İslam Hukukunun Dört Delili II

GİRİŞ: 28.02.2025 08:04      GÜNCELLEME: 28.02.2025 08:04
Rasthaber -  Bazen sünnet ifadesinden Masumun (as) sözü, eylemi ve takriri anlaşılmaktadır. Bu mana da sünnet kat'i delilerden satılmaktadır. Sonuç olarak Kuranın hizasında ondan sonra ikinci asıl kaynak olarak geçmektedir. Kim sadece Kuranı yeterli görüp sünnete yüz çevirirse orta yoldan sapmıştır.

Bazen de bu tabirden maksat gerçek sünneti hikâyet eden bir haberdir. Bizim burada kast ettiğimiz mana da bu manadır.

Bu manada sünnet (haber) birkaç kısma bölüştürülmektedir:

1. Mütevatir haber
2. Müstefize haber
3. İçinde karinelerin gizli olduğu haber-i vahid
4. karinelerden yoksun haber-i vahid

Burada mevzu bahis edeceğiniz haber türü bütün karinelerden yoksun olan haber-i vahiddir, çünkü mütevatir haber ve içinde karinelerin gizli olduğu haber-i vahid kat ifade eder. Aynı şekilde müstefize haber de sonunda kat muamelesi gören bir itminan ifade eder.

Ama karinelerden yoksun haber-i vahidin zanni bir delil olarak algılanması senedi ve sudur hasebiyledir. Yoksa daha önce de belirtildiği gibi murad-ı istimaliye göre bütün delaletler kat'i'dir. Hatta bazı durumlarda murad-ı ciddi için de bu böyledir.

Haber-i vahid'in içeriğine fetva vermek iki meseleye bağlıdır:

1. Zan ile amel etmeye sorumlu kılınmanın zatı itibarıyla mümkün oluşu

2. Zan ile amel etmeye sorumlu kılınmanın vuku bulması

Zan ile amel etmeye sorumlu kılınmanın zatı itibarıyla mümkün oluşu

İlk meselenin mümkün oluşu üzeri örtülü bir mesele değildir. Çünkü haber-i vahitle amel etmeye mükellef olmak zatı itibariyle ne vaciptir ne haram. Dolayısıyla zatı itibariyle mümkün olacaktır. Buna İmkân-ı mahuvi de denmektedir. Haber-i vahide amel etmekle mükellef kılınmanın mümkün oluşu varlık ve yokluğun insan için mümkün oluşu gibidir. Dolayısıyla bu manada ki imkân kavramını mevzu bahis etmek Usul ilminin meseleleri dışındadır.

Zan ile amel etmeye sorumlu kılınmanın vuku bulması

Ama imkân’ın ikinci manası bizim konumuz dâhilindedir. Bir şey zatı itibariyle mümkün olduktan sonra vuku bulması açısından da mümkün olup olmadığı tartışılabilir.

Örnek olarak Allah'a İhlâsla kulluk eden bir kulun ateşe atılması zatı itibariyle mümkündür, çünkü Allah-u Teâla güzel eylemeleri de çirkin eylemleri de yapmaya kadirdir. Ama böyle bir şeyin vuku bulması imkânsızdır, çünkü adaleti ve hikmeti ile bağdaşmamaktadır.

İbn Kubbe gibi bazıları zan ile amel etmeye mükellef kılınmanın bu manada imkânsız olduğunu savunmuşturlar.

Buna iki şeklide delil sunmaktadırlar:

Birincisi: Eğer haber-i vahid ile furu da amel etmek caiz olursa Usul (inançlar) da amel etmek de caiz olacaktır. Ve böylelikle âdil bir şahıs Allah'tan vahiy aldığını iddia ederek bize bir haber ulaştırırsa delil ve mucize olmaksızın ondan kabul etmek zorunda kalırız.

İrat: Dinin fer-i meseleleri asıllardan daha gevşektir. Dolaysıyla fer-i meselelerde haber-i vahidin hüccet olması asıllar da hüccet olmasını ve bir adil bir şahsın nübüvvet iddiası kabul etmemizi gerektirmez. Ne de olsa itikadi asılın durumu daha tehlikelidir.

İkincisi: Böyle bir şey den helalın haram haramın da helal kılınması lazım gelir. Örnek olarak Allah nezdinde ki hükmün hilliyet olsa ve aynı meseleye dair bize haram ya da vacip olduğnu ifade eden bir haber-i vahid ulaşsa ve bizde bu haberin hüccet olduğunu söylesek iki çelişkili hüküm arasında cem etmiş oluruz.

Usulcüler nezdinde bu şüphe şu başlık adı altında ele alınmaktadır:

Vakii hüküm ile zahiri hükmün arasında cem etmek

Muteahhir âlimler bu bağlamda çok söz söylemiştirler. Biz bu kitaba uygun şekilde kısa bir cevap vereceğiz. Eğer bir haberin içeriği vaka ile mutabıksa o zaman haber vakii hükmü tenciz etmektedir. Ama vaka ile muhalif olursa o zaman vakii hüküm kendisine aksine delalet eden bir emare ulaşan şahıs için fiiliyete geçmemiş demektir ve İnşa aşamasındadır. Bu şüphe ancak bil fiil aynı anda iki zıt hüküm de kula yöneldiği surette söz konusu olabilir. Ama hükümlerden birisi İnşa aşamasında kaldığı sürece ve sadece ötekisi kula yöneldiği sürece bir çelişki oluşmamaktadır. Meselenin bundan fazla izahı daha üst seviye bir öğretim gerektirmektedir.

Zan ile amel etmekteki asıl nedir?

İslam şeriatında zanla amel etmeye mükellef kılınmanın vuku bulduğuna dair delileri sunmadan önce bir zanla amel etmede birincil kuralın ne olduğuna değinmek gerekir.

Hüccet olduğuna dair bir delil sunulmadığı sürece zanla amel etmek haram mıdır, yoksa asıl olan delilerin istisna ettiği durumlar hariç zan ile amel etmenin caiz oluşu mudur?

Birinci görüşe göre haber-i vahit, Lügatçilerin ifadesi, şöhret-i fetvaiyye gibi zanlar ancak hüccet olduklarına dair delil sunulduğu surette hüccet sayılmaktadırlar, yoksa asıl olan (bu deliller ile amel etmek) hürmettir.

Ayni şekilde ikinci görüşe göre, kiyas ve istihsan gibi zanların haram olduğuna dair bir delil sunulmadığı sürece her türlü zanla amel etmek caiz olacaktır.

Böylelikle başlıkta ki asıl ifadesinden maksat içtihadı delilerin ne gerektirdiğidir ya da birincil kaidenin muktezası diye de tabir edilmektedir. Burada maksat aslı ameli değildir.

Her halükârda bütün Araştırmacılara göre asıl zanla amel etmenin haram oluşudur. Ancak bir yerde hüccet olduğuna dair delil sunulduğu takdirde caiz olur.

Delil:

Bidat icma ile haramdır. Bu hususta bir ihtilaf yoktur. Bidatten maksat dinde olmadığı bilene ya da şüphe edilen bir şeyi dine ilave etmek veyahut dinde olduğu bilinen bir şeyin dinden çıkartılmasıdır.

Hüccet olduğuna dair bir delilin sunulmadığı bir zanna itimat etmek ve ona göre fetva vermek delalet ettiği hususun Allah’ın hükmü olduğunu kabullenmektir. İşte bu bidatın ta kendisidir, çünkü dinden olup olmadığı bilinmeyen bir şey dine ilave edilmektedir.

Başka bir değimle: Şüphesiz zanla amel etmek demek amel aşamasında delalet ettiği içeriğin Şari'ye isnat edilmesi demektir. Ve bilindiği üzere bir içeriğin Şari'ye isnat edilmesi ve ona göre amel etmek sadece o içeriğin Şari'nin hükmü olduğu algısıyla doğrudur. Yoksa isnat söz ve amelle teşri etmek gibidir ve bu eylem dört delile göre de haramdır. Dinden olduğu bilinmeyen bir şeyi dine isnat etmek teşridir.

Allah-u Teâla şöyle buyurmaktadır:

قُلْ أَ رَأَيْتُمْ ما أَنْزَلَ اللّهُ لَكُمْ مِنْ رِزْقٍ فَجَعَلْتُمْ مِنْهُ حَراماً وَ حَلالاً قُلْ آللّهُ أَذِنَ لَكُمْ أَمْ عَلَى اللّهِ تَفْتَرُونَ

“De ki, "Baksanıza, Allah sizin için nice rızıklar indirdi, siz onlardan bir kısmını haram, bir kısmını helâl yaptınız". De ki, "Size Allah mı izin verdi, yoksa siz Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" [1]

Ayet Allah’a hüküm isnat etmenin onun iznine bağlı olduğunu ifade etmektedir. Yoksa bu durum dışında isnat etmek, böyle bir hükmün İslam da olmadığını bilse de bilmese iftardır. Ayetin umumi iki durumu da kapsamaktadır. Zan ile amel eden kişi Allah'ın izin verip vermediğine yönelik şüphe içinde olduğu halde hükmü Allaha nispet etmektedir.

Başka bir yerde şöyle buyurmaktadır:

وَ إِذا فَعَلُوا فاحِشَةً قالُوا وَجَدْنا عَلَيْها آباءَنا وَ اللّهُ أَمَرَنا بِها قُلْ إِنَّ اللّهَ لا يَأْمُرُ بِالْفَحْشاءِ أَ تَقُولُونَ عَلَى اللّهِ ما لا تَعْلَمُونَ

“Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: "Babalarımızı bu yolda bulduk, bunu bize Allah emretti." derler. De ki: "Allah kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?" [2]

Gördüğün üzere Allah-u Teâla bilmeden Allah adına konuşmayı ister doğru olsun ister yanlış, yermektedir. Zanla amel eden kişi bilmediği halde Allah adına konuşmaktadır.

Dolaysıyla şu neticeye varmaktayız:

Genel kaide gereğince zanla amel etmekten alı koymaktayız, çünkü bu eylem sözsel ve eylemsel bir teşridir. Ayrıca bilmeden Allah adına konuşmaktır ve haramdır. Dolaysıyla bütün zanlarda ve hüccet babında esas olan bir delilin hüccet olmayışıdır. Ancak hüccet olduğuna dair delil sunduğu takdirde bir delil hüccet olacaktır.

Usulcüler bazı zanni delillerin kat-i deliler aracılığıyla bu prensibin dışına çıktığını belirtmektedirler. Böylelikle bilmeden Allah adına konuşulmuş olunmuyor.

Bu deliller şunlardır:

1. Haber-i vahid
2. Haber-i vahid'le rivayet edilen icma
3. Fetva-yi şöhret
4. Lügatcıların sözü

Bütün bu delilleri şimdi peş peşe okuyacağız.

Muteber olan zanni deliller:

Haber-i vahit aracılığıyla rivayet edilen sünnetin hüccet oluşu:

Şüphesiz Masum ‘un (as) sözü, eylemi ve takrir manasında sünnet hüccettir. Aynı şekilde mütevatir ve doğruluğuna dair karineler bulunan haber de ilim ifade etmesinden dolayı hüccettir. Burada bütün karinelerden yoksun güvenilir (sika) kişiden rivayet edilen haber-i vahidin hüccet olup olmadığı tartışılacaktır.

Usulcülerin büyük bir çoğunluğu haber-i vahidin hüccet olduğunu savunmaktadırlar ve buna dair kitap, sünnet ve icma’dan delil sunmaktadırlar. Onların delillerini "el-Mucez" adlı eserimde saydığım için burada bir daha değinmeye gerek yok.

Ama evla olan haber-i vahid'in hüccet olduğunu onların arasında da yaygın olan akıl sahiplerinin tutumuyla ispat etmektir.

Asırlar boyunca bu tutumu sürdürdüler ve güvenilir kişilerin rivayet ettikleri itminan ifade eden haberlere amel ettiler. Bu itminan aklen kat olmasa dahi, örfte ilim olarak algılanmaktadır.

Bu tutumun böyle yayılmasının nedeni bir açıdan kesin bilgiye ulaşımının genelde aşırı meşakkat ve zorluk gerektiriyor olmasıdır ve başka bir açıdan da genelde kalp güvenilir kişinin sözünden dolayı sükûnet bulur ve itminan eder. Bu yüzden örfte İlim olarak algılanmaktadır, zan değil, çünkü bu şahıs onu yalan söylemeye yönlendirecek bir melekeden yoksundur. Bu iki nedenden dolayı onların adeti de güvenilir kişinin haberine amel etmek üzeriydi.

Eğer Şari' bu tutumdan (sire) dolayı rahatsız olsaydı, rahatsızlığını fasık adamın haberine amel edilmemesini belirttiği gibi bunu da belirtmesi gerekirdi.

Başka bir değimle, eğer geçmiş ümmetlerin bu konudaki tutumunu incelediğin surette hepsinin güvenilir kişilerin haberlerine amel ettiklerini göreceksin. Müslümanların da bu şekilde amel etmeleri akıl sahiplerinin bu tutumundan kaynaklanmaktadır.

Eğer haber-i vahit'le amel etmek merdud bir eylem olsaydı, o zaman Peygamber efendimizin (saa) ve masum İmamların (as) kıyas ve Ehli sünnet ‘in kullandığı öteki zanni deliller de olduğu gibi sert ve kesin bir dille bunu ret etmeleri gerekirdi, ki bütün cahiller anlasın ve bütün gafiller uyansın.

Eğer haber-i vahid'le amel etmek kıyas'la amel etmek kadar kötü birşey olsaydı aynı nitelikte İmamlar (as) tarafından ret edilmesi ve bize de haber-i vahidin hüccet olmadığına delalet eden hadislerin ulaşması gerekirdi. Hâlbuki bu manada hiçbir hadis rivayet edilmemiştir. Dolayısıyla İmamlar (as) akıl sahiplerinin bu tutumunu onaylamaktadırlar.

Ayrıca Usulcülerin Kitab ve sünnete istinaden haber-i vahidin hüccet olduğunu ispat etmeleri güvenilir kişinin sözünün bu kaynaklara göre hüccet karar kılındığı manasına gelmemektedir. Hepsine dikkatli bir şekilde bakıldığı zaman akıl sahip sahiplerinin bu tutumuna delalet yöneliktir.

Örnek olarak Abdulaziz bin el-Muhtedi ve Hasan bin Ali bin Yaktin'nin İmam Rıza'ya (as) sordukları soru da olduğu gibi:

أ فيونس بن عبد الرحمن ثقة، آخذ عنه ما أحتاج إليه من معالم ديني؟ فقال: نعم

“Yunus bin Abdurrahman sika mıdır? Ondan muhtaç olduğum dinimin öğretilerini alabilir miyim? İmam şöyle buyurdu: Evet.”[3]

Aynı şekilde Ahmet bin İshak da üçüncü Ebul Hasan'a (as) kimin sözüyle amel edeceklerini ve dinlerini kimden alacaklarını sorduğunda İmam (as) ona şöyle cevap verdi:

العمري ثقتي، فما أدّى إليك عنّي فعنّي يؤدّي، و ما قال لك عنّي، فعنّي يقول، فاسمع له، و أطع فإنّه الثقة المأمون

“el-Amri benim güvendiğim kişidir. Benden sana ne aktarırsa gerçekten de benden aktarmıştır. Benim adıma sana ne söylerse gerçekten de benim adıma söylemiştir. O zaman onu dinle ve ona itaat et, çünkü o güvenilir ve emin birisidir.” [4]

İmam (as) ile ravi arasında ki geçen konuşmadan anlaşıldığı üzere güvenilir kişinin sözünün hüccet oluşu zaten aralarında genel olarak kabul görülen bir meseledir. Burada sadece kimin güvenilir olduğu konuşulmaktadır. İmam da (as) el-Amri'nin güvenilir olduğunu beyan etmemektedir.

Eğer güvenilir kişinin sözünün hüccet oluşuna dair sadece bir delilin olduğunu ve öteki delilerin akıl sahiplerinin bu tutumuna işaret ettiğini söylense boş bir söz söylenmiş olmaz.

Şeyh Tusi (ra) ashabımızın tutumunu haber-i vahidin hücciyetine dair delil olarak sunmaktadır. Bu tutumlarını İmamların gözleri önünde sergilemeleri ise onların bu tutumu doğruladıklarına işaret etmektedir.

Ama doğru olan görüşe göre ashabımız akıl sahiplerinden farklı bir tutum benimsememişlerdir. Onlar da bu tutuma uymuşlardır. Şeyh'in (ra) haber-i vahid'in hüccet oluşuna dair sunduğu delilin en sağlam delilerden birisi olmasından dolayı burada sözlerini nakil etmeyi uygun gördük. Şeyh Tusi şöyle buyurmaktadır:

إنّي وجدت الفرقة المحقّة مجمعة على العمل بهذه الأخبار التي رووها في تصانيفهم و دوّنوها في أُصولهم، لا يتناكرون ذلك و لا يتدافعونه حتى أنّ واحداً منهم إذا أفتى بشيء لا يعرفونه، سألوه من أين قلت هذا؟ فإذا أحالهم على كتاب معروف أو أصل مشهور، و كان راويه ثقة لا يُنكر حديثه، سكتوا و سلّموا الأمر في اللّه و قبلوا قوله، و هذه عادتهم و سجيّتهم من عهد النبي (صلى الله عليه و آله و سلم) و من بعده من الأئمّة (عليهم السلام)، و من زمن الصادق جعفر بن محمد (عليهما السلام) الذي انتشر العلم عنه و كثرت الرواية من جهته، فلولا أنّ العمل بهذه الأخبار كان جائزاً لما أجمعوا على ذلك و لأنكروه، لأنّ إجماعهم فيه معصوم لا يجوز عليه الغلط و السهو.

“Benim gördüğüm kadarıyla hak üzeri olan fırka kendi tasniflerinde rivayet ettikleri ve Asıllarında bir ara getirdikleri rivayetlere amel etmekte icma etmişler. Kimse bunu inkâr etmemekte veyahut eleştirmemektedir. Öyle ki aralarından birisi bir şeye fetva verdiğinde kendisine hemen neye göre fetva verdiği sorulmaktadır. Eğer ravisinin güvenilir olduğu ve hadisinin inkâr edilmediği meşhur bir kitaba veyahut Asıla istinat ederse susarlar ve Allah için teslim olurlar ve onun sözünü kabul ederler. Bu onların Peygamberin (saa) ve İmamların (as) döneminden beri, özelikle İmam Cafer bin Muhammed'in zamanından beri (as), ki ilim ondan yayıldı ve kendisinden birçok Hadis rivayet edildi, adetleri ve tutumlarıydı. Eğer bu rivayetlerle amel etmek caiz olmasaydı buna yönelik icma etmez bu hususu inkâr ederlerdi. Ayrıca onların bu icması içinde Masum da bulunmaktadır. Onun hata ve yanlış yapma olasılığı yoktur.” [5]

Burada Şeyh (ra) icma sözcüğünu kullandığı için icmaya istinat ettiği yanılgısı oluşa bilir. Ama kendisi alsında akıl sahiplerinin tutumundan kaynaklanan ashabın tutumuna istinat etmektedir.

Hüccet olan haber sadır olduğuna itimat edilen haberdir

Güvenilir kişinin sözünün hüccet oluşunun tek delili siredir.  Akıl sahipleri ravinin güvenirliği rivayetin doğruluğuna ve vaka ile mutabık olmasına delalet ettiği için böyle bir haberin içeriğine göre amel etmektedirler. O zaman burada güvenirliğin bir hususiyeti söz konusu değildir, ki ravi güvenilir olmadığı surette başka yollardan haberin doğruluğuna dair bilgi edindiğimiz halde ona göre amel etmeyelim. Dolayısıyla akıl sahiplerine göre hücciyetin ölçüsü sahih ve sadır olduğuna itimat edilen haberdir. Ölçü sadece ravinin güvenirliği değildir. Bundan dolayı ravi sika olsa dahi emareler haberin içeriğinin doğru olmadığına delalet ettiği zaman o haberle amel edilmemektedir.

Buraya kadar izah ettiklerimizden anlaşıldığı üzere hüccet olan haber sadır olduğuna itimat edilen haberdir ve böylelikle sahih, muvassak ve itminan ifade etmesi suretinde hasan hadisi de kapsamaktadır. Hatta doğruluğuna dair karineler bulunduğu takdirde zayıf hadisi dahi kapsamı içine almaktadır.

Bu söylediklerimize Şeyh Ensari (ra) de haber-i vahidin hüccet olduğuna dair akli delilleri izah ettikten sonra işaret etmektedir:

و الإنصاف انّ الدال فيها لم يدلّ إلاّ على وجوب العمل بما يفيد الوثوق و الاطمئنان بمؤدّاه، و هو الذي فسّر به الصحيح في مصطلح القدماء و المعيار فيه أن يكون احتمال مخالفته للواقع بعيداً بحيث لا يعتني به العقلاء، و لا يكون عندهم موجباً للتحيّر و التردّد.

“İnsaflı bakarsak bu deliler de içeriğinin doğruluğuna itimat edilen haberlere amel etmenin vacip olduğuna delalet etmektedir. Selefin sahih ifadesi de bu manaya gelmektedir. [6] Burada ölçü vaka ile muhalif olma olasılığının akıl sahiplerinin itina etmeyeceği kadar az olmasıdır, ki hayret ve tereddüt içinde kalmasınlar.” [7]

Haber-i vahid'le rivayet edilen icma (İcma-i menkul)

İcma iki kısma bölüştürülmektedir:

1. Muhassal: Müçtehidin kendisi Âlimlerin görüşlerini araştırarak icmayı ortaya çıkarmaktadır (tahsil etmektedir)

2. Menkul: Müçtehit ulaştığı icmayı başka birisine nakil etmektedir. Burada kendisi açısından icma muhassal olsa da rivayet ettiği kişi açısından menkuldür.

Muhassal icma'nın niye hüccet olduğunu daha önce anladın. Burada haber-i vahid'le rivayet edilen icma hakkında söz etmek gerekiyor.

Bu meselenin özü bir sorunun cevabına bağlıdır. Haber-i vahid'i hüccet karar kılan deliller bu hususu ta kapsıyor mu yoksa kapsamıyor mu? Kapsadığını söylediğimiz durumda icma-i menkul da muhassal icma gibi hüccet sayılır, yoksa yok. Elbette icma-i menkul da muhassal icma da olduğu gibi Masum İmam'ın (as) sözünü veyahut muteber bir delili keşif etmesi halinde hüccet sayılacaktır ve bu seviyeye ulaşmadığı sürece hüccet sayılmayacaktır.

Meşhur görüşe göre icma-i menkul hüccet değildir, yani haber-i vahidi hüccet sayan deliller bu hususa yönelik umum ifade etmemektedir. Güvenilir kişinin sözünün hüccet olmasının nedeni masumun sözünün kendisi bizzat duyup rivayet etmektedir, içtihat etmemektedir, aynı Zurare'nin (ra) Imam'dan (as) duyduklarını rivayet etmesi gibi.

İçinde bulunduğumuz durumda icma'yı rivayet eden şahıs bunu kendi müşahede ederek rivayet etse de, İmam'ın (as) sözünü de duyarak rivayet ettiği söylenemez. O ancak bu İcma'nın İmamın sözüne delalet ettiğini kendi içtihadına istinat etmektedir. Dolayısıyla güvenilir kişinin sözünü hüccet sayan delil bu hususu kapsamı içine almamaktadır, çünkü bu hususta ravi duyduğunu rivayet etmemektedir.

Eğer dersen ki:

Bazen içtihat (hads) ile bir şey hakkında verilen haberi hisse dayalı olarak verildiğini düşünebiliriz. Yani gözlemlenen olaydan başka bir şeyin varlığı algılanarak da haber verile bilir ve bu durumda hüccet olacaktır. Mesela birinin savaş meydanında sergilediklerinden dolayı cesur birisi olduğunu veyahut günah işlememesinden dolayı adaletli birisi olduğunu anlayabiliriz. Hâlbuki adalet ve cesaret duyu organlarıyla derk edilemez nefsani özeliklerdir.

İşte haber-i vahid'le rivayet edilen icma de böyle bir haberdir. Evet, rivayet eden şahıs kendisi İmamın sözünü duyarak rivayet etmemektedir, ama buradaki içtihadını âlimlerin icmasına istinat etmektedir ve bu hisle vuku bulmuş bir rivayettir. Böylelikle hem icma iddiasına bulunan şahıs (Nakil) için ve hem de icma olduğunu haber ettiği şahıs (menkul ileyh) için âlimlerin verdiği fetvanın arkasında muteber bir delilin olduğu ortaya çıkmaktadır.

Biz de deriz ki:

Söylediklerin icma iddiasında bulunan şahsın bunu kapsamlı bir araştırma yaptıktan sonra iddia ettiği surette doğrudur. Çünkü böyle bir icma hüccettir. Ama böyle icma iddiasında bulunanların kapsamlı bir araştırma yaptıklarını söyleye bilir miyiz acaba? İcma olduğunu iddia edenler genelde bu hususta biraz gevşek davranmışlar. Bazen birkaç kişinin bir meseleye dair verdikleri fetvayı görünce bununla yetinip icma olduğunu iddia etmişler. Hâlbuki bu durumda görüş birliği ile delile arasında bir mulazeme söz konusu değildir.

O zaman mütekaddim ve müteahhir fakihlerin sözlerinde geçen icma iddiaları bu haldeyse bu iddialara itimat etmek doğru olmaz, zira sebep (görüş birliği) iken müsebbep (Masumun sözü ya da başka bir muteber delil) arasında bir mülazeme söz konusu değildir.

Evet, icma iddiasında bulunan şahıs genelde kaynaklar üzeri kapsamlı bir araştırma yaptıktan sonra önceki asırlarda fakihlerin arasında yaygın olan bir meseleye yönelik böyle bir iddiada bulunduğu surette verdiği habere itimat edilir, çünkü bu icma ile Masumun (as) sözü ya da başka bir muteber delil arasında bir mulazeme vardır. Ama böyle bir şey icma iddiasında bulunanlar arasında çok az görülmektedir.

Burada tek söyleyeceğimiz şey bu tür icmaların fakihlerin çabuk fetva vermelerine engel olmasıdır, çünkü fetva vermeden önce icma iddiasının doğru olup olmadığını araştırmak zorunda kalmaktadır.

Şöhret üç kısımdır:

1. Şöhret-i rivayi
2. Şöhret-i ameli
3. Şöhret-i fetvayi

Şöhret-i rivayi:

Bir hadisin nakli Hadisçiler nezdinde ve ravilerin sayısı çok olduğu surette hadise meşhur hadis denmektedir.

Örnek olarak tecsim ve teşbihi ve cebir ve tefvizi ret eden rivayetler de olduğu gibi. Meşhur hadisinin mukabilinde nadir (şaz) hadis bulunmaktadır.

Meşhur hadis ancak fakihlerin ona amel etmeleri ve fetva vermeleri doğrultusunda hüccettir. Yoksa Hadisçiler rivayet ettikleri halde fakihler o hadisten yüz çevirmişse eğer o zaman cabir (zayıf senedi bertaraf eden) değildir ve tam aksine muhindir (sahih olsa dahi amel edilemez).

Şöhret-i ameli:

Fakihlerin çoğunluğu bir rivayete göre amel etmesine ve fetva vermesine şöhret-i ameli denmektedir. Böyle bir şöhret itminan oluşturmaktadır ve nefis onunla sükûnet bulunmaktadır. İmam Sadık (as) da Ömer bin Hanzala’nın kendisinden riayet ettiği makbul hadis te de bu hususa değinmektedir. Bu rivayetin bir kısmı birbiriyle iki kişi arasındaki husumetin giderilmesi için müracaat edilen hakemlerin birbiriyle çelişen iki rivayet nakil ettikleri surette hangisinin tercih edileceğini göstermektedir. İmam (as) şöyle buyurmaktadır:

يُنظرُ إلى ما كان من روايتهما عنّا في ذلك الذي حكما به، المجمعَ عليه عند أصحابك فيُؤخذ به من حُكْمنا، و يترك الشاذ الذي ليس بمشهور عند أصحابك.

“Onların bizden rivayet ettikleri rivayetin hangisinin üzerine ashabınızın icma ettiğine bakılır ve onunla amel edilir ve şaz olanı ve ashabın nezdinde meşhur olmayanı terk edilir.” [8]

Buna göre şöhret-i ameli kendisiyle amel edilen meşhur rivayetin kendisiyle amel edilmeyen şaz rivayete tercih edilmesine sebep olmaktadır.

Soru: Ashabımızın Mütekaddimleri eğer kendisiyle çelişen başka bir rivayet yoksa bir rivayet ile amel ettikleri surette rivayetin senedinin zaafı giderilir mi?

Çoğunluk böyle bir şeyin senedin zaafını giderdiğini savunmaktadır.

Elbette sadece Şeyh Saduk’un babası, kendisi ve Şeyh Müfit gibi İmamlar (as) ile aynı asırda, gaybet-i sugra döneminde ve ondan çok kısa bir süre sonra yaşamış fakihlerin ameli bir hadisin senedinin zaafını gidermektedir.

Müteahhir âlimlerin bir rivayet amel etmeleri de ondan yüz çevirmeli de hiçbir şey ifade etmemektedir. [9]

Şöhret-i fetvayi:

Bundan maksat Mütekaddimlerin nezdinde meselesine yönelik bir rivayetin bulunmadığı bir fetvanın yaygın olmasıdır.

İşte bu konuyu bu meseleden dolayı ele alıyoruz. Eğer Mütekaddimlerin çoğunluğu meselesine yönelik Ehlibeyt İmamlarından (as) bir hadisin bulunmadığı bir fetva vermişlerse bu fetva başka bir müçtehit için de hüccet midir? Yani kısacası şöhret-i fetvayi hüccet midir yoksa hüccet değil midir?

Zahir olan böyle bir şöhretin hüccet oluşudur, çünkü böyle bir şöhret onlara ulaştığı halde bize ulaşmayan muteber bir nassın varlığına delalet etmektedir. Yoksa fıkıh ilminin kutuplarının şer-i ve itimat edilen bir delil olmadığı halde fetva vermeleri düşünülemez.

Bu yüzden şeyhlerimizin Seyyidi Muhakkik Burucerdi mübarek derslerinin birinde buyurduğu üzere Şii fıkhında ashabın eskiden beri günümüze kadar kabul ettiği birçok mesele vardır ki bu meselelerinin tek delili selef arasında yaygın olan şöhret-i fetvayi’dir. Öyle ki şöhret-i fetvayi delil olarak itibar görmezse bütün bu meseleler aslı ve delili olmayan fetvalara dönüşecektir.

Ayrıca birçok rivayetten de anlaşıldığı üzere İmamların (as) ashabı da aralarında yaygın olan şöhret-i fetvayi’ye oldukça önem vermekteydiler. Onlar bu şöhreti İmamlardan duydukları tek hadise dahi tercih ediyorlardı. Burada bir örnek sunmak icap eder:

روى عبد اللّه بن محرز بيّاع القلانس قال: أوصى إليّ رجل و ترك خمسمائة درهم أو ستمائة درهم، و ترك ابنة، و قال: لي عصبة بالشّام، فسألت أبا عبد اللّه (عليه السلام) عن ذلك فقال: أعط الابنة النصف، و العصبة النصف الآخر، فلمّا قدمت الكوفة أخبرت أصحابنا فقالوا: اتّقاك، فأعطيت الابنة النصف الآخر. ثمّ حججت فلقيت أبا عبد اللّه (عليه السلام) فأخبرته بما قال أصحابنا و أخبرته أنّي دفعت النصف الآخر إلى الابنة، فقال: أحسنت إنّما أفتيتك مخالفة العصبة عليك

“Abdullah bin Muhriz dedi ki: Adamın birisi bana vasiyet etti ve arkasında 500 ya da 600 dirhem ile bir kız çocuğu bıraktı. Bana Şam da akrabalarının olduğunu da söyledi. Ebu Abdullah’a (as) bu durumu izah ettim ve o bana şöyle buyurdu: Yarısını kıza ver öteki yarısını da akrabalarına. Kufeye dönünce ashabımıza bu olayı anlattım. Onlar şöyle dediler: Sana takiye yapmış. Bende öteki yarısını da kıza verdim. Sonra Haçta Ebu Abdullah (as) ile mülakat ettim ve ona ashabımızın söylediklerini haber ettim ve öteki yarısını da kıza verdiğimi söyledim. İmam şöyle buyurdu: İyi yaptın. Akrabaların sana bir şey yapacağından dolayı çekindiğim için sana öyle fetva verdim.” [10] 

Rivayetin açıklaması: Eğer bir baba ölür de arkasında bir kız çocuğundan başka kimse bırakmazsa bütün malı kızına kalır. Yarısı belirlenmiş bir farz olarak öteki yarısı da geriye kalan pay olarak.

Ama Ehl-i Sünnet’e göre yarısını kızı miras almakta yarısı da öteki akrabalara kalmaktadır. İmamın ilk görüşmede Ehl-i Sünnet’e fetvasına uygun bir fetva verdi. Ravi İmamdan duyduğu fetvayı ashabın meşhur görüşüne muhalif gördüğü için İmam’ın sözüyle amel etmedi ve meşhurun görüşüne göre amel etti.

Eğer şöhret-i fetvayi’nin ilmi bir değeri olmasaydı ravi hiç ashabın sözüyle amel eder miydi? Bu o dönem şöhret-i fetvayi’nin yüksek bir konumu olduğuna delalet etmektedir. Öyle ki ravi İmam’ın (as) kendisinden duyduğu sözü bile terk etmiştir. Bir yıl sonra yine İmam’ın (as) yanına gidince İmam ona doğru şekilde amel ettiğini ifade etti.

Lügatçilerin sözünün hüccet oluşu:

Daha önce birinci ciltte mana için vaz edilen lafzı belirleyen birkaç yola işaret ettik:

1. Tebadür
2. Haml etmenin sıhhati
3. Ittirat
4. Lügatcıların sözü

Burada sonuncusunu mana için belirlenen lafzı belirlemede hüccet olup olmadığına değineceğiz.

Hüccet olduğunu varsayarsak şahitlik açısından mı hüccet olacaktır, yani lügatçi Arapların bir lafzı belirgin bir manada kullandığına dair şahitlik mi etmiş olacak? Yoksa sözleri uzman olmaları açısından mı hüccet olarak kabul edilecektir? Burada iki görüş vardır.

Bazıları lügatçinin sözünün şahitlik etmesi açısından hüccet olduğunu savunmaktadırlar. Dolaysıyla şahitlik te olduğu gibi burada da sayı, adalet ve duyu da şarttır. Bazen de doktorlar da olduğu gibi uzmanların uzmanlık alanlarında ki sözlerinin hüccet olması açısından hüccet olduğu söylenmektedir. Dolayısıyla uzmanların sözünü hüccet sayan delilerin kapsamına girmektedir ve şahitlik de olduğu gibi adalet ve sayı şart koşulmamaktadır. Burada sözüne itimat edilmesi yeterli olacaktır.

Birinci görüşün delili: Sözcüklerin manalarını belirlemek sadece müşahede ve duyu organları aracılığıyla belirlenebilir. Dolayısıyla burada görüş belirtmenin ve tefekkürün yeri yoktur. Lügatçi alanda tespit ettiği konuşmalar ve kullanımları bize aktarmaktadır. Yoksa araştırma ve tefekküre dayalı bir görüş bildirmemektedir. Böylelikle sözü şahitlik dairesine girmektedir ve şahitlik delileri doğrultusunda incelenmesi gerekmektedir. Bundan dolayı da meşhur görüşe göre adalet ve iki kişi olmaları şarttır. [11]

İrat: Bir Lügatçinin bir lafzın kullanımı ve hakiki manası hakkında verdiği bilgiler her zaman kendi içtihadı ve görüşü doğrultusundadır. Bir nevi hads ile karışıktır yani. Buna delil olarak sözlük yazarlarının kendi eserlerinde ki görüşlerini ayet, riayet ve şiirler dayandırmalarını sunabiliriz. Yaptıkları bu araştırmalar sayesinde istimal edilen durumları ortaya çıkarmaktadırlar. Lügat kitaplarına müracaat edenlerin de anlayacağı üzere neredeyse bütün sözler içtihada dayalı olarak sarf edilmektedir. Dolayısıyla doğru olan görüş Lügatçilerin sözlerinin uzman olmaları açısından hüccet oluşudur.

Bu görüşe şöyle bir eleştiri yapılmaktadır: Böyle bir tutum (yani lügat kitaplarına müracaat etmek) hüccet değildir, çünkü Masumların (as) döneminde böyle bir şey yoktu ve bu tutum daha sonra ortaya çıkmıştır. [12]

İrat: Böyle bir tutum (yani Lügatçiler ve kitaplarına müracaat etme) İmamların (as) döneminde de vardı. Mesela Halil ibn Ahmed el-Ferahidi İmam Sadık’ın (as) ashabındandır ve İmam Kazım (as) dönemini de derk etmiştir. El-Ayn adlı eserini insanların ona müracaat edebilmesi için kaleme almıştır. Kendisi lügat ilminde uzman olarak bilinmektedir ve hicretin 170. Yılında vefat etmiştir.

Abdülmelik el-Esmaî (hicretin 207. Yılında vefat etti) lügat ve edebiyat bilginiydi. İnsanlar ona sözcüklerin manalarını sorardı.

Bir gün kendisine الألمعيّ (üstün zekâlı) sözcüğünün manası sorulduğunda bir şiirle cevap verdi:

الألمعيّ الذي يظن بك الظن كأن قد رأى و قد سمعا

el-elma’i öyle bir kişidir ki seni görmüş ve duymuş gibi hakkında fikir yürüyebilir.

İbn Abbas Kuran’ın sözcükleri konusunda önde gelen bilginlerdendir. O şöyle söylerdi:

الشعر ديوان العرب، فإذا خفي علينا الحرف من القرآن الذي أنزله بلغة العرب رجعنا إلى ديوانه، فالتمسنا معرفة ذلك منه

Şiir Arabın divanıdır. Arapların dilinde inen Kuran’ın bir harfini anlamadığımız zaman divana müracaat ederiz ve bunun bilgisini ondan dileriz.

Daha sonra der ki:

إذا سألتموني عن غريب القرآن، فالتمسوه في الشعر، فإنّ الشعر ديوان العرب.

Eğer bana Kuranın anlaşılmayan sözlerini soracak olursanız Şiirlere müracaat edin derim, çünkü Şiir Arabın divanıdır.

Kendisine Kuran hakkında bir şey sorulduğunda cevabına şiir okurdu. Nafi’ bin Ezrek kendisine Kuranın sözcükleri hakkında neredeyse 170 tane soru sormuştur. O da hepsine Arapların şiirlerine istinat ederek cevap vermiştir. Bu İbn Abbas’ın Arapların şiirlerine ve kullanımına yönelik bilginliğin bir göstergesidir. Suyuti bunları “el-İtkan” adlı eserinde rivayet etmiştir. [13]

Bütün bunlar Lügatçilerin sözlerinin hüccet olduğunu söylediğimiz durumda geçerlidir. Ama hüccet olmadığı söylense dahi [14] sonuç olarak her fakih sözlüğe müracaat etmeye muhtaçtır. Bazı fıkhî terimler genel olarak malum olsa da bütün kayıt ve şartları açısından meçhul olabilir. Bu durumda ancak lügat kitaplarına müracaat ederek ve araştırmalar yaparak hakiki manaya ulaşmak mümkün olacaktır.

Elbette sadece Lügatçilerin sözlerinin yeterli ve tek delil olduğunu söylemiyorum, ama farklı muteber lügat eserlerine müracaat etmek ve sözlerini dikkatlice araştırmak ve mukayese etmek vakadan perdeyi kaldırmaktadır ve itminan oluşturmaktadır. Örnek:

Fakihler kumar sözcüğünün manasına dair ihtilaf etmektedirler.

Ortaya bir bahis koyulması şart mıdır?

Kullanılan aletin toplumda kumar aleti olarak tanınması da şart mıdır?

Bu ve bunun gibi soruları ancak asıl kavramlara müracaat ederek cevaplandıra biliriz.

Buraya kadar hüccet olduğuna dair kar’i delil sunulan zanni delileri ele aldık. Sadece örf ve sire meselesine değinmedik, çünkü bu meseleye “el-Mucez” adlı eserde yeterince değindik.

Geriye bize göre muteber olmayan ama Ehl-i Sünnet’e göre muteber sayılan zanni deliler kaldı. Gerekli olduğu için onlara da değineceğiz.

Muteber olmayan zanni deliller:

Bize göre zanlar iki kısma bölüştürülür:

1. Muteber zan
2. Muteber olamayan zan

İkinci tür zan Ehl-i sünnet nezdinde muteberdir ve şunlardan ibarettir:

1. Kıyas
2. İstishan
3. Mesâlih-i mürsele ya da İstıslah
4. Sedd-i zerayi
5. Feth-i zerayi
6. Sahabe sözü
7. Medine Ehli'nin icması


ehlader
---------------------------------
[1] Yunus Suresi 59. Ayet
[2] Araf Suresi 28. Ayet
[3] Vesailu'ş-Şia, c. 18, 11. Bab, Kadının sıfatları babı, Hadis No. 33
[4] Vesailu'ş-Şia, c. 18, 11. Bab, Kadının sıfatları babı, Hadis No. 4
[5] El-Udde fi Usuli'l-Fıkh, c. 1, s. 126
[6] Selef nezdinde içeriğinin doğru olduğuna itimat edilen hadise sahih hadis denmektedir. Müteahhir alimler ise senedinde âdil ravilerin bulunduğu hadise sahih denmektedir.
[7] Feraid el-Usul, S. 106
[8] Vesailu'ş-Şia, c. 18, 9. Bab, Kadının sıfatları babı, Hadis No. 1; Üç şeyh (Kuleyni, Saduk, Tusi) de bu rivayeti kendi eserlerinde rivayet etmektedir ve genel olarak âlimler tarafından kabul görülmektedir. Bundan dolayı makbule denmektedir.
[9] El-Mahsul fi İlmi'l-Usul, c. 3, s. 207-208
[10] Vesailu'ş-Şia, c. 17, 5. Bab, Anne, baba ve evlatların mirası babları, Hadis No. 4 
[11] Misbahul usul, c. 2, s. 131
[12] Tebzib el-usul, c. 2, s. 97
[13] El-Itkan, c. 1, s. 382 ve s. 416
[14] İki tarafın delilerine de „el-Mucez“ aldı eserde değindik

YORUMLAR

REKLAM