Suriye'de yaşanan son gelişmeler, yalnızca bir rejim
değişikliğine değil, aynı zamanda çok katmanlı bir bölgesel dönüşüme işaret
ediyor. Heyet Tahrir'uş Şam'ın (HTŞ) iktidarı, yıllardır muhalif güçlerin
etkili yapısı olarak sahada varlık gösteren bir örgütün devletleşme sürecine
girmesi anlamına geliyor. Bu durum, sahadaki güçlerin meşruiyet, yönetim ve
uluslararası ilişki kurma biçimlerinde köklü değişiklikler doğuruyor.
Öte yandan ABD’nin bölgedeki askeri varlığının aşamalı biçimde
azaltılması, yerel ve bölgesel aktörleri daha saldırgan pozisyonlara itebilir.
İsrail’in ve Türkiye’nin güvenlik eksenli müdahalelerinin ve Suriye Demokratik
Güçleri'nin (SDG) sınırlı manevra alanının kesiştiği bu yeni denklem, Suriye’yi
hem parçalı bir kontrol alanı hem de uluslararası müzakere sahası haline
getiriyor.
2024 Aralık ayında, Suriye'nin 13 yılı aşkın süredir devam
eden iç savaş süreci dramatik bir kırılmayla sonuçlandı. Muhalif güçlerin Şam’a
girmesiyle birlikte Beşar Esad yönetimi devrildi. Böylece 24 yıllık Esad
iktidarı ve toplamda 61 yılı bulan Baas rejimi son buldu. Bu gelişmenin
ardından Esad, Rusya’ya sığınarak ülkeyi terk etti. Suriye'nin yönetimi ise,
Halep ve İdlib merkezli olarak etkisini artıran Heyet Tahrir'uş Şam lideri
Ahmed Şara'nın eline geçti.
Şara rejimi, Batı ile çatışmayı azaltan ve hatta
çatışmasızlığı önceleyen, dış müdahaleleri tolere eden bir yönetim tarzına
yöneldi.
HTŞ'nin iktidara gelişi, hem bölgesel hem de küresel güç
dengelerini yeniden şekillendirdi. Esad sonrası dönem, klasik devlet
yapılanmasının daha da zayıfladığı, yerel milislerin ve dış destekli yapıların
daha fazla ön plana çıktığı bir dönem olarak şekilleniyor. ABD’nin Suriye’deki
askeri varlığı da tam bu karmaşık dönemin ortasında yeni bir planlamanın
gündemi haline geldi.
ABD, Suriye’nin kuzeydoğusunda Suriye Demokratik Güçleri
(SDG) ile yürüttüğü işbirliğini, IŞİD karşıtı mücadele, bölgedeki İran etkisini
sınırlamak ve istikrar sağlamak gibi açıklanan gerekçelerle sürdürmeye devam
ediyor. SDG’nin belkemiğini YPG’nin oluşturduğu bu yapı, sahada kontrol ettiği
alanlarla ABD'nin askeri stratejisinde önemli bir konumda yer alıyor.
Bu ittifakın biçimi ve derinliği zaman zaman sorgulansa da,
sahadaki güvenlik ihtiyaçları ve hem SDG liderliğinden hem de ABD Savunma
Bakanlığı yetkililerinden gelen son açıklamalar, tarafların bu işbirliğini
sürdürmeye yönelik net bir irade ortaya koyduğunu gösteriyor.
SDG ile ABD arasındaki bağ, uzun süredir karşılıklı
stratejik çıkarlar temelinde şekilleniyor. SDG, sahadaki varlığını büyük ölçüde
ABD'nin askeri, lojistik ve diplomatik desteğine borçluyken; ABD, SDG’yi
yalnızca IŞİD'e karşı değil, aynı zamanda İran başta olmak üzere ABD karşıtı
güçlere karşı bir sınırlayıcı unsur olarak konumlandırıyor.
Bu ilişki, herhangi bir halkçı veya bağımsız yönelimden
ziyade, açık biçimde emperyalist merkezin bölgedeki vekil güç stratejisinin bir
parçası niteliği görünümünde ilerliyor. Gelecekte bu bağlılık biçimi, SDG'nin
siyasi özerklik taleplerini ABD politikalarıyla daha da uyumlu hale getirmesi
yönünde şekillenebilir.
