Suriye'de Şara Rejimi, SDG, Bölgesel Gerilimler Ve ABD’nin Geleceği

GİRİŞ: 25.04.2025 07:26      GÜNCELLEME: 25.04.2025 07:26
Rasthaber -  HTŞ'nin iktidarı, Türkiye ile Kürt hareketi arasında başlayan çözüm süreci ve İsrail'in stratejik talepleri, bölgedeki siyasal dinamikleri köklü biçimde dönüştürüyor. ABD askeri varlığının kademeli olarak azaltılması da gündemde olan bir diğer başlık.

Suriye'de yaşanan son gelişmeler, yalnızca bir rejim değişikliğine değil, aynı zamanda çok katmanlı bir bölgesel dönüşüme işaret ediyor. Heyet Tahrir'uş Şam'ın (HTŞ) iktidarı, yıllardır muhalif güçlerin etkili yapısı olarak sahada varlık gösteren bir örgütün devletleşme sürecine girmesi anlamına geliyor. Bu durum, sahadaki güçlerin meşruiyet, yönetim ve uluslararası ilişki kurma biçimlerinde köklü değişiklikler doğuruyor.

Öte yandan ABD’nin bölgedeki askeri varlığının aşamalı biçimde azaltılması, yerel ve bölgesel aktörleri daha saldırgan pozisyonlara itebilir. İsrail’in ve Türkiye’nin güvenlik eksenli müdahalelerinin ve Suriye Demokratik Güçleri'nin (SDG) sınırlı manevra alanının kesiştiği bu yeni denklem, Suriye’yi hem parçalı bir kontrol alanı hem de uluslararası müzakere sahası haline getiriyor.

Yeni Suriye gerçeği, Esad sonrası dönem

2024 Aralık ayında, Suriye'nin 13 yılı aşkın süredir devam eden iç savaş süreci dramatik bir kırılmayla sonuçlandı. Muhalif güçlerin Şam’a girmesiyle birlikte Beşar Esad yönetimi devrildi. Böylece 24 yıllık Esad iktidarı ve toplamda 61 yılı bulan Baas rejimi son buldu. Bu gelişmenin ardından Esad, Rusya’ya sığınarak ülkeyi terk etti. Suriye'nin yönetimi ise, Halep ve İdlib merkezli olarak etkisini artıran Heyet Tahrir'uş Şam lideri Ahmed Şara'nın eline geçti.

Şara rejimi, Batı ile çatışmayı azaltan ve hatta çatışmasızlığı önceleyen, dış müdahaleleri tolere eden bir yönetim tarzına yöneldi.

HTŞ'nin iktidara gelişi, hem bölgesel hem de küresel güç dengelerini yeniden şekillendirdi. Esad sonrası dönem, klasik devlet yapılanmasının daha da zayıfladığı, yerel milislerin ve dış destekli yapıların daha fazla ön plana çıktığı bir dönem olarak şekilleniyor. ABD’nin Suriye’deki askeri varlığı da tam bu karmaşık dönemin ortasında yeni bir planlamanın gündemi haline geldi.

ABD-SDG ittifakının seyri, stratejik zorunluluklar ve sınırlar

ABD, Suriye’nin kuzeydoğusunda Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile yürüttüğü işbirliğini, IŞİD karşıtı mücadele, bölgedeki İran etkisini sınırlamak ve istikrar sağlamak gibi açıklanan gerekçelerle sürdürmeye devam ediyor. SDG’nin belkemiğini YPG’nin oluşturduğu bu yapı, sahada kontrol ettiği alanlarla ABD'nin askeri stratejisinde önemli bir konumda yer alıyor.

Bu ittifakın biçimi ve derinliği zaman zaman sorgulansa da, sahadaki güvenlik ihtiyaçları ve hem SDG liderliğinden hem de ABD Savunma Bakanlığı yetkililerinden gelen son açıklamalar, tarafların bu işbirliğini sürdürmeye yönelik net bir irade ortaya koyduğunu gösteriyor.

SDG ile ABD arasındaki bağ, uzun süredir karşılıklı stratejik çıkarlar temelinde şekilleniyor. SDG, sahadaki varlığını büyük ölçüde ABD'nin askeri, lojistik ve diplomatik desteğine borçluyken; ABD, SDG’yi yalnızca IŞİD'e karşı değil, aynı zamanda İran başta olmak üzere ABD karşıtı güçlere karşı bir sınırlayıcı unsur olarak konumlandırıyor.

