Suriye Dosyası-3 /Yenilgide Esad’ın Günahı Neydi?

GİRİŞ: 12.12.2024 10:18      GÜNCELLEME: 12.12.2024 10:18
Rasthaber -  Bugün Suriye, İsrail ve cihatçıların elinde esir. Buna sevinip bize “Esedçi” diyenler, bu yazıyı iyi okumalı. Esad’ın günahı çoktu, ama sizin sayıkladıklarınız değildi.

27 Kasım’da HTŞ önderliğinde Suriye’nin Türkiye sınırında yerleşik çetelerin başlattığı saldırı, on günde Esad yönetiminin devrilmesiyle sonuçlandı.

Sanıyorum 2013 yılıydı.

Suriye’ye yönelik müdahale, iki yıla yaklaşıyordu. İhvancı ve selefi çeteler ülkenin her yanında terör estiriyor, batı ve Türkiye medyası bunları “özgürlük savaşçıları”, “Suriye’nin devrimcileri” diye pazarlıyordu.

Akıl almaz yalanlar söyleniyordu. Suriye’deki ilk silahlı eylemlerden biri Nisan 2011’de Banyas’ta yaşandı. Çeteler, 19 askeri pusuya düşürüp öldürdü. Olay günlerce “Suriye ordusu kenti kuşattı, katliam yaptı” diye anlatıldı, gerçek sonradan ortaya çıktı. Öldürüyor, suçu da devlete atıyorlardı.

Biz, gerçeği açığa çıkarma mücadelesi veriyorduk. Epey yalnızdık, yalanla baş etmek kolay değildi. O dönem, soL’daki arkadaşlara, Suriye devletinin resmi haber ajansı Sana’nın internet sitesini kastederek, “Neredeyse iki yıl olacak, senin en önemli görevlerinden biri propaganda savaşına karşı gelmek, bu sitenin hali ne, nasıl kazanılacak bu savaş” demiştim.

Sitenin yalnızca tasarımı berbat değildi, içerik de teyakkuz halinde yürütülen mücadeleye yakışmıyordu.

27 Kasım’daki saldırı başladıktan sonra soL’daki ekip arkadaşlarımıza hatırlattım, zamanında böyle dediğimi, değil iki, on iki yılda bile haber ajansının düzeltilemediğini…

13 yıl sonra ne değişti? 9 Aralık günü, Sana’nın logosu değişti. İki yıldızlı Suriye bayrağı, muhaliflerin kullandığı üç yıldızla ikame edildi.

Evet, bir savaş, haber yazarak kazanılmaz. Ama halkı ayağa kaldıracak, bir davaya inandıracak, ortak bir hedefte buluşturacak, direncini her alanda yükseltecek bir hamle, topyekün olur.

Esad’ın 10 günde nasıl devrildiği sorusuna yanıt aradığımız ilk yazıda, “müttefiklerin” nasıl Suriye halkını ortada bıraktığını anlatmıştık.

Doğruydu, ama eksikti. Bir de buralara, Esad yönetiminin, Suriye’deki düzenin kendisine bakmak gerekir.

Sahi, kankalar niye kankaydı?

Türkiye’de bu günlerde Suriye denildiğinde herkes 2011 sonrasını hatırlıyor. 2011 öncesi, en fazla “Erdoğan eskiden Esad’la kankaydı, ailecek tatile çıkarlardı” laflarına meze ediliyor. Ama o yakınlaşmanın mantığı neydi, Suriye açısından ne anlam ifade ediyordu, pek üzerinde durulmuyor.

2009, AKP Türkiyesi’nin Ortadoğu sahnesine tam boy giriş yılıydı. Ocak ayında Erdoğan, Davos Zirvesi’ndeki “van minüt” temsiliyle spot ışıklarını üzerine çekti.

16 Eylül 2009’da Türkiye’yle Suriye arasında “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi” anlaşması yapıldı.

Türkiye açısından bu yakınlaşmanın mantığı neydi? AKP, 2003’te Amerikan treninde bir vagonu kendisine kapatma fırsatını, Türkiye halkının direnci yüzünden Irak işgaline ortak olmayı beceremeyince kaçırmıştı. İlk yazıda ayrıntısıyla açıkladığımız üzere, 2006-2007 yıllarında ABD, İsrail ve Suudi Arabistan Irak’ta savaştıkları El Kaide dahil Sünni grupları yanlarına çekip, esas düşman olarak Şii eksenini benimsediğinde, AKP’ye yeni bir fırsat çıktı.