Al-Monitor'a konuşan SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi’nin
açıklamaları da bu ittifakın kısa vadede sona ermeyeceğini gösteriyor. Abdi,
Halep'teki güç paylaşımı modelinin ülke genelinde uygulanabilir olabileceğini
belirterek, SDG'nin Suriye'de merkezi hükümetle uyumlu bir yapı içerisinde
konumlanmasına açık olduklarını ifade etti. Öte yandan ABD Savunma Bakanlığı
yetkilileri de, askerî varlık azalsa da SDG ile istihbarat ve teknik
koordinasyonun sürdürüleceğini ifade ediyor. Bu çerçevede ABD-SDG işbirliğinin,
sadece sahadaki taktiksel düzeyde değil, stratejik ve yönetsel seviyede de
kalıcılığını sürdüreceği yönünde bir görünüm ortaya çıkıyor.
Türkiye, Suriye politikasında uzun süredir hem ABD hem Rusya
ile eş zamanlı diplomatik kanallar kurarak bölgeye müdahil oldu. SDG’nin
varlığına karşı yürüttüğü sınır ötesi operasyonlar, Ankara'nın ulusal güvenlik
vurgusuyla şekillenen politikası bölgesel yayılmacılığını sağladı. Esad
rejiminin çöküşü ve HTŞ’nin iktidara gelişiyle birlikte Türkiye açısından hem
askeri varlığını yeniden konumlandırma hem de bölgesel nüfuzunu artırma yönünde
somut seçenekler gündeme geldi.
HTŞ, İdlib başta olmak üzere kuzeybatı Suriye'de Türkiye'nin
uzun süredir fiili denetimi altında bulunan bölgelerde Ankara'nın bilgisi ve
onayı dahilinde bir yönetim modeli geliştirmeye başlamıştı. Bu işleyiş, askeri
ve idari koordinasyonla derinleşmiş, sahada karşılıklı bağımlılığı artıran bir
pratik oluşturmuştu. Hakan Fidan’ın bakanlığı döneminde bu temasların doğrudan
ve yüksek düzeyli görüşmelere evrildiği görülüyor. Şam'da gerçekleşen
görüşmelerde, güvenlik düzenlemeleri, yerel idarelerin entegrasyonu ve
uluslararası yaptırımların esnetilmesi gibi başlıkların masada olduğu basına
yansımıştı. Bu bağlamda Türkiye’nin, Suriye'deki etkisini yalnızca askeri
değil, siyasi yollarla da pekiştirmeyi hedeflediği gözleniyor.
Türkiye'nin Suriye politikasında geldiği yeni aşamada, HTŞ
ile doğrudan ilişkiler daha da gelişti; Dışişleri Bakanı Hakan Fidan başta
olmak üzere üst düzey yetkililer, Şam'da Şara yönetimiyle temaslar kurdu. Bu
görüşmelerde bölgedeki güvenlik ve idari düzenlemeler, silahlı grupların
entegrasyonu ve yaptırımların kaldırılması gibi başlıklar ele alındı.
Türkiye’nin esas stratejik hedefi, PKK/YPG'nin kuzey Suriye’den tümüyle tasfiyesi
olarak açıklansa da bunun ne kadar gerçekleştirilebilir bir amaç olduğu ve arka
planda ne tür hesapların yer aldığı da sorgulanıyor. SDG’nin ABD ile sürdürdüğü
ittifakın, bu hedefin önündeki en büyük engel olduğu biliniyor.
Bu süreçte içerideki Kürt meselesinde de önemli gelişmeler
yaşandı. 2025 yılı itibarıyla Türkiye ile Kürt siyasi hareketi arasında yeni
bir çözüm süreci başlamış; bu kapsamda Abdullah Öcalan tarafından kamuoyuna
açıklanan bir mektupla silah bırakma yönünde bir uzlaşı ilan edildi. DEM Parti
heyetlerinin İmralı’yı ziyaret ettiği ve görüşmelerin düzenli biçimde sürdüğü
kamuoyuna yansıdı.
Bu gelişmeler, Türkiye'nin bölgesel pozisyonunu da etkiledi.
Özellikle Suriye’de üniter devlet yapısının korunmasını temel ilke haline
getiren Ankara, bu hedef doğrultusunda HTŞ ile geliştirdiği ilişkilerde
merkeziyetçi bir çözüm modelini teşvik ediyor. Türkiye, SDG'nin bu yapıya
entegre edilmesini, ancak bunun YPG’nin silahsızlandırılması ve dağıtılmasıyla
mümkün olacağını vurgulayarak; parçalı ya da özerk yapılanmalara karşı temkinli
yaklaşımını sürdürüyor.
Diğer yanda Suriye'nin kuzeyindeki Kürt varlığına karşı
yürütülen askeri ve diplomatik baskılar, içerdeki çözüm süreciyle yeni bir
evreye girdi. Ankara, bir yandan SDG'nin ABD ile ittifakına karşı diplomatik ve
askeri tedbirler almayı sürdürürken, diğer yandan iç siyasette Kürt sorununu
kontrol altına almaya çalışıyor. Türkiye’nin karmaşık bölgesel denklem içinde,
karşıt güçler arasında pozisyon üretme kapasitesine sahip bir siyasal hat inşa
etmeyi hedeflediği söylenebilir.
Ortadoğu’daki tüm ABD varlığı gibi, Suriye’deki ABD askeri
mevcudiyeti de İsrail’in güvenlik ihtiyaçlarıyla doğrudan bağlantılı. İsrail
yönetimi, İran’a yakın milislerin bölgedeki etkisini sınırlamak ve Suriye'de
hava sahası üstünlüğünü sürdürmek için ABD'nin kuzeydoğudaki varlığının
devamını talep etti. Ancak Middle East Eye kaynaklarına göre, Trump yönetimi
İsrail’in bu talebini geri çevirdi.
Bu ret, ABD’nin Suriye politikasında bir geri çekilme
stratejisi izlemeye başladığını ve bu stratejinin artık bölgedeki vekil güçlere
daha fazla alan bırakma üzerine kurulduğunu gösteriyor. Bu durum İsrail
açısından ciddi riskler içeriyor; çünkü kuzeydoğu Suriye'deki boşluk, İran ve
Şara güçleri arasında yeni gerilim hatları yaratabilir.
Öte yandan İsrail’in, Esad’ın devrilmesini memnuniyetle
karşılasa da, HTŞ'nin cihatçı ideolojisi ve Türkiye'yle olan yakın ilişkileri
nedeniyle bu yeni yönetime güven duymadığı biliniyor. Bu nedenle Tel Aviv
yönetimi, Suriye'de üniter bir yapıdan ziyade etnik ve mezhebi hatlara dayalı
parçalı bir kontrol rejimi oluşturmayı hedefler görünmekte.
İsrail’in güney Suriye’ye yönelik hava saldırıları, HTŞ'nin
etkinliğini sınırlamak için sürdürülürken; Dürzi, Kürt ve Nusayri topluluklarla
geliştirilen ilişkiler, bu bölgesel dengeyi kendi lehine kurma arayışının
parçaları olarak değerlendirilebilir. Ayrıca İsrail, HTŞ'nin Türkiye destekli
yükselişine karşı, ABD ve Rusya nezdinde yürüttüğü diplomatik girişimlerle bu
yapının uluslararası meşruiyet kazanmasını da engellemeye çalışmakta.
HTŞ'nin Filistin direnişine karşı tutumu da dikkat çekici
bir özellik sergiliyor Örgüt, İsrail'i açıkça düşman ilan etmekten kaçınmakta
ve Filistinli direniş örgütlerine "silah bırakın" çağrısı yapmakta.
Bu yaklaşım, HTŞ'nin İsrail'le dolaylı bir uyum içinde hareket ettiğine dair
yorumlara neden oluyur. Bunun yanında İsrail, Suriye sınırlarında kendi iç
güvenliği gerekçesiyle dilediği operasyonları sorunsuzca gerçekleştirebiliyor.
Bunun son yaşanan örneği geçtiğimiz günlerde Filistinli İslami Cihad
liderlerinin Suriye’de düzenlenen bir operasyonla tutuklanması oldu. İsrail,
yıllardır Suriye’deki İslami Cihad örgüt ve üst düzey yöneticilerini hedef alan
saldırılar düzenliyordu.
ABD’nin Suriye’den kademeli olarak çekilmesi, sahadaki
aktörlerin etkisini artırarak ülkeyi belirsizliklerin arttığı bir geçiş
dönemine sokabilir. Türkiye’nin üniter yapıyı koruma hedefi, İsrail’in parçalı
yapı arayışı ve HTŞ'nin fiili kontrol alanlarının genişlemesi, sahada farklı eğilimlerin
çakıştığı bir tabloyu ortaya koyuyor. SDG’nin geleceği, HTŞ ile uluslararası
temaslar ve Türkiye ile İsrail’in yeni sınır stratejileri bu dönemin başlıca
belirleyicileri olacak. Aynı zamanda enerji kaynaklarının kontrolü ve ABD’nin
Irak’tan Suriye’ye kadar uzanan doğu eksenindeki üs ağının durumu, bölgedeki
yeni çatışma ve gerilim noktalarını şekillendirebilir.
Bugünkü fiili durumda, Suriye’de merkezi bir otoriteden çok,
yerel kontrol bölgeleri ve dış destekli yönetim alanları hâkim. Bu yapı, ne Türkiye’nin
savunduğu merkeziyetçi çözüm modeline ne de İsrail’in parçalılığı derinleştirme
hedeflerine tam olarak oturuyor. Bu nedenle, mevcut geçiş döneminin kalıcı bir
yapıya evrilip evrilmeyeceği, sahadaki ve uluslararası düzeydeki gelişmelere
bağlı olarak şekillenecek. SDG gibi yerel güçlerin siyasal pozisyonlarının
yeniden tanımlanması gerekirken, Türkiye, İsrail ve İran gibi bölgesel
aktörlerin stratejik hesapları daha fazla çatışma ve diplomatik gerilim riski
barındırmakta.
HTŞ’nin Suriye genelinde merkezi bir iktidar kurma
kapasitesi, hem coğrafi hem de toplumsal sınırlarla çevrili durumda. İdlib ve
Halep çevresindeki etkinliğine karşın, Dürzi, Nusayri ve Kürt nüfusun
yoğunlukta olduğu güney, batı ve kuzeydoğu bölgelerinde etkisi oldukça sınırlı.
Bu toplumsal kesimlerle ideolojik bir yakınlık kuramayan HTŞ, bölgesel
hakimiyetini konsolide etse de, ulusal ölçekte bir meşruiyet inşa etmekte
zorlanıyor. Ayrıca, dış destekli aktörlerin ve küresel güçlerin müdahil olduğu
bu sahada, HTŞ’nin dış politika kapasitesi de ciddi biçimde kısıtlı. Bu nedenle
HTŞ, kısa vadede tüm Suriye’yi kapsayan bir iktidar yerine, sınırlı bölgelerde
fiili kontrolü elinde tutan bir yapı olarak kalmaya devam edecek gibi
görünüyor. Bu durum, Suriye'nin geleceği açısından çok merkezli ve bölgesel
aktörlerin kontrolünde bir siyasi formasyona işaret ediyor.
İsrail’in parçalı bir Suriye hedefi, sahadaki bazı etnik ve
mezhebi farklara dayanarak taktiksel çıkarlar üzerinden ilerlese de, bu
stratejinin sınırları da giderek daha görünür hale geliyor. Filistin’deki
direnişi bastıramamış, Hizbullah’la sınır ötesi çatışmaları kontrol altına
alamamış bir İsrail’in, Suriye gibi karmaşık bir sahada kalıcı bir etki kurması
oldukça zor görünüyor. Üstelik, Suriye’deki Arap nüfus üzerinde doğrudan belirleyici
bir etkisi bulunmayan İsrail’in, Dürzi ve Kürt gruplarla geliştirmeye çalıştığı
işbirlikleri de bölgesel dengeleri kalıcı olarak dönüştürmekten uzak. Bu
nedenle İsrail’in parçalı yapı stratejisi, kısa vadeli taktik üstünlükler
sağlasa da, uzun vadede bölge halklarının siyasal eğilimleri ve jeopolitik
gerçeklikler karşısında zayıflıyor.
ABD, askeri varlığını azaltmayı tartışıyor olsa da bölgedeki
siyasi ağırlığını veya gidişatı belirleme tasarrufunu azaltıyor değil.
Dolayısıyla Suriye’deki gelişmeleri anlamak, yalnızca bir ülkeye değil,
emperyalist ilişkiler ve bölge genelindeki güç mücadelelerine dair kapsamlı
çözümlemeler gerektiriyor.
Tüm bunların yanında bölgedeki stratejik istikrarın, halk
iradesini esas alan, laik, dış müdahalelerden uzak ve bölgesel dayanışmayı
önceleyen bir yaklaşım dışında, kalıcı biçimde sağlanamayacağı da göz ardı
edilmemesi gereken en önemli gerçek olarak beliriyor/sol