Bu ilişki, herhangi bir halkçı veya bağımsız yönelimden ziyade, açık biçimde emperyalist merkezin bölgedeki vekil güç stratejisinin bir parçası niteliği görünümünde ilerliyor. Gelecekte bu bağlılık biçimi, SDG'nin siyasi özerklik taleplerini ABD politikalarıyla daha da uyumlu hale getirmesi yönünde şekillenebilir.

 

Al-Monitor'a konuşan SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi’nin açıklamaları da bu ittifakın kısa vadede sona ermeyeceğini gösteriyor. Abdi, Halep'teki güç paylaşımı modelinin ülke genelinde uygulanabilir olabileceğini belirterek, SDG'nin Suriye'de merkezi hükümetle uyumlu bir yapı içerisinde konumlanmasına açık olduklarını ifade etti. Öte yandan ABD Savunma Bakanlığı yetkilileri de, askerî varlık azalsa da SDG ile istihbarat ve teknik koordinasyonun sürdürüleceğini ifade ediyor. Bu çerçevede ABD-SDG işbirliğinin, sadece sahadaki taktiksel düzeyde değil, stratejik ve yönetsel seviyede de kalıcılığını sürdüreceği yönünde bir görünüm ortaya çıkıyor.

Türkiye'nin pozisyonu: Çelişkili ittifaklar ve sınır stratejileri

Türkiye, Suriye politikasında uzun süredir hem ABD hem Rusya ile eş zamanlı diplomatik kanallar kurarak bölgeye müdahil oldu. SDG’nin varlığına karşı yürüttüğü sınır ötesi operasyonlar, Ankara'nın ulusal güvenlik vurgusuyla şekillenen politikası bölgesel yayılmacılığını sağladı. Esad rejiminin çöküşü ve HTŞ’nin iktidara gelişiyle birlikte Türkiye açısından hem askeri varlığını yeniden konumlandırma hem de bölgesel nüfuzunu artırma yönünde somut seçenekler gündeme geldi.

HTŞ, İdlib başta olmak üzere kuzeybatı Suriye'de Türkiye'nin uzun süredir fiili denetimi altında bulunan bölgelerde Ankara'nın bilgisi ve onayı dahilinde bir yönetim modeli geliştirmeye başlamıştı. Bu işleyiş, askeri ve idari koordinasyonla derinleşmiş, sahada karşılıklı bağımlılığı artıran bir pratik oluşturmuştu. Hakan Fidan’ın bakanlığı döneminde bu temasların doğrudan ve yüksek düzeyli görüşmelere evrildiği görülüyor. Şam'da gerçekleşen görüşmelerde, güvenlik düzenlemeleri, yerel idarelerin entegrasyonu ve uluslararası yaptırımların esnetilmesi gibi başlıkların masada olduğu basına yansımıştı. Bu bağlamda Türkiye’nin, Suriye'deki etkisini yalnızca askeri değil, siyasi yollarla da pekiştirmeyi hedeflediği gözleniyor.

Türkiye'nin Suriye politikasında geldiği yeni aşamada, HTŞ ile doğrudan ilişkiler daha da gelişti; Dışişleri Bakanı Hakan Fidan başta olmak üzere üst düzey yetkililer, Şam'da Şara yönetimiyle temaslar kurdu. Bu görüşmelerde bölgedeki güvenlik ve idari düzenlemeler, silahlı grupların entegrasyonu ve yaptırımların kaldırılması gibi başlıklar ele alındı. Türkiye’nin esas stratejik hedefi, PKK/YPG'nin kuzey Suriye’den tümüyle tasfiyesi olarak açıklansa da bunun ne kadar gerçekleştirilebilir bir amaç olduğu ve arka planda ne tür hesapların yer aldığı da sorgulanıyor. SDG’nin ABD ile sürdürdüğü ittifakın, bu hedefin önündeki en büyük engel olduğu biliniyor.

Bu süreçte içerideki Kürt meselesinde de önemli gelişmeler yaşandı. 2025 yılı itibarıyla Türkiye ile Kürt siyasi hareketi arasında yeni bir çözüm süreci başlamış; bu kapsamda Abdullah Öcalan tarafından kamuoyuna açıklanan bir mektupla silah bırakma yönünde bir uzlaşı ilan edildi. DEM Parti heyetlerinin İmralı’yı ziyaret ettiği ve görüşmelerin düzenli biçimde sürdüğü kamuoyuna yansıdı.