2007’de başlayan “yeni yönelim”deki iş bölümünde ABD Başkanı Bush’a, bölgedeki Sünni aktörleri hizaya çekme görevi düşüyordu. Türkiye’yle uzun mesai yürütüldü. AKP-Fethullah eliyle yapılan operasyonlar da mesainin parçasıydı. Türkiye’nin, bölgeye örnek gösterilecek bir ABD yanlısı ılımlı İslam ülkesine dönüştürülmesi isteniyordu.

Zira ABD, 11 Eylül saldırılarından itibaren tutturduğu “teröre karşı savaş” nakaratıyla Sünni nüfusu büyük oranda yabancılaştırmıştı. Şimdi onları kazanıp, Şiilere yüklenme zamanıydı. Davos’ta “İsrail’e kafa tutan” Erdoğan imajı, bu ihtiyaca karşılık verecek lider imajını yarattı.

Türkiye’ye düşen, ABD’yle gerilimli komşularını batı emperyalizmine yakınlaştırmaktı. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” diye tarif ettiği, esas olarak bu rolün ifadesiydi. Rusya’yla iyi ilişkilere sahip komşu Ermenistan’la yakınlaşma arayışları, bu politikanın ürünüydü. İkinci büyük deneme Suriye’yle, Beşar Esad’la yapıldı—ve çok başarılı sonuçlar alındı.

‘Ben doğuya, sen batıya’

2009’daki “stratejik işbirliği” anlaşmasına dönelim. İşbirliği, Türkiye ve Suriye’yle sınırlı değildi, hâlâ ABD işgali altındaki Irak da kurgunun parçasıydı. Türkiye, 2008’de de Irak’la stratejik işbirliği anlaşması imzalamıştı. 2009’dan sonra üç ülke arasında icracı bakanlıklar ortak toplantılar yapmaya başladı. Enerji politikalarından ticarete kadar geniş bir stratejik düzlemde Suriye’nin bölge politikasındaki rolü değiştirilmeye çalışılıyordu.

Çünkü “yeni yönelim” sonrası ABD’de Obama iktidara gelmiş, Irak’tan çekileceğini açıklamıştı. Irak’taki ve Suriye’deki İran ağırlığını dengeleme işinde Türkiye, biçilmiş kaftandı. Daha güneyde aynı rol, Mısır’dan bekleniyordu.

Türkiye sermayesinin kafası, Suriye’yle yakınlaşma arayışının ne anlama geldiği konusunda çok netti. Veysel Ayhan, ORSAM’ın dergisinde yaklaşımı şöyle özetliyordu:

“Her iki ülke arasında işbirliği alanlarının başında ekonomi, enerji ve su kaynaklarının yönetimi gelmekle birlikte dış politikada da Irak sorunundan kaynaklanan ortak güvenlik sorunlarıyla birlikte mücadele etme, Lübnan sorununun barışçıl yöntemlerle sonlandırılmasında işbirliği yapma, Suriye’nin İran ekseninden Arap eksenine katılımını sağlama ile Suriye’nin AB ve ABD ile ilişkilerini restore etme gelmektedir. İki ülke arasındaki ilişkilerin önemine değinen Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na göre ‘Türkiye Suriye’nin Avrupa’ya açılan kapısı iken Suriye de Türkiye’nin Arap dünyasına açılan kapısıdır’.”

Türkiye Suriye’ye batının, Suriye de Türkiye’ye Ortadoğu’nun kapılarını açacaktı, plan buydu. Ve Erdoğan o kapıdan doğuya doğru adım atmayı ne kadar istiyorduysa, Esad da aynı kapıdan batıya adım atmayı o kadar istiyordu.

Bu adımın, Suriye için bir bedeli vardı: liberalizasyon. Türkiye-Suriye ticareti, Türkiye lehine ışık hızıyla yükseliyordu. Suriye, devlet ekonomisiyle piyasacılık arasında salınan bir ülkeydi. Türkiye’yle ve onun vesilesiyle batıyla yakınlaşmak, Suriye’de sermayedarlara daha fazla alan açmak, Baas’ın tabanını oluşturan emekçi sınıflar aleyhine bir durumu göze almak demekti. Esad, bu bedeli ödemeye hazırdı.

Türkiye sermayesi, özellikle MÜSİAD, Suriye’deki en örgütlü muhalif çevre olan Müslüman Kardeşler’le tarihsel bağlara sahipti. Artan ticaretin, İhvancı tüccarları güçlendireceği açıktı.

Ama Türkiye’nin Suriye’ye girişi piyasacılığı güçlendirmekten ibaret değildi. Erdoğan, Esad’a “batı tipi demokrasiye” geçmesini de sürekli tavsiye ediyordu. O dönem soL ortaya çıkarmıştı, Türkiye, Esad’a, “Bizim modelimizi uygulayın, yüzde 10 barajı getirin, bir tek Müslüman Kardeşler barajı geçer, iki partili modelle iktidarı sürdürürsünüz” önerisinde bulunmuştu.

Esad’a karşı tepkinin zemini

İşte Suriye, 2011’deki protesto dalgasına bu şartlarda girdi. Liberal politikalara yöneliş, ülkedeki emekçiler için birçok zorluk getirmişti. İlk eylemler, haklı talepleri dile getiren kitle hareketlenmeleriydi.

7 Nisan 2011’de, yani protestolar başlamışken ama Banyas’taki silahlı pusunun düzenlenmesine henüz üç gün varken soL, o sırada Esad hükümetinin parçası olan Suriye Komünist Partisi-Bektaş’tan Hani Cibara’yla bir mülakat yapmıştı. Cibara, protestoların zeminini şöyle ortaya koyuyordu:

“Eylemler ekonomik durumları iyi olan şehirlere pek sıçramadı. Eylemlerin yayıldığı Dera, Banyas, Lazkiye gibi şehirlerin her birinin kendine has bir sosyoekonomik yapısı var ve buralarda dile getirilen talepler de bu ihtiyaçlar doğrultusunda oldu. Tarım bölgesi olan Dera’da mazot fiyatlarının düşürülmesi baş talep oldu. Banyas bir sahil kenti, uzun yıllar boyunca bu kente yatırım yapılmadı, burası ihmal edildi ve şimdi kentte büyük bir işsizlik sorunu var. Burada kötü yaşam koşullarına karşı eylemler yapıldı.

Lazkiye kentinde ise etnik-toplumsal sorunlar üzerinden bir Sünni-Alevi çatışması yaratılmaya çalışıldı. Hemen eklemek gerekir ki, Lazkiye’deki eylemlerin bir etnik çatışmaya dönüşmesi noktasında dış etkenler önemli rol oynadı. Bu hususta ciddi bulgular var. Dördüncü şehir Humus’un ise durumu faklı. Şehrin valisi halk tarafından istenmiyor. Kenti bir diktatör edasıyla yöneten bu vali, aynı zamanda bulaştığı yolsuzluklarla tanınıyor. Humus’ta yapılan eylemlerde en çok atılan slogan ‘Halk Vali’yi istemiyor’ idi.

Halep, Tartos, Süveyde, Haseki gibi diğer büyük kentlerde eylemler yapılmadı. Bunun birincil sebebi, bu kentlerde yaşam şartlarının daha iyi olması. Şam’da ise bazı kenar mahallerinde dağınık eylemler yapıldı ve bunlar pek kitlesel değildi.”

Cibara, protestolara iktidarın tepkisinin çelişkisini ortaya koyuyordu. Kimi kentlerde devlet, kitleleri doğrudan şiddet kullanarak bastırmaya çalışmıştı ve bu büyük hataydı. Maaşlara yüzde 25 zam yapıldı, doğru yönde bir adımdı, yetmedi. Ama yeterli değildi. Cibara, kendi pozisyonlarını anlatırken, aslında protestoların zeminini de açıkça ortaya koyuyordu:

“Bizim isteklerimizin başında, bazı liberal ekonomik kanunların gözden geçirilmesi talebi geliyor. Bunlardan ilki parasız sağlık sigortası hakkı. Eskiden Suriye’de sağlık hizmetleri parasızdı, fakat artık sağlık parayla. İkincisi, mazot fiyatlarının düşürülmesi. Çiftçilerimiz yüksek mazot fiyatlarından çok etkileniyorlar. Üçüncüsü, elektrik kurumunun özelleştirilmemesi. Dördüncüsü, sermayeye devredilen cep telefonu şirketlerinin yeniden kamulaştırılması. Beşincisi ise kaynağı belli olmayan yabancı sermayenin ülkeye girişinin engellenmesi.”

Piyasacılıkla İsrail aynı paketin parçası

Gerçekten de Suriye’de ücret ve maaşların milli gelir içerisindeki payı 2000’lerin başlarından beri düşüyordu. 2005’te, yani Onuncu Beş Yıllık Plan’ın ilan edildiği yılda bu oran yüzde 32 iken, 2007’de yüzde 30’a inmiş, reel ücretlerin artış hızı 2005’teki yüzde 9,2’lik düzeyinden 2007’de yüzde 3,2’ye gerilemişti.

2007’de kaleme alınan bir değerlendirme, gidişatı çarpıcı biçimde resmediyordu: “Ülke, en son yerli ve yabancı yatırım dalgasıyla çalkalanıyor. Önderlik [Baas], bu açıdan sıra dışı bir iş yaptı. Neredeyse Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri veya Suudi Arabistan’dan gelen yeni yatırımların duyurulmadığı tek bir hafta bile geçmiyor… Göz ardı edilemeyecek üçüncü olgu da ülkenin yabancı yatırımcılar ve daha liberal bir ekonomiye doğru gitme eğiliminin artık geri döndürülemez olması.”

2008’de Wall Street Journal’da şöyle deniyordu:

“Geçtiğimiz aylarda Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’la görüşen Amerikalı şirket temsilcileri, Esad’ın İsrail’le yapılacak daha geniş kapsamlı bir barış anlaşmasının bir parçası olarak ABD’ye uygulanan mali yaptırımları kaldırmak niyetinde olduğunu söyledi. Temsilciler, Suriye liderinin ülke ekonomisinin dünya ekonomisine daha doğrudan entegre edilmesini görmek istediğini de belirttiler.”

Yani Erdoğan, zaten yürümekte olan bir sürecin kolaylaştırıcısı rolündeydi, oyun kurucu değil. Türkiye her zamanki gibi kendini büyük göstermeye çabalıyor, caka satıyordu ama Esad zaten niyeti bozmuştu, masada İsrail’le yakınlaşma seçeneği bile açık açık konuşulur olmuştu.

Esad Erdoğan’ın elinden tutup batıya yakınlaşmaya çalışıyor, bunun için ülkeyi sermayeye açma bedelini ödemeyi göze alıyor ve bedeli ödüyordu. Baas partisinin kitlelerle kaybettiği bağı, Erdoğan’ın diğer elinden tutan Müslüman Kardeşler’in kurması, bu bedeli, kanla sulanmış bir fatura olarak Esad’ın suratına çarpacaktı.

Ya sosyalizm, ya da…

2011’e giden sürece dair anlattıklarımız, Suriye için bir “özel dönem” değildi. Aslına bakılırsa Suriye’de 53 yıl süren Esad iktidarı, hep aynı salınımı yaşıyordu. Ülke piyasacılıkla sosyalizasyon, batıya yanaşmakla yurtseverlik arasında gidip geliyor, Esad yönetimi ne yardan ne serden vazgeçiyor, bu arada büyük felakete giden yolların taşları döşeniyordu.

Baas’ın tarihini uzun uzun anlatmayalım, dileyenler, soL ekibinin 2012’de kaleme aldığı ve “Arap Baharı” sürecine dair Türkiye’de yayımlanan ilk kapsamlı değerlendirmelerden biri olan “Arap Baharı Aldatmacası” kitabına göz atabilir.

Kabaca, Baas, Arap birliğini savunan, sosyalizm vurgusu yapan bir partiydi. 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda ülke Golan Tepeleri’ni kaybedince partide sosyalist kanat güç yitirdi, Hafız Esad yükseldi. Hafız Esad sosyalist değil, “gerçekçi”ydi. Körfez şeyhlikleri, Ürdün ve Irak’la bir “Doğu Cephesi” oluşturulmasını istiyor, baş gösteren döviz kıtlığının özel sektörün güçlendirilmesiyle aşılabileceğini söylüyordu.

Bahsettiğimiz salınımın en açık kanıtı, Hafız Esad döneminde yaşandı. Esad ülkede sermayeye daha fazla alan açtıkça, Müslüman Kardeşler kitleselleşiyor, etkisini artırıyordu. 1976’dan itibaren Hama’da İhvancıların düzenlediği saldırılar, 1982’de Esad yönetimi tarafından kanla bastırıldı. Beşar Esad 2011’de, babasının yolundan giderek aynı hatayı tekrarlayacaktı.

Suriye, baba-oğul Esadların elinde kırk yıl boyunca salındı durdu. Piyasacı politikalara yöneliş burjuvaziyi güçlendirirken iktidarın kitle tabanını zayıflatıyor; iktidarın kitle tabanı zayıfladıkça burjuvazinin bazı kesimleriyle el ele veren islamcı muhalefet, rejimin meşruiyet kaynaklarına daha şiddetli bir şekilde saldırarak güç kazanıyordu.

Yani Baas iktidarının kırk yılı aşkın pratiği, sosyalizmle kapitalizmin bir arada yaşayamayacağını, eninde sonunda bunlardan bir tanesinin galebe çalmak durumunda olduğunu gösteriyordu.

Suriye'de köklü bir komünist hareket vardı. Fotoğraf, 1925'te Beyrut'ta Suriyeli ve Lübnanlı komünistlerin 1 Mayıs kutlamasından. Baas'la kurulan ittifak, zaman içinde komünist hareketi de etkisizleştirdi.

Örgütsüz, öncüsüz, ülküsüz direnişin sonu

2011’de başlayan protestolar hızla emperyalizmin kanlı müdahalesine dönüştüğünde, Suriye halkı büyük bir direnç ortaya koydu. Hemen tüm çevreler, dünyanın dört bir yanından silah, para ve cihatçı akıtılan ülkenin kısa zamanda düşeceğini öngörüyordu. Özellikle ilk birkaç yılda gösterilen kahramanca direniş, bu beklentiyi boşa çıkardı.

Suriye halkı direnç gösterdi, ama Baas partisi bu direnci uzun soluklu kılmayı başaracak durumda değildi. Direnişin temel motivasyonu yurtseverlikti, halk şeriatçılara karşı laikliğe sahip çıkıyordu, kafa kesenlere kafa tutuyordu. Ülke, emperyalist işgale direniyordu. Ama emperyalizm, kapitalizmdi, iktidar bunun karşısında bir model koyamıyor, halka direnmenin ötesinde bir heyecan verecek söz söyleyemiyordu. Baas kitlelerle bağını zayıflatmış, hem parti hem ülke liderliğinde yolsuzluk ve yozlaşma giderek yayılmıştı.

Direnişe eşlik edecek devrimci bir enerji çıkamıyordu. Esad, bunu, dış güçlerin desteğiyle ikame edebileceği sanrısına kapıldı. Sırtını Rusya ve İran’a dayadı.

Oysa kapitalizme karşı durmadan, antiemperyalist olunamıyordu. Yazı dizimizin bir sonraki bölümünde ele alacağımız üzere, Rusya’dan İran’a, hatta Çin’e uzanan bir “emperyalizm karşıtı cephe” hülyasının karşılığı bulunmuyordu. Sermayeye alan açtıkça ülke, dış müdahalelere de açık hale geliyordu. Suriye halkı, bu gerçeği çok acı bir şekilde öğrendi.

Evet, 13 yıl süren savaşın maliyeti, yarattığı yıkım, emperyalizmin yaptırımları, Suriye’nin yenilgisinde çok önemli rol oynadı. Ama 10 günde çöküşte görüldü ki, irade de kalmamıştı.

Bugün Suriye, İsrail ve cihatçıların eline esir düşmüş durumda. 2011’den itibaren emperyalist müdahaleye karşı durmamız, yalanlarla boğuşmamız, gerçeği anlatmaya çalışmamız, bundandı.

Bu sonucu öngörüp direnenlere “Esedçi” diyenlere kulak asmamalı. 2011 öncesinde Esad’la Erdoğan el eleyken biz bu yazıda anlattıklarımızı dile getiriyor, Esad yönetimini kıyasıya eleştiriyorduk. O yolun sonu, Suriye halkı için hayırlı olmayacaktı. Nitekim, olmadı.

Şimdi tüm bu yaşananlardan, Türkiye için ders çıkarma zamanı/sol

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM