı ortaya çıkarmaktadır yoksa zanni olarak mı?
Bu sorunun cevabı şu hususa bağlıdır:
Zahiri delaletinin boynuna yüklenen sorumluluk ve anlamak ve anlatmak doğrultusunda ki vazifesi neyden ibarettir?
Bu sorunun cevabı anlaşıldığı surette Zuhurun kat mı zan mı ifade ettiği anlaşılacaktır.
Dolaysıyla deriz ki:
Söz sahibi için iki tür irade söz konusudur:
1. Istimali irade:
Burada lafız manası doğrultusunda kullanılmaktadır veyahut muhatabın zihninde manalar oluşturulmaktadır ister söz sahibi ciddi olsun ister şaka yapıyor olsun ve ister mana hakiki olsun ister mecazi.
2. Ciddi irade:
Lafız kullanıldığı manada ciddi olarak irade edilmektedir. İşte burada ciddi irade istimali irade’den ayrılmaktadır. Mesela şaka yapan birisinde olduğu gibi. Yasalar belirlenirken de böyledir, zira yasalar genelde mutlak ve umum ifade eder bir şekilde belirlenir. Ama ciddi irade de kayıt ve şartlar ve söylemi tahsis eden sözler de göz önünde bulundurulur.
Bu durumlarda ciddi irade ile istimali irade birbirinden ayrılmaktadır. Bazen şaka yapan veyahut farkında olmayan birisinde olduğu gibi tamamen ve bazen de ciddi olarak has kast edilen umum ya da mukaayad kast edilen mutlak da olduğu gibi kısmen ayrılmaktadır.
Bu açıklamalar doğrultusunda iki husus üzerinde durmak gerekiyor:
1. Zevahir üzerine yüklenen asıl görev nedir?
Zevahirin aslı vazifesi muhatabın zihninde mana oluşturmaktır ister mecaz olsun ister hakiki.
Eğer birisi dese ki: Ben bir aslan gördüm.
Bu durumda asıl vazifesi muhatabın zihinde saldırgan bir hayvanın görüldüğünü oluşturmasıdır.
Ve eğer birisi şöyle dese: Hamamda bir aslan gördüm. O zaman zahiri delalet muhatabın zihninde cesur bir adamın görüldüğünü oluşturacaktır. İki örnekte de murad-ı istimali kesin bil şekilde keşif edilmektedir ve lafız vazifesini en iyi şekilde yerine getirmiştir. Bu durumda söz mücmel ve müteşabih olmadığı sürece sözün zan ifade ettiğini söylemek doğru olmaz, çünkü o zaman söz istimal edilen manayı oluşturmaktan acizdir. Ama bu iki durum da bizim konumuzun dışındadır. Çünkü biz zevahir hakkında konuşuyoruz, müteşabih ve mücmel hakkında değil.
2. Niçin Zevahire zan denmektedir?
Zevahire zan denmesi birkaç nedenden dolayıdır:
1. Bazen söz sahibi lafzı hiçbir manada kullanmamaktadır.
2. Bazen karine belirlemeden mecazi manada kullanmaktadır
3. Şaka yapmaktadır
4. Ne dediğinin farkında değildir
5. Boş boş konuşmaktadır
6. Umum ifade eden bir sözcük kullandığı halde özel bir mana kast etmektedir
7. Mutlak konuştuğu halde kayıt ve şartlar göz önünde bulundurmaktadır.
Ve murad-ı istimali'i murad-ı ciddi'den kesin bir şekilde ayırt etmeyi zorlaştıran buna benzer başka olasılıklar.
Ama burada okurun göz önünde bulundurması gereken üç tane önemli mesele var:
1. Bu olasılıkların birbirinden ayırt edilmesi zahiri delaletin sorumluluğu değildir. Dolayısıyla zevahire murad-ı ciddi'i keşif etme konusunda zan muamelesi yapmak doğru değildir, zira daha önce de belirtildiği gibi zahiri delalet'den beklenen tek şey muhatabın zihninde mana icat etmesidir. Ama yukarıda belirtilen olasılıkların ve bunların def edilmesi ile zevahir arasında hiçbir alakası yoktur, ki bunlardan dolayı zanni delil muamelesi görsün.
2. Bu olasılıkların bazıları nas için de söz konusudur. Burada da söz sahibi boş konuşuyor, şaka yapıyor, ne dediğinin farkında olmuyor, takkiye yapıyor veyahut yasa koyuyor ola bilir. Buna rağmen onlar nas'ı kat'i delillerden saymaktalar.
3. Usulcüler bu olasılıkları bir takım akıl sahiplerinin kullandığı prensiplere (usuller) dayalı olarak yok saymaktadırlar, örnek olarak söz sahibin ifade makamında olması aslı gibi. Yani asıl olan şaka ve takkiye ve buna benzer bir şey yapmıyor olmasıdır.
Ama zahiren bu prensiplere gerek yoktur, çünkü toplumsal hayat zahiri delaletler ile anlaşmak üzeri bina edilmiştir. Mesela bir üstat ile öğrenci, mağazacı ile müşteri ve siyasetçiler her biri birbirlerinin dilinden anlamaktadırlar. Burada muhatap söz sahibinin murad-ı istimali ve murad-ı ciddi'i de kesin olarak anlamaktadır. Sadece normal söyleşi dışına çıkılırsa veyahut sözele mücmel ve mübhem bir şekil alırsa delalet zanni olacaktır.
Böylelikle zahiri delalet'in normal bir söyleşi doğrultusunda murad-ı istimali ile murad-ı ciddi'i kesin olarak ortaya çıkardığını göstermiş olduk. Elbette yasama gibi normal söyleşi dışına çıkıldığı zaman bir zahiri delaletin murad-ı ciddi'i kesin olarak keşif ettiği söylenemez.
ehlader
- - - - - - - - - - - -
[1] Sahih Buharî, C. 1, S. 30, İlim kitabı, İlmin yazılması babı
[2] Nisa Suresi 174. Ayet
[3] Maide Suresi 15. Ayet
[4] Nahl Suresi 89. Ayet
[5] İsra Suresi 9. Ayet
[6] Hac Suresi 78. Ayet
[7] Vesailu'ş Şia, c. 1, 39. Bab, Abdest babları, Hadis No. 5
[8] Vesailu'ş Şia, c. 18, 9. Bab, Kadı’nın sıfatları babları, Hadis no. 10; ayrıca hadis no. 11, 12, 14 de bakınız
[9] Vesailu'ş-Şia, c. 12, 6. Bab, Hiyar babları, Hadis No. 1
[10] Vesailu'ş-Şia, c. 12, 6. Bab, Hiyar babları, Hadis No. 2
[11] Vesailu'ş-Şia, C. 18, 13. Bab, Kadının vasıfları babı, Hadis No. 76
[12] Bakara Suresi 238. Ayet
[13] Vesailu'ş-Şia, C. 18, 6. Bab, Kadının vasıfları babı, Hadis No. 27
[14] İhlas Suresi birinci Ayet