Hakikaten İsrail'in işgali ve Filistin'deki insanlık
suçları, yıllardır devam etmekte ve bu şiddet, derin bir insani krizle
işaretlenmiş durumda...
Son yıllarda Ortadoğu’daki sözde "İsrail zaferi"
üzerine tartışmalar ortaya çıkmış olsa da bu tür kavramlar genellikle savaşın
derin ve endişe verici gerçeklerini gizler. Zira bir tarafta uzun seneler süren
işgalde Filistinli kayıplar dehşet verici boyutlara ulaşmış, binlerce yaşam
yitirilmiş ve sayısız insanın hayatı kesintiye uğramıştır.
Aileler parçalanmış, topluluklar yerinden edilmiş ve
psikolojik izler derinleşmiştir. Bu bağlamda zafer iddiası, sıradan insanların
yaşadığı acılarla karşılaştırıldığında her manada boş bir anlam ifade
etmektedir.
Diğer tarafta harp, savaşçılarla sivil halk arasında ayrım
yapmaz; şiddet döngülerini pekiştiren bir travma mirası bırakır. Öyle ki,
sayısız İsrail askeri operasyonuna rağmen, somut bir çözüm hala elde edilememiştir.
Her tırmanan gerilim, kökleşmiş düşmanlıkları güçlendirmiş
ve müzakereleri giderek daha içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Kalıcı bir
barış anlaşmasına varılmaması, askeri stratejilerin ne taraflar için gerçek bir
uzlaşma ne de güvenlik getirmediğini göstermektedir. Kesin bir zafer yerine,
gerçeklik, karşılıklı güvensizlik ve derinleşen düşmanlıkla karakterize edilen
bir siyasi çıkmaz söz konusudur.
Dünya olan biteni izlerken, zafer söylemlerinin insanlık
suçları ithamlarıyla kirlenmesi, ahlaki değerler açısından durumu daha da
karmaşıklaştırmaktadır. Bir tarafın algılanan zaferi genellikle karşıt bir
tepki yaratır ve diplomatik ilişkileri öyle çıkmaza sokar ki, bu da İsrail
örneğinde olduğu gibi askeri başarının uzun vadede diplomatik başarısızlıklara
yol açabileceğini göstermektedir.
Askeri gücün yüceltilmesi, şiddet döngüsünü yalnızca daha da
kötüleştirir. Gücü erdemle özdeşleştiren bir zihniyet yaratır ve diyalogla
barış inşa etme potansiyelini göz ardı eder. Bu askeri yaklaşım, onur, adalet
ve güvenlik gibi temel insani değerleri görmezden gelir.
Bu gerçekler ışığında, zafer anlayışı yeniden
tanımlanmalıdır. Gerçek başarı, masum sivilleri ve hastaneleri bombalamayı
içeren askeri egemenlikte değil, anlayış, diyalog ve uzlaşma geliştirmede
yatmaktadır.
"Diğerinin" insaniyetini kabul etmek, çözüm
yolunda ilerlemek için kritik bir adımdır. Barış inşasına, topluluk katılımına
ve karşılıklı tanımaya odaklanan girişimler, hem İsraillilerin hem de Filistinlilerin
onur ve saygı içinde bir arada yaşayabileceği bir geleceğe giden yolu açabilir.
İsrail’in Filistin işgali yalnızca toprak mücadelesi değil,
kimlik, tarih ve insan hakları arasındaki çöküşü ortaya koymuştur. Askeri
zaferin peşinden gitmek, yalnızca bölünmeleri derinleştirirken geride
silinmeyen acı izler bırakmaya devam etti.
Bu anlatıyı işgalden işbirliği ve birlikte yaşamaya
kaydırmak zorunludur. Ancak bu bakış açısıyla kalıcı barışa ulaşmayı umut
edebiliriz, zira bu barış tıpkı Güney Afrika örneğinde olduğu gibi tüm
bireylerin hak ve yaşayışını onurlandıracaktır.
Gerçekten de bugün İsrail kendisini kazanan ilan edebilir,
ancak mevcut şiddet ve çatışmalar nedeniyle hem askeri personel hem de siviller
dahil olmak üzere akıl almaz kayıplar vermiştir. Toplum üzerindeki psikolojik
etki de pek derindir.
Araştırmalar İsrail'in finansal kaynakları ve refahı
olmasına rağmen, devletin Filistinlilere karşı agresif politikaları nedeniyle
hakkın psikolojik olarak sağlıklı ve mutlu olmadıklarını göstermektedir. Birkaç
milyon İsrailli travmadan ötürü ülkesini terk etmiştir.
1994 yılında Güney Afrika’da biten Apartheid rejimi bile
bugün tüm dünyada sadece ayıplanmakta, üniversitelerde derslerde
okutulmaktadır.
Burada sorulması gereken soru şudur: İsrail bu terörle
gerçekten son tahlilde neyi hedeflemektedir?/aydınlık