Bu gelişmeler, Türkiye'nin bölgesel pozisyonunu da etkiledi. Özellikle Suriye’de üniter devlet yapısının korunmasını temel ilke haline getiren Ankara, bu hedef doğrultusunda HTŞ ile geliştirdiği ilişkilerde merkeziyetçi bir çözüm modelini teşvik ediyor. Türkiye, SDG'nin bu yapıya entegre edilmesini, ancak bunun YPG’nin silahsızlandırılması ve dağıtılmasıyla mümkün olacağını vurgulayarak; parçalı ya da özerk yapılanmalara karşı temkinli yaklaşımını sürdürüyor.

Diğer yanda Suriye'nin kuzeyindeki Kürt varlığına karşı yürütülen askeri ve diplomatik baskılar, içerdeki çözüm süreciyle yeni bir evreye girdi. Ankara, bir yandan SDG'nin ABD ile ittifakına karşı diplomatik ve askeri tedbirler almayı sürdürürken, diğer yandan iç siyasette Kürt sorununu kontrol altına almaya çalışıyor. Türkiye’nin karmaşık bölgesel denklem içinde, karşıt güçler arasında pozisyon üretme kapasitesine sahip bir siyasal hat inşa etmeyi hedeflediği söylenebilir.

İsrail’in talepleri ve ABD’nin çekilme stratejisi

Ortadoğu’daki tüm ABD varlığı gibi, Suriye’deki ABD askeri mevcudiyeti de İsrail’in güvenlik ihtiyaçlarıyla doğrudan bağlantılı. İsrail yönetimi, İran’a yakın milislerin bölgedeki etkisini sınırlamak ve Suriye'de hava sahası üstünlüğünü sürdürmek için ABD'nin kuzeydoğudaki varlığının devamını talep etti. Ancak Middle East Eye kaynaklarına göre, Trump yönetimi İsrail’in bu talebini geri çevirdi.

Bu ret, ABD’nin Suriye politikasında bir geri çekilme stratejisi izlemeye başladığını ve bu stratejinin artık bölgedeki vekil güçlere daha fazla alan bırakma üzerine kurulduğunu gösteriyor. Bu durum İsrail açısından ciddi riskler içeriyor; çünkü kuzeydoğu Suriye'deki boşluk, İran ve Şara güçleri arasında yeni gerilim hatları yaratabilir.

Öte yandan İsrail’in, Esad’ın devrilmesini memnuniyetle karşılasa da, HTŞ'nin cihatçı ideolojisi ve Türkiye'yle olan yakın ilişkileri nedeniyle bu yeni yönetime güven duymadığı biliniyor. Bu nedenle Tel Aviv yönetimi, Suriye'de üniter bir yapıdan ziyade etnik ve mezhebi hatlara dayalı parçalı bir kontrol rejimi oluşturmayı hedefler görünmekte.

İsrail’in güney Suriye’ye yönelik hava saldırıları, HTŞ'nin etkinliğini sınırlamak için sürdürülürken; Dürzi, Kürt ve Nusayri topluluklarla geliştirilen ilişkiler, bu bölgesel dengeyi kendi lehine kurma arayışının parçaları olarak değerlendirilebilir. Ayrıca İsrail, HTŞ'nin Türkiye destekli yükselişine karşı, ABD ve Rusya nezdinde yürüttüğü diplomatik girişimlerle bu yapının uluslararası meşruiyet kazanmasını da engellemeye çalışmakta.

HTŞ'nin Filistin direnişine karşı tutumu da dikkat çekici bir özellik sergiliyor Örgüt, İsrail'i açıkça düşman ilan etmekten kaçınmakta ve Filistinli direniş örgütlerine "silah bırakın" çağrısı yapmakta. Bu yaklaşım, HTŞ'nin İsrail'le dolaylı bir uyum içinde hareket ettiğine dair yorumlara neden oluyur. Bunun yanında İsrail, Suriye sınırlarında kendi iç güvenliği gerekçesiyle dilediği operasyonları sorunsuzca gerçekleştirebiliyor. Bunun son yaşanan örneği geçtiğimiz günlerde Filistinli İslami Cihad liderlerinin Suriye’de düzenlenen bir operasyonla tutuklanması oldu. İsrail, yıllardır Suriye’deki İslami Cihad örgüt ve üst düzey yöneticilerini hedef alan saldırılar düzenliyordu.

Önümüzdeki dönem: Kaotik istikrar mı, yeni müdahaleler mi?

ABD’nin Suriye’den kademeli olarak çekilmesi, sahadaki aktörlerin etkisini artırarak ülkeyi belirsizliklerin arttığı bir geçiş dönemine sokabilir. Türkiye’nin üniter yapıyı koruma hedefi, İsrail’in parçalı yapı arayışı ve HTŞ'nin fiili kontrol alanlarının genişlemesi, sahada farklı eğilimlerin çakıştığı bir tabloyu ortaya koyuyor. SDG’nin geleceği, HTŞ ile uluslararası temaslar ve Türkiye ile İsrail’in yeni sınır stratejileri bu dönemin başlıca belirleyicileri olacak. Aynı zamanda enerji kaynaklarının kontrolü ve ABD’nin Irak’tan Suriye’ye kadar uzanan doğu eksenindeki üs ağının durumu, bölgedeki yeni çatışma ve gerilim noktalarını şekillendirebilir.

Bugünkü fiili durumda, Suriye’de merkezi bir otoriteden çok, yerel kontrol bölgeleri ve dış destekli yönetim alanları hâkim. Bu yapı, ne Türkiye’nin savunduğu merkeziyetçi çözüm modeline ne de İsrail’in parçalılığı derinleştirme hedeflerine tam olarak oturuyor. Bu nedenle, mevcut geçiş döneminin kalıcı bir yapıya evrilip evrilmeyeceği, sahadaki ve uluslararası düzeydeki gelişmelere bağlı olarak şekillenecek. SDG gibi yerel güçlerin siyasal pozisyonlarının yeniden tanımlanması gerekirken, Türkiye, İsrail ve İran gibi bölgesel aktörlerin stratejik hesapları daha fazla çatışma ve diplomatik gerilim riski barındırmakta.

HTŞ’nin Suriye genelinde merkezi bir iktidar kurma kapasitesi, hem coğrafi hem de toplumsal sınırlarla çevrili durumda. İdlib ve Halep çevresindeki etkinliğine karşın, Dürzi, Nusayri ve Kürt nüfusun yoğunlukta olduğu güney, batı ve kuzeydoğu bölgelerinde etkisi oldukça sınırlı. Bu toplumsal kesimlerle ideolojik bir yakınlık kuramayan HTŞ, bölgesel hakimiyetini konsolide etse de, ulusal ölçekte bir meşruiyet inşa etmekte zorlanıyor. Ayrıca, dış destekli aktörlerin ve küresel güçlerin müdahil olduğu bu sahada, HTŞ’nin dış politika kapasitesi de ciddi biçimde kısıtlı. Bu nedenle HTŞ, kısa vadede tüm Suriye’yi kapsayan bir iktidar yerine, sınırlı bölgelerde fiili kontrolü elinde tutan bir yapı olarak kalmaya devam edecek gibi görünüyor. Bu durum, Suriye'nin geleceği açısından çok merkezli ve bölgesel aktörlerin kontrolünde bir siyasi formasyona işaret ediyor.

İsrail’in parçalı bir Suriye hedefi, sahadaki bazı etnik ve mezhebi farklara dayanarak taktiksel çıkarlar üzerinden ilerlese de, bu stratejinin sınırları da giderek daha görünür hale geliyor. Filistin’deki direnişi bastıramamış, Hizbullah’la sınır ötesi çatışmaları kontrol altına alamamış bir İsrail’in, Suriye gibi karmaşık bir sahada kalıcı bir etki kurması oldukça zor görünüyor. Üstelik, Suriye’deki Arap nüfus üzerinde doğrudan belirleyici bir etkisi bulunmayan İsrail’in, Dürzi ve Kürt gruplarla geliştirmeye çalıştığı işbirlikleri de bölgesel dengeleri kalıcı olarak dönüştürmekten uzak. Bu nedenle İsrail’in parçalı yapı stratejisi, kısa vadeli taktik üstünlükler sağlasa da, uzun vadede bölge halklarının siyasal eğilimleri ve jeopolitik gerçeklikler karşısında zayıflıyor.

ABD, askeri varlığını azaltmayı tartışıyor olsa da bölgedeki siyasi ağırlığını veya gidişatı belirleme tasarrufunu azaltıyor değil. Dolayısıyla Suriye’deki gelişmeleri anlamak, yalnızca bir ülkeye değil, emperyalist ilişkiler ve bölge genelindeki güç mücadelelerine dair kapsamlı çözümlemeler gerektiriyor.

Tüm bunların yanında bölgedeki stratejik istikrarın, halk iradesini esas alan, laik, dış müdahalelerden uzak ve bölgesel dayanışmayı önceleyen bir yaklaşım dışında, kalıcı biçimde sağlanamayacağı da göz ardı edilmemesi gereken en önemli gerçek olarak beliriyor/sol

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM