27 Kasım’da HTŞ önderliğinde Suriye’nin Türkiye sınırında
yerleşik çetelerin başlattığı saldırı, on günde Esad yönetiminin devrilmesiyle
sonuçlandı.
Sanıyorum 2013 yılıydı.
Suriye’ye yönelik müdahale, iki yıla yaklaşıyordu. İhvancı
ve selefi çeteler ülkenin her yanında terör estiriyor, batı ve Türkiye medyası
bunları “özgürlük savaşçıları”, “Suriye’nin devrimcileri” diye pazarlıyordu.
Akıl almaz yalanlar söyleniyordu. Suriye’deki ilk silahlı
eylemlerden biri Nisan 2011’de Banyas’ta yaşandı. Çeteler, 19 askeri pusuya
düşürüp öldürdü. Olay günlerce “Suriye ordusu kenti kuşattı, katliam yaptı”
diye anlatıldı, gerçek sonradan ortaya çıktı. Öldürüyor, suçu da devlete
atıyorlardı.
Biz, gerçeği açığa çıkarma mücadelesi veriyorduk. Epey
yalnızdık, yalanla baş etmek kolay değildi. O dönem, soL’daki arkadaşlara,
Suriye devletinin resmi haber ajansı Sana’nın internet sitesini kastederek,
“Neredeyse iki yıl olacak, senin en önemli görevlerinden biri propaganda
savaşına karşı gelmek, bu sitenin hali ne, nasıl kazanılacak bu savaş”
demiştim.
Sitenin yalnızca tasarımı berbat değildi, içerik de teyakkuz
halinde yürütülen mücadeleye yakışmıyordu.
27 Kasım’daki saldırı başladıktan sonra soL’daki ekip
arkadaşlarımıza hatırlattım, zamanında böyle dediğimi, değil iki, on iki yılda
bile haber ajansının düzeltilemediğini…
13 yıl sonra ne değişti? 9 Aralık günü, Sana’nın logosu
değişti. İki yıldızlı Suriye bayrağı, muhaliflerin kullandığı üç yıldızla ikame
edildi.
Evet, bir savaş, haber yazarak kazanılmaz. Ama halkı ayağa
kaldıracak, bir davaya inandıracak, ortak bir hedefte buluşturacak, direncini
her alanda yükseltecek bir hamle, topyekün olur.
Esad’ın 10 günde nasıl devrildiği sorusuna yanıt aradığımız
ilk yazıda, “müttefiklerin” nasıl Suriye halkını ortada bıraktığını
anlatmıştık.
Doğruydu, ama eksikti. Bir de buralara, Esad yönetiminin,
Suriye’deki düzenin kendisine bakmak gerekir.
Sahi, kankalar niye kankaydı?
Türkiye’de bu günlerde Suriye denildiğinde herkes 2011
sonrasını hatırlıyor. 2011 öncesi, en fazla “Erdoğan eskiden Esad’la kankaydı,
ailecek tatile çıkarlardı” laflarına meze ediliyor. Ama o yakınlaşmanın mantığı
neydi, Suriye açısından ne anlam ifade ediyordu, pek üzerinde durulmuyor.
2009, AKP Türkiyesi’nin Ortadoğu sahnesine tam boy giriş
yılıydı. Ocak ayında Erdoğan, Davos Zirvesi’ndeki “van minüt” temsiliyle spot
ışıklarını üzerine çekti.
16 Eylül 2009’da Türkiye’yle Suriye arasında “Yüksek Düzeyli
Stratejik İşbirliği Konseyi” anlaşması yapıldı.
Türkiye açısından bu yakınlaşmanın mantığı neydi? AKP,
2003’te Amerikan treninde bir vagonu kendisine kapatma fırsatını, Türkiye
halkının direnci yüzünden Irak işgaline ortak olmayı beceremeyince kaçırmıştı.
İlk yazıda ayrıntısıyla açıkladığımız üzere, 2006-2007 yıllarında ABD, İsrail
ve Suudi Arabistan Irak’ta savaştıkları El Kaide dahil Sünni grupları yanlarına
çekip, esas düşman olarak Şii eksenini benimsediğinde, AKP’ye yeni bir fırsat
çıktı.
2007’de başlayan “yeni yönelim”deki iş bölümünde ABD Başkanı
Bush’a, bölgedeki Sünni aktörleri hizaya çekme görevi düşüyordu. Türkiye’yle
uzun mesai yürütüldü. AKP-Fethullah eliyle yapılan operasyonlar da mesainin
parçasıydı. Türkiye’nin, bölgeye örnek gösterilecek bir ABD yanlısı ılımlı
İslam ülkesine dönüştürülmesi isteniyordu.
Zira ABD, 11 Eylül saldırılarından itibaren tutturduğu
“teröre karşı savaş” nakaratıyla Sünni nüfusu büyük oranda yabancılaştırmıştı.
Şimdi onları kazanıp, Şiilere yüklenme zamanıydı. Davos’ta “İsrail’e kafa
tutan” Erdoğan imajı, bu ihtiyaca karşılık verecek lider imajını yarattı.
Türkiye’ye düşen, ABD’yle gerilimli komşularını batı
emperyalizmine yakınlaştırmaktı. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun
“komşularla sıfır sorun” diye tarif ettiği, esas olarak bu rolün ifadesiydi.
Rusya’yla iyi ilişkilere sahip komşu Ermenistan’la yakınlaşma arayışları, bu
politikanın ürünüydü. İkinci büyük deneme Suriye’yle, Beşar Esad’la yapıldı—ve
çok başarılı sonuçlar alındı.
‘Ben doğuya, sen batıya’
2009’daki “stratejik işbirliği” anlaşmasına dönelim.
İşbirliği, Türkiye ve Suriye’yle sınırlı değildi, hâlâ ABD işgali altındaki
Irak da kurgunun parçasıydı. Türkiye, 2008’de de Irak’la stratejik işbirliği
anlaşması imzalamıştı. 2009’dan sonra üç ülke arasında icracı bakanlıklar ortak
toplantılar yapmaya başladı. Enerji politikalarından ticarete kadar geniş bir
stratejik düzlemde Suriye’nin bölge politikasındaki rolü değiştirilmeye
çalışılıyordu.
Çünkü “yeni yönelim” sonrası ABD’de Obama iktidara gelmiş,
Irak’tan çekileceğini açıklamıştı. Irak’taki ve Suriye’deki İran ağırlığını
dengeleme işinde Türkiye, biçilmiş kaftandı. Daha güneyde aynı rol, Mısır’dan
bekleniyordu.
Türkiye sermayesinin kafası, Suriye’yle yakınlaşma
arayışının ne anlama geldiği konusunda çok netti. Veysel Ayhan, ORSAM’ın
dergisinde yaklaşımı şöyle özetliyordu:
“Her iki ülke arasında işbirliği alanlarının başında
ekonomi, enerji ve su kaynaklarının yönetimi gelmekle birlikte dış politikada
da Irak sorunundan kaynaklanan ortak güvenlik sorunlarıyla birlikte mücadele
etme, Lübnan sorununun barışçıl yöntemlerle sonlandırılmasında işbirliği yapma,
Suriye’nin İran ekseninden Arap eksenine katılımını sağlama ile Suriye’nin AB
ve ABD ile ilişkilerini restore etme gelmektedir. İki ülke arasındaki
ilişkilerin önemine değinen Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na göre ‘Türkiye
Suriye’nin Avrupa’ya açılan kapısı iken Suriye de Türkiye’nin Arap dünyasına
açılan kapısıdır’.”
Türkiye Suriye’ye batının, Suriye de Türkiye’ye Ortadoğu’nun
kapılarını açacaktı, plan buydu. Ve Erdoğan o kapıdan doğuya doğru adım atmayı
ne kadar istiyorduysa, Esad da aynı kapıdan batıya adım atmayı o kadar
istiyordu.
Bu adımın, Suriye için bir bedeli vardı: liberalizasyon.
Türkiye-Suriye ticareti, Türkiye lehine ışık hızıyla yükseliyordu. Suriye,
devlet ekonomisiyle piyasacılık arasında salınan bir ülkeydi. Türkiye’yle ve
onun vesilesiyle batıyla yakınlaşmak, Suriye’de sermayedarlara daha fazla alan
açmak, Baas’ın tabanını oluşturan emekçi sınıflar aleyhine bir durumu göze
almak demekti. Esad, bu bedeli ödemeye hazırdı.
Türkiye sermayesi, özellikle MÜSİAD, Suriye’deki en örgütlü muhalif çevre olan Müslüman Kardeşler’le tarihsel bağlara sahipti. Artan ticaretin, İhvancı tüccarları güçlendireceği açıktı.
Ama Türkiye’nin Suriye’ye girişi piyasacılığı
güçlendirmekten ibaret değildi. Erdoğan, Esad’a “batı tipi demokrasiye”
geçmesini de sürekli tavsiye ediyordu. O dönem soL ortaya çıkarmıştı, Türkiye,
Esad’a, “Bizim modelimizi uygulayın, yüzde 10 barajı getirin, bir tek Müslüman
Kardeşler barajı geçer, iki partili modelle iktidarı sürdürürsünüz” önerisinde
bulunmuştu.
Esad’a karşı tepkinin zemini
İşte Suriye, 2011’deki protesto dalgasına bu şartlarda
girdi. Liberal politikalara yöneliş, ülkedeki emekçiler için birçok zorluk
getirmişti. İlk eylemler, haklı talepleri dile getiren kitle
hareketlenmeleriydi.
7 Nisan 2011’de, yani protestolar başlamışken ama
Banyas’taki silahlı pusunun düzenlenmesine henüz üç gün varken soL, o sırada
Esad hükümetinin parçası olan Suriye Komünist Partisi-Bektaş’tan Hani
Cibara’yla bir mülakat yapmıştı. Cibara, protestoların zeminini şöyle ortaya
koyuyordu:
“Eylemler ekonomik durumları iyi olan şehirlere pek
sıçramadı. Eylemlerin yayıldığı Dera, Banyas, Lazkiye gibi şehirlerin her
birinin kendine has bir sosyoekonomik yapısı var ve buralarda dile getirilen
talepler de bu ihtiyaçlar doğrultusunda oldu. Tarım bölgesi olan Dera’da mazot
fiyatlarının düşürülmesi baş talep oldu. Banyas bir sahil kenti, uzun yıllar
boyunca bu kente yatırım yapılmadı, burası ihmal edildi ve şimdi kentte büyük
bir işsizlik sorunu var. Burada kötü yaşam koşullarına karşı eylemler yapıldı.
Lazkiye kentinde ise etnik-toplumsal sorunlar üzerinden bir
Sünni-Alevi çatışması yaratılmaya çalışıldı. Hemen eklemek gerekir ki,
Lazkiye’deki eylemlerin bir etnik çatışmaya dönüşmesi noktasında dış etkenler
önemli rol oynadı. Bu hususta ciddi bulgular var. Dördüncü şehir Humus’un ise
durumu faklı. Şehrin valisi halk tarafından istenmiyor. Kenti bir diktatör
edasıyla yöneten bu vali, aynı zamanda bulaştığı yolsuzluklarla tanınıyor.
Humus’ta yapılan eylemlerde en çok atılan slogan ‘Halk Vali’yi istemiyor’ idi.
Halep, Tartos, Süveyde, Haseki gibi diğer büyük kentlerde
eylemler yapılmadı. Bunun birincil sebebi, bu kentlerde yaşam şartlarının daha
iyi olması. Şam’da ise bazı kenar mahallerinde dağınık eylemler yapıldı ve
bunlar pek kitlesel değildi.”
Cibara, protestolara iktidarın tepkisinin çelişkisini ortaya
koyuyordu. Kimi kentlerde devlet, kitleleri doğrudan şiddet kullanarak
bastırmaya çalışmıştı ve bu büyük hataydı. Maaşlara yüzde 25 zam yapıldı, doğru
yönde bir adımdı, yetmedi. Ama yeterli değildi. Cibara, kendi pozisyonlarını
anlatırken, aslında protestoların zeminini de açıkça ortaya koyuyordu:
“Bizim isteklerimizin başında, bazı liberal ekonomik
kanunların gözden geçirilmesi talebi geliyor. Bunlardan ilki parasız sağlık
sigortası hakkı. Eskiden Suriye’de sağlık hizmetleri parasızdı, fakat artık
sağlık parayla. İkincisi, mazot fiyatlarının düşürülmesi. Çiftçilerimiz yüksek
mazot fiyatlarından çok etkileniyorlar. Üçüncüsü, elektrik kurumunun
özelleştirilmemesi. Dördüncüsü, sermayeye devredilen cep telefonu şirketlerinin
yeniden kamulaştırılması. Beşincisi ise kaynağı belli olmayan yabancı
sermayenin ülkeye girişinin engellenmesi.”
Piyasacılıkla İsrail aynı paketin parçası
Gerçekten de Suriye’de ücret ve maaşların milli gelir
içerisindeki payı 2000’lerin başlarından beri düşüyordu. 2005’te, yani Onuncu
Beş Yıllık Plan’ın ilan edildiği yılda bu oran yüzde 32 iken, 2007’de yüzde
30’a inmiş, reel ücretlerin artış hızı 2005’teki yüzde 9,2’lik düzeyinden
2007’de yüzde 3,2’ye gerilemişti.
2007’de kaleme alınan bir değerlendirme, gidişatı çarpıcı
biçimde resmediyordu: “Ülke, en son yerli ve yabancı yatırım dalgasıyla
çalkalanıyor. Önderlik [Baas], bu açıdan sıra dışı bir iş yaptı. Neredeyse
Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri veya Suudi Arabistan’dan gelen yeni
yatırımların duyurulmadığı tek bir hafta bile geçmiyor… Göz ardı edilemeyecek
üçüncü olgu da ülkenin yabancı yatırımcılar ve daha liberal bir ekonomiye doğru
gitme eğiliminin artık geri döndürülemez olması.”
2008’de Wall Street Journal’da şöyle deniyordu:
“Geçtiğimiz aylarda Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’la
görüşen Amerikalı şirket temsilcileri, Esad’ın İsrail’le yapılacak daha geniş
kapsamlı bir barış anlaşmasının bir parçası olarak ABD’ye uygulanan mali
yaptırımları kaldırmak niyetinde olduğunu söyledi. Temsilciler, Suriye liderinin
ülke ekonomisinin dünya ekonomisine daha doğrudan entegre edilmesini görmek
istediğini de belirttiler.”
Yani Erdoğan, zaten yürümekte olan bir sürecin
kolaylaştırıcısı rolündeydi, oyun kurucu değil. Türkiye her zamanki gibi
kendini büyük göstermeye çabalıyor, caka satıyordu ama Esad zaten niyeti
bozmuştu, masada İsrail’le yakınlaşma seçeneği bile açık açık konuşulur
olmuştu.
Esad Erdoğan’ın elinden tutup batıya yakınlaşmaya çalışıyor,
bunun için ülkeyi sermayeye açma bedelini ödemeyi göze alıyor ve bedeli
ödüyordu. Baas partisinin kitlelerle kaybettiği bağı, Erdoğan’ın diğer elinden
tutan Müslüman Kardeşler’in kurması, bu bedeli, kanla sulanmış bir fatura
olarak Esad’ın suratına çarpacaktı.
Ya sosyalizm, ya da…
2011’e giden sürece dair anlattıklarımız, Suriye için bir
“özel dönem” değildi. Aslına bakılırsa Suriye’de 53 yıl süren Esad iktidarı,
hep aynı salınımı yaşıyordu. Ülke piyasacılıkla sosyalizasyon, batıya
yanaşmakla yurtseverlik arasında gidip geliyor, Esad yönetimi ne yardan ne
serden vazgeçiyor, bu arada büyük felakete giden yolların taşları döşeniyordu.
Baas’ın tarihini uzun uzun anlatmayalım, dileyenler, soL
ekibinin 2012’de kaleme aldığı ve “Arap Baharı” sürecine dair Türkiye’de
yayımlanan ilk kapsamlı değerlendirmelerden biri olan “Arap Baharı Aldatmacası”
kitabına göz atabilir.
Kabaca, Baas, Arap birliğini savunan, sosyalizm vurgusu
yapan bir partiydi. 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda ülke Golan Tepeleri’ni
kaybedince partide sosyalist kanat güç yitirdi, Hafız Esad yükseldi. Hafız Esad
sosyalist değil, “gerçekçi”ydi. Körfez şeyhlikleri, Ürdün ve Irak’la bir “Doğu
Cephesi” oluşturulmasını istiyor, baş gösteren döviz kıtlığının özel sektörün
güçlendirilmesiyle aşılabileceğini söylüyordu.
Bahsettiğimiz salınımın en açık kanıtı, Hafız Esad döneminde
yaşandı. Esad ülkede sermayeye daha fazla alan açtıkça, Müslüman Kardeşler
kitleselleşiyor, etkisini artırıyordu. 1976’dan itibaren Hama’da İhvancıların
düzenlediği saldırılar, 1982’de Esad yönetimi tarafından kanla bastırıldı.
Beşar Esad 2011’de, babasının yolundan giderek aynı hatayı tekrarlayacaktı.
Suriye, baba-oğul Esadların elinde kırk yıl boyunca salındı
durdu. Piyasacı politikalara yöneliş burjuvaziyi güçlendirirken iktidarın kitle
tabanını zayıflatıyor; iktidarın kitle tabanı zayıfladıkça burjuvazinin bazı
kesimleriyle el ele veren islamcı muhalefet, rejimin meşruiyet kaynaklarına
daha şiddetli bir şekilde saldırarak güç kazanıyordu.
Yani Baas iktidarının kırk yılı aşkın pratiği, sosyalizmle
kapitalizmin bir arada yaşayamayacağını, eninde sonunda bunlardan bir tanesinin
galebe çalmak durumunda olduğunu gösteriyordu.
Suriye'de köklü bir komünist hareket vardı. Fotoğraf,
1925'te Beyrut'ta Suriyeli ve Lübnanlı komünistlerin 1 Mayıs kutlamasından.
Baas'la kurulan ittifak, zaman içinde komünist hareketi de etkisizleştirdi.
Örgütsüz, öncüsüz, ülküsüz direnişin sonu
2011’de başlayan protestolar hızla emperyalizmin kanlı
müdahalesine dönüştüğünde, Suriye halkı büyük bir direnç ortaya koydu. Hemen
tüm çevreler, dünyanın dört bir yanından silah, para ve cihatçı akıtılan
ülkenin kısa zamanda düşeceğini öngörüyordu. Özellikle ilk birkaç yılda
gösterilen kahramanca direniş, bu beklentiyi boşa çıkardı.
Suriye halkı direnç gösterdi, ama Baas partisi bu direnci
uzun soluklu kılmayı başaracak durumda değildi. Direnişin temel motivasyonu
yurtseverlikti, halk şeriatçılara karşı laikliğe sahip çıkıyordu, kafa
kesenlere kafa tutuyordu. Ülke, emperyalist işgale direniyordu. Ama
emperyalizm, kapitalizmdi, iktidar bunun karşısında bir model koyamıyor, halka
direnmenin ötesinde bir heyecan verecek söz söyleyemiyordu. Baas kitlelerle
bağını zayıflatmış, hem parti hem ülke liderliğinde yolsuzluk ve yozlaşma
giderek yayılmıştı.
Direnişe eşlik edecek devrimci bir enerji çıkamıyordu. Esad,
bunu, dış güçlerin desteğiyle ikame edebileceği sanrısına kapıldı. Sırtını
Rusya ve İran’a dayadı.
Oysa kapitalizme karşı durmadan, antiemperyalist
olunamıyordu. Yazı dizimizin bir sonraki bölümünde ele alacağımız üzere,
Rusya’dan İran’a, hatta Çin’e uzanan bir “emperyalizm karşıtı cephe” hülyasının
karşılığı bulunmuyordu. Sermayeye alan açtıkça ülke, dış müdahalelere de açık
hale geliyordu. Suriye halkı, bu gerçeği çok acı bir şekilde öğrendi.
Evet, 13 yıl süren savaşın maliyeti, yarattığı yıkım,
emperyalizmin yaptırımları, Suriye’nin yenilgisinde çok önemli rol oynadı. Ama
10 günde çöküşte görüldü ki, irade de kalmamıştı.
Bugün Suriye, İsrail ve cihatçıların eline esir düşmüş
durumda. 2011’den itibaren emperyalist müdahaleye karşı durmamız, yalanlarla
boğuşmamız, gerçeği anlatmaya çalışmamız, bundandı.
Bu sonucu öngörüp direnenlere “Esedçi” diyenlere kulak
asmamalı. 2011 öncesinde Esad’la Erdoğan el eleyken biz bu yazıda
anlattıklarımızı dile getiriyor, Esad yönetimini kıyasıya eleştiriyorduk. O
yolun sonu, Suriye halkı için hayırlı olmayacaktı. Nitekim, olmadı.
Şimdi tüm bu yaşananlardan, Türkiye için ders çıkarma zamanı/sol